Hayatı bilmek, hakikati görmek
Tarih boyunca, insanlığa rehber ve önder olarak gönderilen hidayet elçileri; halkın içinden, tanınan ve bilinen kimseler arasından seçilmiş. Tebliğ ve irşad süreçlerinin metodu, usulü, muhtevası; hayatın içinde, yaparak ve yaşayarak öğretilmiş.
Sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknolojik alanlardaki değişimler, dönüşümler de öyle oluşmuş. Hayat, hayatı ve içindekileri bilenlerin öncülüğünde gelişmiş.
Çünkü, tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz. Eğer çarşının içini ve işleyişini bilmiyorsak, evdeki hesap çarşıya uymaz.
Gitmediğimiz, görmediğimiz, bilmediğimiz, emek vermediğimiz yerler bizim değildir. Hayatı ve içindekileri bilmek, hikmeti ve hakikati görmek için; deney, gözlem, tecrübe önemlidir.
Kitab'ı iyi anlamak için, ayetlerin nüzul (vahyediliş) sebeplerine; Sünnet'i iyi anlamak için, hadislerin vürud (ortaya çıkış) sebeplerine bakılır. Olaylar ve durumlar; ortaya çıktıkları zamanla, mekanla, çevreyle, ortamla birlikte yorumlanır.
Emniyet ve adalet sistemindeki olay yeri incelemeleri, bilir kişi raporları bundandır. Sosyal ve siyasal organizasyonlardaki geniş kesimleri temsil etme yahut bünyesinde bulundurma hassasiyeti de bu bakış açısından kaynaklanır.
Mesleki eğitimde eski zamanların yamak-çırak-kalfa-usta-baş usta sistemi ile şimdiki zamanların staj uygulamaları bu tecrübenin sonucudur. Cümle alem bilir ki; tüm işlerde ve işletmelerde, sahanın ve sektörün içinden gelen danışmanlar ve yöneticiler daha başarılı olur.
YÜZME BİLMEYENLER
Rivayet edilir ki; ulemadan biri, İstanbul Boğazı'nın bir yakasından öteki yakasına geçmek için kayığa binmiş. Bir yandan aheste aheste yol alırken, öte yandan kayıkçı ile sohbet etmek istemiş.
Ona ilimden, irfandan yana sorular soruyormuş. Her seferinde "bilmem, bilemem" cinsinden cevaplar alıyor ve arkasından "Eyvah, gitti ömrünün yarısı" diyormuş.
Derken denizde rüzgar çıkmış, giderek fırtına düzeyine ulaşmış. Dalgalar yükseldikçe yükselmeye, kayık battı batacak gibi sallanmaya başlamış.
Bu sefer söz sırası kayıkçıya gelmiş. "Efendi, yüzme bilir misin?" diye sormuş; "hayır" cevabını alınca, "Eyvah, gitti ömrünün hepisi" demiş.
Günümüz aydınlarının ve yöneticilerinin çoğu, yüzme bilmiyorlar. Hayattan ve içindekilerden uzak rahtlarında, tahtlarında oturup; topluma akıl-fikir veriyor, yol-yön gösteriyorlar.
Masa başında yapılan planlar ve programlar, sahaya uymuyor. Tabanın ikazlarını ve itirazlarını, tavanda oturanlar duymuyor.
"BAL YEME" DİYENLER
Hani meşhur bir "bal hikayesi" vardır. Yazılı ve sözlü kültürümüzde, yaşanmış bir olay olarak anlatılır ve nesilden nesile aktarılır.
Çocuğun biri balı çok seviyor, her gün fazlaca yiyormuş. Bundan dolayı vücudunda yaralar, bereler çıkıyor; kendisini rahatsız ediyormuş.
Ailesi her yolu ve yöntemi denemiş, çözüm bulamamış. Hekimlere gidip tavsiyeler ve tedbirler almışlar, işe yaramamış.
En sonunda, birilerinin tavsiyesi üzerine; devrin en büyük alimi İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin kapısını çalmışlar. Lisan-ı münasiple hal beyanında bulunup, durumu anlatmışlar.
Kendilerine herhangi bir çözüm yolu göstermemiş. Sadece, "Şimdi gidin, kırk gün sonra gene gelin" demiş.
Bu işten pek bir şey anlamamışlar ama gene de sözü dinlemişler. Aradan kırk gün geçtikten sonra, tekrar gelmişler.
Büyük alim, çocuğun yüzüne bakıp; "Evladım, artık bal yeme" demiş. O günden ve o andan itibaren, çocuğun bal tutkusu sona ermiş.
Aile efradı bir daha gidip, sebebi-hikmeti anlamaya çalışmışlar. "İlk geldiğiniz gün, ben de bal yiyordum. Kendim bırakmadan çocuğun bırakmasını istersem, sözümün tesirinin olmayacağını biliyordum. Kırk gün kırk gece bal yemedim. Bunun mümkün olduğunu görüp bildikten sonra, ondan da bırakmasını istedim" cevabını almışlar.
Demek ki, kendi deney ve gözlemlerimizle tecrübe edip hakikatine vakıf olmadığımız şeyleri başkalarından istemek, etkili olmuyor. İşte bu yüzden, Allah(cc) Kelam-ı Kadim'de kullarına; "Kendi yapmadığınız şeyleri başkalarına niçin söylüyorsunuz?" diye soruyor.
FETVA VERENLER
Gençlik yıllarımızda duyduğumuz bir anekdot vardı. Bilenler bilmeyenlere, enteresan bir "fetva hikayesi" anlatıyorlardı.
Tesettüre uygun kadın giysileri üreten bir tekstil firması, fıkıh ilmine itibar edilen hocalardan birine gidip; "Tesettürün tanıtımını yapmak caiz midir?" diye sormuş. Umduğu olmuş ve "Elbette caizdir" cevabını almış.
Bunun üzerine, görkemli bir defile düzenlemişler. Camianın ileri gelenlerini davet edip, ürünlerini mankenler aracılığıyla sergilemişler.
Davetlilerden bazıları, duruma tepki gösterip protesto etmiş. Firma sahibi açıklama yapmış, ehline danışıp fetva aldıklarını söylemiş.
İçlerinden bazıları söz konusu hocaya giderek, "Defile için fetva verdin mi?" diye sormuşlar. O muhteremden, "Defile de ne ki?" cevabını almışlar.
Demek ki, hüküm vermek için olayın hikmetini ve hakikatini bilmek gerekiyor. Aksi taktirde, müftü soranın amacına ve usulüne uygun cevaplar veriyor.
Bu durum, hayatın bütün alanları ve konuları ile birlikte, eğitim sektörü için de aynen geçerli. Eğitim politikalarını belirlemek için kanunlar çıkaran siyasiler, yönetmelikler hazırlayan bürokratlar; sahayı ve sektörü iyi bilmeli.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Okullardan neler beklenmeli? (05.09.2019)
- “Fısıltı”lar “fısk”a dönüşüyor (01.09.2019)
- Eğitimde “daha iyi” arayışı (29.08.2019)
- Şiddetin soy ağacı (26.08.2019)
- Atın hasta olduğunu kim, nasıl söylesin? (22.08.2019)
- Toplumsal mutabakatın önündeki engeller (19.08.2019)
- Kelebek vadisi (14.08.2019)
- Uğruna canım kurban (11.08.2019)