- Her çalışmanın baştan tayîn olunmuş amacı bulunur. Teorik bağlamda sistemli çalışma denilince de akla, ilk elde, felsefe-bilim gelir. Kurucusu Aristoteles, felsefe-bilimi, yarar, dolayısıyla uygulanabilirlik gâyesine kapalı tutmuştur. "Yalnızca bilmek uğruna bilgi edinmeği istemek", felsefe-bilimin esâs ve aynı zamanda nihâî gâilesi ve gâyesidir. İşte, yarar ile uygulanma sâikleri (Fr motif) tarafından 'güdümlenmeyen' çalışma, işlem ile etkinlik, teoriktir.
Kılınc ustasının amacı, meselâ, demiri çeliğe dönüştürüp ondan kılınc imâl etmekti. Nalbur ise, kendini yine demiri işlemeğe adardı. Demirden nal imâl ederdi. Hekimin işi, hastasına sağlığını iâde etmektir. Öğretmen ise, insan evlâdını bilgilendirerek hayata hazırlar. Bunlar, kullanmaya yahut uygulamaya yönelik çabalardır. Mücbîr ihtiyâçları karşılamağa müteveccih gayretlerdir. Böylesi işlerde hedef, görünür bir mevkidedir. İnsanın hayvanla akrabâ beşer tarafı gözünü, kulağını mücbîr ihtiyâçların karşılanması cihetine dikmiştir. Bu yüzden teorik olana anlayış göstermez. Teorik yapı olan felsefe-bilim, bundan dolayı kamuya kapalı durur. Anlaşılması zordur. Kamu, en azından kısa vadede, mücbîr ihtiyâçlara cevap vermeyen felsefe-bilimle ne yapsın? Hemen göze çarpmayanı kamu, dikkate almaz, alamaz. Akan sudan yahut esen yelden 'ne idüğü belirsiz' takâtın/enerjinin ondan da cereyânın istihsâli kimin aklına gelir ki?...
Gelgelim, felsefe-bilimin, bir de, felsefe yakası vardır ki, orası amac itibâriyle iyiden iyiye esrârengîz bir muhittir. Bilgi teorisiyle, varlık öğretisiyle, toplum-tarih-kültür çözümlemeleriyle, ahlâkı ve estetiğiyle tam bir muammâdır.
Mücbîr ihtiyâçları karşılamağa müteveccih cehdügayretler, zanaatlar ile meslekleri teşkil ederler. Bilimler, zanaatlar ve mesleklerle fizik dünyaya müteveccih olma keyfiyetini paylaşırlar. Ancak, zanaatlar ile mesleklerden zorunlu ihtiyâçları karşılamak ödevinden muâf olma cihetiyle de ayrılırlar. Tabîî, ayrılık bundan ibâret kalmaz. Zanaat ile meslekler, mantık biçimciliğinin cenderesinde sıkışıp ezilmezler. Bilim oysa, mantık tarafından biçimlendirilir. Bu keyfiyet işte, bilimin aklî vechesidir. Bilim, aklî olmanın yanısıra, fizik dünyayı dahî göz önünde tutmak zorundadır. Bu husus da, nihâyet bize bilimin positiv yönünü gösterir. Zanaat ile ona dayalı meslekte söz konusu olan, duyulardan gelen verilerin, akıl ile zihin tarafından derlenip değerlendirilmesiyle oluşan tecrübeler ve onların genişleyip kapsayıcı şekle bürünmüş tasarımları ifâde eden yaşantılardır. Duyu verilerini derleyip toparlayarak değerlendiren, demek ki tecrübeleri oluşturan, aslında, akla bağlı çalışan zihindir. Aklın, oluş/turul/muş tecrübelere tekrar eğilip onların arasında duyu verilerine artık doğrudan doğruya bağlı kalmaksızın geniş kapsamlı bağlantılar kurarak yaşantıyı şekillendiren yönü aklıselimdir. Kısaca, 'aklıselîm', aklın, tecrübelere doğrudan müdâhalesi ve onlardan hareketle yaşantıları oluşturma işini yürüten vechesidir. Yaşantıda bulduğumuz, artık, duyulardan edinilen verilerin yalınkat birleştirimli/sentetik bütünlüğü değildir. Verilerin, teemmül (Fr reflexion) yollu değerlendirilişi vardır. Bu da bize nasıl düşünülüp davranılacağına dair asıl kural ile ayâr ölçü birimleri demek olan örfleri verir. Bahis konusu birimlerin temel unsurlarını keşfedip inşâa edenler, müstesnâ bir sezişi barındıran aklıselîm sâhibi kimselerdir. Bu kabîl kimselere bilge diyoruz. Çoğunlukla, kadîm toplumlara,[1] tabiatıyla, önder kılınanlar, bilgeler olmuştur. Bilgeliğin, şu durumda, kendisinden çıktığı, fışkırdığı 'pınar', aklıselîmdir.
