İncili Çavuş’un incileri
Efendim, ilim ve irfan ehlinin genel kabulüne göre; "nükte, zekanın terlemesi"dir. Mizah kültürümüzün ve anlayışımızın gezgin mesajlarının ve muhtevalarının taşıyıcı unsurları olan fıkralar; hem bilgeliğin, hem de keskin zekanın eseridir.
Bu alanın sembol isimlerinden biri, hatta birincisi Nasrettin Hoca olmakla birlikte; bizim, İncili Çavuş adlı meşhur bir nüktedanımızın da bulunduğu bilinmektedir. Özellikle saray ve siyaset merkezli fıkralar söz konusu olduğunda; öncelikle O'nun adı akıllara gelmektedir.
Kayseri'nin Tomarza İlçesi'nin Tranşın (şimdiki adıyla İncili) Köyü'nde doğduğu; 16. yüzyılın ikinci yarısı ile 17. yüzyılın birinci yarısında yaşadığı söylenir. 1993 Yılından bu yana; hemşehrileri tarafından, yılda bir sefer, adına atfen kültür-sanat festivali düzenlenir.
Kaynaklardaki kuvvetli rivayetler arasında; iyi bir eğitim gördüğü, Arapça ve Farsça bildiği, hazırcevap bir devlet adamı olduğu, birkaç sefer elçilik görevleri aldığı bilgileri vardır. İlk defa Süleyman Tevfik tarafından derlenen fıkraları arasında; zamanın padişahını hedef alan hicivlerin bile bulunduğu aktarılır.
PADİŞAH MADİŞAH
Bir rivayete göre; İncili Çavuş, "m"li tekrarları çok severmiş. Kullandığı kelimelerin pek çoğunu; başlarına "m" ilavesi yaparak tekrar edermiş.
Günün birinde, devrin Padişahı (muhtemelen Birinci Ahmet) ; bu usul ve üslubun hikmetini anlamaya çalışmış. "Yahu İncili, bıktım senin bu m'li tekrarlarından. Ev'i anladık da mev neyin nesi; elbise tamam da melbise ne demek; padişah belli amma madişah kim oluyor?" diye çıkışmış.
İncili Çavuş, kendisinden bekleneni yapmış; Padişah'ı sorduğuna, soracağına pişman eden bir cevap vermiş. "Hünkarım, ev, sizin saray-ı şahanenizdir; mev, bizim fakirhanemiz. Elbise, sizin sırmalı urbalarınızdır; melbise, bizim pırtılarımız. Padişah, rahmetli babanız olurdu; madişah ise, tabi ki sizsiniz" demiş.
Aslında, bir değerler sistemi ve o değerler sisteminin yaşanma biçimi olan toplumsal yapımız; asırlar boyunca, bozuldukça bozuldu. Önce, "irfan"ımızı "kültür"; sonra, kültürümüz "mültür" oldu.
Her bir "anlam" ya da "değer" kaybında; kültür ve medeniyet binamızın duvarından bir taş düştü. Sözlerimiz değişince duygularımız, duygularımız değişince düşüncelerimiz, düşüncelerimiz değişince davranışlarımız, davranışlarımız değişince alışkanlıklarımız, alışkanlıklarımız değişince karakterimiz, karakterimiz değişince kaderimiz değişti; kişisel, kurumsal, toplumsal "hayat"ımız "mayat" olup harabeye dönüştü.
İŞGAL ALTINDAYIZ
Şunu açıkça kabul ve beyan edelim ki; yanlış bilgilerle akıllarımız, batıl inançlarla ruhlarımız, zararlı gıdalarla bedenlerimiz bozulup ifsad oldu. Gönül coğrafyamız gibi, zihin dünyamız da "sömürge ülkesi" haline geldi.
Hatıralarımızla birlikte, hayallerimizi de ele geçirdiler. Potansiyel enerjimizi kinetik enerjiye dönüştürmemize engel olup; bizi, "kısır" bir ülke ve toplum haline getirdiler.
Çocukluk ve gençlik yıllarımızda; Bakanlıklar arasında, İmar ve İskan Bakanlığı vardı. Bu Bakanlık; isminden de anlaşılacağı gibi, memleketin "mesken" işlerine bakardı.
Anlam ve açılım bakımından, mesken; "insanların içinde sükun buldukları, huzur ve güven içinde yaşadıkları yer" demektir. Kökü ya da kaynağı bakımından; "Biz sizi kadın ve erkek olarak, iki ayrı cins halinde yarattık ki; birbirinizde sükun bulasınız (yani birbirinizi tamamlayıp tatmin olasınız) diye" mealindeki ayet-i kerimeden gelmektedir.
Sonra, onun adını "ev", hatta "konut" yaptık. Kelimelerin, kavramların içlerini boşaltıp sığlaştırdığımız, kısırlaştırdığımız gibi; huzurun ve güvenin yatağı, otağı olan hanelerimizin de içlerini boşalttık.
Sağlık sistemimizin ana unsurları olan "hekim"lerimiz, zamanla "doktor"a dönüşüp; "hikmet"in kaynağından ve kavrayıcılığından uzaklaştılar. İyileşmeyi ilham eden "şifahane"lerimiz, ölümü hatırlatan "hastahane"ler olup; olumsuz algının avlayıcı tezgahına, tuzağına yaklaştılar.
Rahmetli Cemil Meriç'in, "Kamusu olmayanın namusu olmaz" sözü; yaşanan bir olgu haline geldi. Önümüz, arkamız, sağımız, solumuz; tamamen, ecnebi gölgelerle ve görüntülerle doldu.
Dilimizin, kültürümüzün, örfümüzün, adetimizin, yaşayışımızın, "kalıb"ını korur gibi yaptık; fakat, "kalb"ini kaybettik. Evden kaçan asi çocuklar ve gençler gibi, kendi değerler dünyamızdan kopup; bizim için çok yönlü tehditler ve tehlikeler üreten yabancı diyarlara gittik.
Eskiden beri, farkında olup dile getirdiğimiz; tezgahından ve tuzağından kurtulmak ya da kurtarmak için, kesintisiz mücadele verdiğimiz bir temel sorunumuz var. Hayatımızın bütün alanlarında önümüze çıkan ve duyu organlarımız aracılığıyla algı ya da anlam dünyamıza sızan yabancı isimler, sıfatlar, markalar, modeller, sesler, görüntüler, olaylar, durumlar; "kuşatılmış"lığımızın, "işgal edilmiş"liğimizin, "ele geçirilmiş"liğimizin delilleri, ispatları, işaretleri olarak arz-ı endam ediyorlar.
O halde, diğer alanlarda ve konularda olduğu gibi; dil ve kültür alanında da geniş cepheli bir "seferberlik" gerekiyor. Kaybettiğimiz değerleri geri "kazanma", kazandığımız değerleri iyi "koruma" ve bugünün-yarının ihtiyaçlarına cevap verecek yeni değerler "üretme" sorumluluğu bizi bekliyor.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- “Medya mektebi”nin mevzuatı, müfredatı var mı? (20.01.2018)
- Karneler kimin, notlar neyi gösteriyor? (17.01.2018)
- Parsel parsel eylemişler vatanı (13.01.2018)
- Eğitimde “kalite” ve “kariyer” sistematiği (10.01.2018)
- Diplomanız yeni mi? (06.01.2018)
- Stratejik yatırım (03.01.2018)
- Daha iyi bir dünya için... (30.12.2017)
- Noel kimin babası? (27.12.2017)