Kabuslar ve korkular
Bazı kimselerin adına "fobi" denilen korkuları var. Kendilerinde endişe uyandıran şeylerden olabildiğince uzak durmaya çalışıyorlar. Kimileri; "uçak korkusu" yüzünden, bedava olsa bile hava yolunu tercih etmiyor. Kimileri de aynı sebeple şehirler arası seyahat gerektiğinde çok uzak da olsa havadan gitmiyor.
Biz de iki korkunun oluşturduğu dezavantajlarla uğraşıyoruz. Bir köpekler bir de derin sular hakkında kontrol edemediğimiz bir endişe hali yaşıyoruz.
Çocukluk yıllarımızda at gibi sırtına bindiğimiz çoban köpeğimiz eziyete dayanamayıp kardeşimi yanağından ısırmıştı. Evlendikten sonra bizim çocukların annesi üst üste düşük yapmış kedi, köpek gibi hayvanlardan bulaşan bir mikrobun sebep olduğu anlaşılmıştı.
Acı hatıralar üst üste eklenip bir "korku duvarı" oluşturdu. Ne zaman köpeklerle karşılaşsak içimize oturmuş bir el, savunma mekanizmasını çalıştırdı.
Gençlik yıllarında iki sefer "boğulma tehlikesi" geçirdiğimiz için denize, havuza giremez olduk. Boyumuzu aşmadığından emin olmadığımız yerlerde derin sulara dalamaz olduk.
Buna benzer korkular "toplumsal hafıza" arşivimizde de var. Hayatın pek çok alanında elimizi de dilimizi de bağlayıp bizi pasif, çekingen, zayıf, dirençsiz hale getiriyorlar.
Yaşadığımız sosyal ve siyasal kâbusların oluşturduğu korkuları yenmeden kendimize gelemiyoruz. Öz yurdumuzda ve yuvamızda bile yeteri kadar cesur olamıyoruz.
Bizde yılgınlık, birilerinde saldırganlık müzmin hastalık haline geldi. İnandığımız gibi yaşama özgürlüğümüz, belirli sınırlar içine hapsedildi. Dağdaki gelmiş de bağdakini esir almış gibi. Sesi ve nefesi kısılmaya, tutunduğu dallar kesilmeye çalışılanlar yaşadığımız toprakların gerçek sahibi.
Adamın birinin iyi bir atı varmış ve onu çok seviyormuş. Gündüz işleri tamam olduktan sonra akşamları ahıra götürüyormuş. Bir sabah yanına vardığında görmüş ki fazla tedirgin duruyor. Ayağının birini kaldırmış, sürekli havada tutuyor.
Yara, bere, kırık, çıkık cinsinden bir şey mi var acaba diye bakmış ama bulamamış. Bastırmak için uğraşmış, bir türlü muvaffak olamamış. Çaresiz, baytarı alıp ahıra getirmiş. Gözleriyle baktıktan ve elleriyle muayene ettikten sonra, "Bana bir kırbaç ver" demiş.
Bir kırbaç darbesi vurmuş at şahlanıp kişnemiş. Arkasından o havada tuttuğu ayağını eskisi gibi yere basıvermiş.
Sahibi baytara, "Efendi bu atın nesi vardı, sen ne yaptın?" diye sormuş. "Muhtemelen, rüyasında kâbus görmüş ve uçurumdan yuvarlanıp bacağı kırılmıştı. Sabah uyku ile uyanıklık arasında, o kâbusun tesirinden kurtulamadığı için, bacağının kırık olduğunu zannedip basmıyordu. Ben bir kırbaç darbesi ile uyandırdım, kendine geldi ve ayağını bastı" şeklinde cevap vermiş.
Bizim de ülke ve toplum olarak yaşadığımız nice kâbuslar var. Korku duvarını aşamayanlar, kollarının ve bacaklarının kırık olduğunu zannediyorlar. Artık kâbuslardan kalma korkuların yenilmesi gerekiyor. Bedeli ödenerek elde edilen tüm hakların sahiplerine geri verilmesi gerekiyor.