Felsefe-bilimin 'felsefe' yakası, 'bilgelik' çıkışlıdır. Bilgelik[1] çıkışlı olması sebebiyle, felsefenin ilk ve asıl belirleyicisi aklıselîmdir. Özellikle M.Ö. üçyüzlerde Aristoteles'in elinden bilimi doğurmasıyla felsefe, 'anne'si bilgelikten, dolayısıyla aklıselîmden uzaklaşmağa koyulup aklın biçimselleştirici etkisini benimser olmuştur. Biçimselliği vazeden salt akıl,[2] duyu verilerinin izini taşıyan tasavvurları barındırmayan ve duygulardan tecrid olunmuş düşünceler (Fr pensee) demek olan fikirlerin (idee) 'müellifi'dir (auteur). Fikirler, o hâlde, salt düşüncelerdir. Felsefe-bilim tarihinin ana durakları olarak kabul edebileceğimiz Aristoteles, Descartes ile Kant'ın nezdinde, biçimselleştirme işleminin müellifi salt akıl, zaman ile mekâna aşkın olup insanlığın ortak paydasıdır. Salt akıldan kalkıp yine ona doğru kulac atan felsefe, biçimselleş/tir/me işleminin doruğunu oluşturan sistem denilen binânın mimârıdır. Ne var ki felsefe, aynı zamanda mimârı olduğu sistem tarafından taşınır. Şu durumda özgün felsefe yapılanmaları, sistemdirler, daha doğrusu sistemli (Fr systematique) yapılardır.
- Bilgelikte, öncelikle, ona can veren örf dediğimiz değerler ağırlık taşır. Evrensel genelgeçerlilik kazandığı ölçüde örf, ahlâk durumuna gelir. Ahlâk, tektanrılı vahiy diniyle ortaya çıkıp felsefe tarafından ele alınarak işlenmiştir. Daha teknik ifâdeyle, belirlediği özge konularda olduğu üzre, felsefe, ahlâkı da biçimselleştirmiştir. Ahlâksa, iki sahanın temelinde bulunur: Bilgeliğin had safhasını teşkîl eden mistiklik ile biçimsel-sistemli düşünüş esâslı işlemler alanını oluşturan felsefe. İkisi arasındaki fark, ahlâkın, mistiklikte biçimselleştirilememesine karşılık, felsefede akıl işlemine tâbî tutulmasında yatar. Buradan da hukuk yahut fıkıh ortaya çıkar.
Mistik bilgeliğin temelini hayat teşkil eder. Hayat ile din iç içe yürüyen insan süreçleridir. Zemininde yaşama sürecinin yer aldığı mistik bilgelik, dinle harmanlanmış bir duygu-düşünme hâlidir. Felsefeyse, pınarı bilgelikten öncelikle ahlâk olarak fışkırır. Meslekleşmeden önceki felsefeler, katışıksız, hâlis ahlâk esâslı yaşama bilgelikleriydi. Lao Çe'nin, Gautama Siddharta'nın, Zerdüşt'ün, Pitagoras'ın, Herakleitos'un, Eflâtun el-ilahî'nin, Hz Musa'nın, Hz Hârûn un, Hz İsâ ile Havârîlerinin, Hz Muhammed (kimi Hadîsler) ile Hz Alinin, İbn Arabi'nin, Konyalı Sadreddîn'in, Suhreverdî'nin, Gazalî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ortaya koymuş oldukları biçimselleştirilmemiş ahlâk esâslı mistik bilgeliklerdir ki, bunlara haddizâtında hikmet denilir.
Dolaylı yahut doğrudan tezâhür etmiş ilahî tebliğlerin tefsiri, teşrihi ile vicdândaki teşhiri uğruna gösterilmiş dur durak bilmez gayretlere Pitagoras, Herakleitos ile Eflâtun el-ilahî, "filo-sofiya" demişlerdir. Filo-sofiya, Alîm'in Hikmetine duyulan aşk mesâbesindeki sevgidir. İlkaslî hâliyle filo-sofiya, yaşanarak dışa vurulmuştur. 'Hikmet aşkı' manâsındaki filo-sofiyanın ifâde biçimi, Eflâtun'dan itibâren, öncelikle de Aristoteles'te nesîr tarzında metinleştirilmekle, meslekî anlamda, tarih boyunca tanıdığımız biçimiyle felsefeye dönüştürülmüştür. Bilgelikte yahut hikmette henüz görmediğimiz tayin edici bir vasfı, felsefede görür olduk. Felsefe, demek ki bundan böyle salt aklın biçimselleştirici kalıplarına[3] dökülür olmuştur. Salt aklın biçimselleştirici sürecine tâbî felsefeden bilim doğmuştur.
