Oruç, İstiğnâ ve Şehir
Ramazan ve oruç üzerinde düşünürken orucun öncelikle "bedenin aç bırakılması" demek olduğunu belirtmiştik. Oruçtaki açlık rüknü oruçla ilgili değerlendirmelerde ihmal edilmemesi gereken en önemli meseledir. Çünkü açlık, modern dünyada unutulmuş ve üzerinde durulmamış kadim öğrenme yönteminin ismidir. Binaenaleyh "aç kalmak", teorik yöntemin bazen destekleyicisi bazen ise alternatifi olmak üzere, sistematik bir öğrenme yoludur ve açlık, içerdiği öteki unsurlarıyla birlikte insanlık tarihinde aşina olunan en kadim ve en saygın yetkinleşme yöntemidir.
Oruçta bedenin aç bırakılması doğrudan istiğnâ ve tecerrüd ile ilişkilidir. Orucun istiğnâ ile ilişkisi, insanın Tanrı'yı es-Samed olarak tanımasının yolunu açar. Bu itibarla oruç "samedânî (müstağni kalmak)" ahlâk ve nitelik kazanmak için tutulur, ancak konu sadece istiğnâ ile sınırlı değildir. Es-Samed, ilâhî isimler arasında istiğnâ ve mutlak zenginlik anlamına gelen Tanrı ile âlem ilişkisinin ilk kısmını ifade eder. Dinî düşünce içerisinde Tanrı ve âlem ilişkisi ele alınırken önce O'nun celâl isimleri akla gelir. Celâl isimleri Tanrı'nın müstağni oluşunu, hiçbir şeyle arasında münasebetin ve irtibatın bulunmayışını beyan eden tenzih ve istiğnâ anlamlı isimlerdir. Allah el-Müteâl, el-Ganî, es-Samed ve el-Azîz gibi isimleriyle hiçbir şeyle irtibatlı olmaksızın âlemin varlığını önceler. Dinî düşünce bu ilâhî isimler hakkındaki bir fikirle başlar ve hadis-i şerifte bu mertebe "Allah vardı ve O'nunla birlikte başka bir şey yoktu" şeklinde beyan edilir. "Allah vardı ve başka şey yoktu" ifadesi, gerçekte insan için korku ve umutsuzluk beyan eder. Çünkü bu durumda âlem olmadığı gibi var olması için bir neden de yoktur; insan yoktur ve var olması için neden de yoktur. Buradan çıkan sonuç Tanrı'nın es-Samed yani hiçbir şeye muhtaç olmaksızın ve hiçbir zorlama dahilinde kalmaksızın âlemi var ettiğinin bilgisidir. Umutsuzluğun içinden çıkan umut bu yaratılış bilgisidir.
Tanrı'nın âlemi yaratması seraba rahmet ve kerem (ikram) kabul edilebilir. Bu durumda kerem ve rahmet, Tanrı'nın isimlerinin ikinci kısmını yani cemâl isimlerinin tecellisini ifade eder. Tanrı es-Samed yani hiçbir şeye ihtiyaç olmadan âlemi yaratmaya yönelmiş, âlemi var etmiş, âlem içinde de "gaye varlık" olarak insanı var etmiştir. Yaratılışla birlikte ilâhî isimler arasında bir paradoks ve bu paradoksun yol açtığı belirsizlik ortaya çıkan: Celâl isimleri âlemi istilzam etmezken cemâl isimleri onu var etmeyi gerektirir. Var olma halinde bile âlemi "mümkün" yani "olması ve olmaması bir" derecesinden çıkartmayan şey, ilâhî isimler arasındaki bu paradokstur. Bu durumda âlemin varlığı ve insanın yaratılışı bir istihkak (hak ediş) değil, salt kerem ve lütûf haline gelir ve insanın ibadetlerinin maksadı ortaya çıkar. İbadet bu keremi öğrenmek, bundan dolayı teşekkür ederek hayatın ve var olmanın lutfuna şükürle karşılık vermek demektir.
İşte oruç yaratılışın başlama noktasına dönmek üzere istiğnâ ile ihtiyacı düşünebilmenin kapısını bize açar. Bedenin madde ve besinden istiğnâsını tecrübe etmek üzere açlık yoluna giren dindar, daha sonra "iftar" yani -tıpkı âlemin yokluktan yaratılışı gibi- bedenini gıdalara açmakla ihtiyaca ve var oluşa döner. Bu durumda oruç gerçekte istiğnâ-ihtiyaç, celâl-cemâl gibi farklı ve tezat durumları aynı anda idrak etmek üzere bir tefekkürü ortaya çıkartır. Orucun bireyselliği ve yalnızlığı buradan kaynaklanır. Çünkü bunu ancak insanın kendisi yapabilir, kendi başına bunu tefekkür edebilir.
Bu yönüyle oruç, bütün ibadetler arasında bireyselliği en güçlü ibadet olarak öteki ibadetlerin ana fikrini teşkil eder. En azından ibadetin ana fikirlerinden birisinin yalnızlaşma ve bireyselleşmenin olması gerektiğini düşünebiliriz. Oruç bunu en güçlü şekilde ihtiva ederek yalnızlaşmayı, içe kapanmayı ve durağanlaşmayı sağlar. Haddizatında orucun açlık yoluyla bedenin gücünü azaltmasının nedeni hareketi kısmak, toplumsallaşmayı zayıflatmak, normal zamanlarda daha yoğun olan faaliyetleri asgari düzeye indirgeyerek başka bir alana dikkatimizi çekmektir. O zaman orucun kurucu unsuru olan açlığın, insanı toplumsallaşmanın nedeni olan dayanışmadan, başkalarından istifade etmekten, iş birliğinden geri çeken bir ibadet olduğunu varsayabiliriz. Başka bir anlatımla bedensel ihtiyaçlarımız "toplumsal" olmayı kaçınılmaz hale getirirken orucun kendisi ihtiyaçları zaruri hissetmemek için bizi eğitir. Oruçtaki bireyselliğin en önemli delili Hz. Peygamber'in bu ayın önemli bir kısmını inziva ve halvette geçirmiş olmasıdır. O zaman orucun ne olduğu sorusuna cevap bulabileceğimiz en iyi örneklerden birisi şudur: Oruç, itikaf ile anlamını bulan ve yalnızlık ile bireyselliğin nedeni olan ibadettir.
Peki oruç ve şehir ilişkisi ile oruç ve şehirde ortaya çıkan kültür hakkında ne söylenebilir? Vakıa İslâm geleneğinde şehirde ve toplumsal hayat içinde kültürü oluşturan esas ibadet namazdır. Oruç ile namaz, iki farklı yönden dinî hayatın birey ve toplumla ilişkisini inşa eder. Oruç içe kapanma ve inziva ile bireyi "birey" kılarken namaz ise bir ilan ve gösterme ibadetidir. Orucun gösterilebilecek herhangi bir unsurunun olmayışı onun kültürel formunun veya ürününün olmamasına yol açar. Oruç haddizatında eylemsizliktir ve bir şey yapmamakla oruç tutulur. Namaz ise bunun aksine ilan ve ifşa ibadeti olarak orucun taşıdığı sırrı ifşa ederken şehirde kültürü inşa eder. Ramazanda ise bu kültür, orucun bozulmasıyla birlikte ortaya çıkar. Nitekim şehirde etkinliklerin iftar sonrasında yaşanmasının nedeni budur.
Ekrem Demirli