Horatius'un beyanına göre, "Korku içinde yaşayan adam, asla özgür değildir." Franklin D. Roosevelt'in görüşüne göre ise "Korkulması gereken tek şey, korkunun kendisidir."
Eflatun'a sorarsanız "Korkaklar, hiçbir zaman zafer anıtı dikemezler." Publilius Cyrus'a bakarsanız "Korku, bütün erdemlerin önüne set çeker."
Stanley Jones, "Korku, hayat motoru içine konmuş kum gibidir" demiş. Bertrand Russel, "batıl inançların kaynağı, zulmün de kaynaklarından biri" öngörüsünde bulunarak, "Korkuyu fethetmenin, bilgeliğin başlangıcı olduğunu" belirtmiş.
Yavuz Sultan Selim üç duygu, düşünce ve davranış kalıbından oluşan bir denklem kurmuş. "Cesaret zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ölüme götürür" tespitinde bulunmuş.
Şüphesiz insanın korkması gereken şeyler de vardır ve hatırlamaz yahut hatırlatmazsak doğru olmaz. Kazım Taşkent'in üslubuyla özetleyecek olursak, "Allah korkusunun, ayıp-günah korkusunun, hak-hukuk korkusunun bulunmadığı yerde; insan bulunur amma insanlık bulunmaz."
Ayrıca dikkat edilmesi gereken bir husus daha var. Bazı kimseler "korkaklık" yapıp adına "tedbir" diyor; bazı kimseler de "ahmaklık" yapıyor, "cesaret" gibi gösteriyorlar.
İnsana lazım olan; korkaklık derecesine düşmeyen tedbir, ahmaklık derecesine düşmeyen cesarettir. Akıl yürütmek, fikir üretmek, ölçüp biçerek bilinçli hareket etmek; Allah'ın verdiği en büyük nimetlerden biridir.
Sonuç olarak biz, temelinde mümin imanı bulunan ve şehit kanları ile yoğrulan bir vatanda yaşıyoruz. Asırlar boyu, Hakk'a ve halka hizmeti varlık sebebi olarak gören-bilen bir devletin-milletin şanlı bayrağını ve sancağını taşıyoruz.
Dinin, devletin, vatanın, milletin; hem sadık bendeleri, hem de gerçek sahipleriyiz. Azınlıklarından yahut sığınmacılarından birileri değiliz.
Sırlarımızla tarihin derinliklerinde; sınırlarımızla, gönül coğrafyamızın her yerinde varız. Kimsenin inanışına ve yaşayışına müdahale etmeyiz, ancak inandığımız doğrulara ve değerlere göre yaşarız.
Hiç kimsenin bize had bildirme hadsizliğinde bulunmasına tahammülümüz yoktur. Kâbuslardan arta kalan korkulara da artık gözümüz pek, karnımız toktur.
Herkes için huzurlu ve güvenli bir ülke, toplum, dünya, insanlık âlemi oluşturmanın peşindeyiz. Bize kötülük yapanlara yahut yapmak isteyenlere karşı bile geçmişte olduğu gibi bugün de "iyilik hali" içindeyiz.
Bunu anlamalarını, kavramalarını ümit ve temenni ediyoruz. Algılarını ana fikir haline getirmeye çalışanlara; "Aynada gördüğünüz korkunç yaratık sizsiniz, bizi kendinizle karıştırmayın" diyoruz.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Adamın biri bir gün… (14.08.2023)
- Cuma, Cumartesi, Pazar (11.08.2023)
- Her Kore’ye bir Zübeyir Hoca (08.08.2023)
- Yankı odası sakinleri (04.08.2023)
- Eğitimde cinsiyet ve cibilliyet meselesi (31.07.2023)
- Dinler ile dindarlar arasındaki mesafe (26.07.2023)
- Kaptanlar ve korsanlar (23.07.2023)
- Anahtar kardeşliği (18.07.2023)