Hayat boyu edinilen tecrübeler ile dolanbaçlı yollardan, üstelik tahrife uğramış hâliyle algılanmış olan ilahî tebliğlerin, mezcolunarak kamuya mâledilmelerinden mahallî-mevzîi bilgelikler zuhûr etmiştir. Doğrudan doğruya insanlığa seslenen tebliğinse bâtınî tefsirinden, teşrihi ile teşhirinden hikmet ortaya çıkmıştır. İşte, aklın ve gönlün, bu hikmet ateşiyle yanıp tutuşması filo-sofiyadır. Öyleyse felsefenin kendisinden neşet ettiği menbâ, haddizâtında ilahî-dinî kaynaktır. Özellikle 1600lerden sonra Yeniçağ dindışı Batı Avrupa ve bâhusus Çağdaş küresel İngiliz- Yahudî medeniyetleri çerçevesinde felsefe, filo-sofiya kökü kökeninden koparılmış, tam anlamıyla biçimselleştirilmiş işlem dizileri durumuna sokulmuştur.
Felsefenin filo-sofiya menşei, ilahî teblîğle uzvî/organik berâberlik özelliğini taşıdığından, özü itibâriyle cihân~ ve insanşumûldür. Ne var ki, ilahî tebliğ yaşanmak üzre, insana nâzil olmuştur. O, yaşamanın içindedir. Hayatın özüdür, aslı esâsıdır. Hayatsa, zaman ile zemine uygun yaşanır. Sonuçta, filo-sofiya, bağrında, zaman ile zemîne bağlı şartlarda evrensel değerlerin bulgulanması sanatını barındırır. İmdi, biz de burada kadîm felsefe yapma usûlu ile üslûbuna geri dönüyor, felsefemize filo-sofiyayı esâs alıyoruz. Filosofosluk inâyetine mazhar olmadığımızdan, filosofiya âlemine, tabîî ki, girmiyoruz, giremiyoruz. Ama yapmağa, kurmağa gayret gösterdiğimiz felsefenin menbaı olarak filo-sofiyayı görüyoruz. O hâlde filo-sofyamızın kendisinden çıktığı, bittiği İslâm dini ile klasik medeniyeti 'felsefemiz'in de neşvûnemâ bulduğu topraktır, zemindir.
Bu cümleden olmak üzre, kitapta baştan itibâren üstesinden gelinmeğe çalışılan işlerden, önem sırasınca, birinci derecede geleni, klasik İslâm medeniyetinden olan kültürümüzü oluşturan unsurlardan hareketle evrensel geçerliliği bulunan değerleri yakalayıp onların, çağdaş şartlar karşısındaki durumlarını irdelemektir. Müslüman kültürümüz denkleminde taraflardan Müslümanlık, evrenseli; ondan neşet etmiş millî kültürümüzse, tarihî çerçevede yerel/mahallî olanı temsil ediyorlar. Mahallî olan tarihî sürec açısından bakıldığında millî görünür. Denklemi oluşturan taraflardan biri ortadan kalktı mı, ya evrensel ya da mahallî, tarihî bağlamda konuşursak, millî olan yitirilir. Taraflardan birinin çökmesi yahut yitirilmesi, felsefemiz için elzem olan dialektik denklemin bozulması anlamına, gelir.
- "Din, hayattır" demiştik. Hayat, dirim faaliyetleri demek olan yaşamayı aşar. Dirim faaliyetlerinin onanmaz onarılamaz ölçüde çözülüp çöküşüyle başgösteren durum ölümdür. Öyleyse fizik-biotik sürec olan yaşamanın sonu sınırı ölümdür. Oysa hayat, fizik-biotik süreçliliğin ötesine işâret eder. Salt aklın biçimselleştirici işlemlerine tâbî, başta Fransız, İtalyan, Felemenk ile İngiliz olmak üzre, Yeniçağ dindışı Avrupa felsefeleri, insanı, ölümlü, aynı zamanda da ölümlülüğünü bilen ve bunun yarattığı amansız korku ile umutsuzluğu bağrında taşıyan, Yunan sahne sanatından apartılmış bir deyimle, tragique varlık şeklinde anlayıp anlatmışlardır. Hâlbuki Herakleitos'un logosu manâsında idrâk ettiğimiz akıl ile gönülden sudûr bulan filo-sofiya esâslı, Hikmet çıkışlı felsefe, insanı yalnızca yalınkat yaşayan değil, ama ondan çok daha fazla, ölümü-aşmaya-yönelik-hayatla-donanmış-varlık şeklinde algılayıp belirlemiştir. Böyle olan insan, artık doğumdan ölüme yürüyen varlık değildir. Gelgelelim, insanın yaşama-ötesi-hakîkatı, doğrudan doğruya felsefenin inceleme konusu değildir artık. O, mistikliğin sahasındadır.
Hayat, nasıl dirimsel yaşamayı aşmaktaysa, din de hayatın ötesine işâret etmektedir. Toplum-kültür düzleminde insan, ruh - nefs ekseninde yaşar. Kısaca hayat, ruh - nefs ekseninin yaşama boyutundaki ifâdesi ve izhârıdır. Din, ruh - nefs ekseninin bir ucuna konumlanmış nefsin ayrac içine alınıp insanda ruhu tek hâkim güç durumuna getirme cehtügâyretinin kurumlaşmış hâlidir. Dinin aslî görevi, kişiyi ölümle birlikte vucudunu terkedecek olan ruhuna, böylelikle de salt ruh hayatına alıştırmaktır. Dünya hayatı bedenle el ele, kol kola yürüyen nefsin işidir. Lâkin kişinin özünü, kimliğini taşıyan ruh, yeni bir hayatı ifâde eden âhırette artık tek başına söz sâhibidir. Ruh, dünya hayatında nice bilenip güçlenirse, gerek buradan oraya geçişte gerekse oradaki varoluşunda onca rahat eder. İşte Fetişten, Ka.mlikt.an tutunuz da Müslümanlığa dek uzanan kaviste gördüğümüz, rastgeldiğimiz tekmil dinler yahut dinimsi olaylar, insanın dünyadaki hayatını nizâm intizâma sokmak ve onun âhırete intikâlinde arâziyi tesviye etmek gâyesine kilitlenmiş görünürler. Böylelikle din, gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde insanın yaşamasıyla kaynaşmış durumdadır. Bundan dolayı ondan daha önemli bir insan olayı, kurumlaşmış olduğu dönemler ile yerlerde de, daha hayatî bir kurum gösterilemez. O, ters yorumlanır, yanlış tarzlarda yaşanırsa, saadet kapısının anahtarı olacağına, felâketin sebebi olur. Kendi oluşmadan önce bilgelik, sonraysa bizzât felsefe, öncelikle de ahlâk ile metafizik kollarıyla dinden devşirdiği etkenleri tanzîm edip işlemiştir. Felsefe, en çarpraşık metafizik işlemleri sırasında bile, dinle arasındaki sınırı şaşırmadıkca meşrûu zeminlerde hareket etmiş sayılır. Karşılıklı hudut ihlâllerinin sonucundaysa, ya din felsefîleşmiş — Ortaçağ Hırıstıyanlığında gördüğümüz gibi— ya da felsefe dinîleşmiştir —İslâm medeniyetinde karşılaştığımız durum. Ancak, büyük kırılma, esâs arıza Yeniçağ Batı Avrupasında başgöstermiştir. Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetinde doğrudan felsefeden türe/til/miş ideolojiler dinleşmişlerdir: Dünyevî din.
Peki, bahsi geçen sınır nerededir? 'Su ayırım hattı', din ile felsefe arasındaki özlü yapı ve faaliyet (Fr fonctionalite) farklılığındadır. Akılyürütme işlemine dayanarak tarîf ile tasvîr çeşidinden felsefe-bilim, açıklayıcı (Fr explicatif) ve bilgilendirmecidir. Dine gelince; o, kural-koyucudur (Fr normatif). Din, akıl yürüterek, demek ki gerekce göstererek, kanıtlayarak açıklayıcılığa kaydığı ölçüde felsefîleşir. Ötekisi de kural-koyuculuğa yöneldiği oranda dinîleşir.
Felsefe-bilim, akıl-deney yolundan yürüyerek olaylar ve nihâyet bilginin kendi hakkında, bilgilenmeği hedefler. Dinde imândan yola çıkılır. Kimi üstün insanlar, ilme dahî 'kavuşabilir'. O hâlde, felsefe-bilimin tersine, din, belli bir seviyeden itibâren seçmeci ve seçkincidir.
- Bilgi, bir yahut birkaç olayın aid olduğu olaylar kümesindeki yerinin tesbîti ile tefrîkidir. İlim ise, bütünlüğü görme kâbiliyeti ile sanatıdır. Hakîkî din, âdildir. Adâletin hüküm sürdüğü ortamda eşitlik, sâdece âdil yargılanma konumunda görülebilinir. Bahse konu konumun dışında eşitliğin 'borusu ötmez'.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)