Beden dinlenir, zihin çalışır
Felsefe tarihinin en etkili ismi Aristoteles metafizik hakkında ilk konuşanların Mısır mabetlerinde kendilerini ibadete vermiş, geçim endişesi taşımayan münzeviler olduğunu söyler. O mabetlerdeki konuşmalar, muhtemelen, Grek filozoflarını etkileyecek, hali hazırda yeryüzünde geleneğini etkili bir şekilde muhafaza edebilen yegane felsefe havzası sayabileceğimiz Grek vasıtasıyla da dünyanın öteki kesimlerine ulaşmıştır. Metafizik ilminde "doğu kaynağı" bahsi üzerinden spekülasyon yapmak mümkün: hem metafiziğin konuları hem yöntemi hem amaçları bakımından kanıtlanması güç iddialar geçmişte ve günümüzde dile getirilmiştir. Semavi dinlerin o bölgelerde yayılmasıyla metafizik ilmi arasında irtibat kurmak Müslüman zihni tarafından kolayca kabul edilebilir. Bununla birlikte metafizik meseleler üzerinde ilk konuşan münzeviler ve yaşadıkları mabetler ile hakiki dinler ve peygamberler arasında nasıl bir irtibat vardı, bunu kestirmek güç. Bazı Müslüman filozoflar ve tabakat ve tarih yazarları bu konularda kaynağını vermeden bir takım değerlendirmeler yaparlar. Onlara göre metafizik ilmi asıl itibarıyla din kaynaklı bir ilimdir. Metafizikte ele alınan konular ile özel bilimlerin konuları arasında bir sürekliliğin bulunmaması öyle bir kanaate yol açmış olmalıdır. Gerçekten de hakiki anlamıyla metafizik aklın veya duyuların bilebildiğimiz bilgi yöntemleriyle ulaşabileceği konulardan özel konulara yönelir ve onları duyu verilerine göre daha kesin bir yöntemle ortaya koyar. Metafizik ile özel bilimler arasındaki süreklilik sorunu düşünce tarihinin en önemli meselelerinden birisiydi. Rönesans sürecinde felsefe temeldin değişirken bu sorundan hareket edildi ve metafizik ilmi bir şiirsellik olarak kabul edildi. İmam Gazali ve bazı sufiler ise metafizikten daha çok ahlak bahislerinde böyle bir irtibattan söz eder. Onlara göre ahlak bahislerinde hakimler bu doğru ve sahih fikirlerini olsa olsa peygamberlerden almış olmalıdır. Bu konulardaki tartışmalar her zaman yapılabilir fakat mevcut bilgilerimizle kesin kanaate varmak güç görünüyor. Artık geçmişteki ehemmiyetini yitirmiş, genel meseleler üzerinde referanssız konuşma alanı haline getirilmiş metafizik hakkında tartışmalar yapmak pek çok kimseye anlamlı bile gelmeyebilir.
Aristoteles'in bu konudaki gerekçesi bilimin ve düşüncenin tabiatını anlamak bakımından kayda değer. Metafizik ilminin o mabetlerde başlamasının sebebi bedenle çalışmayıp kendini ibadete adamış münzevilerdir. Yaşama koşullarının çetin olduğu asırlarda bu tespiti anlamak mümkün: İnsan günlük hayat ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bile büyük emek harcamak zorundaydı. Şehirlere yerleşmiş üst sınıfların dışındaki insanlar ne bir şey üretebiliyor ne geçinmek için bir çare bulabiliyordu. Hal böyle iken bilimle uğraşmak büyük fedakarlık gerektirir. Ancak işin esası ruh-akıl ile beden arasındaki bir karşıtlıkla ilgilidir: Bedenimizin baskısından ve endişelerinden kurtulmadıkça aklımız soyut düşüncelere yönelemez. Bedenimiz dinlenirken zihnimiz esas çalışmasına başlar.
Klasik dönemlerde metafizik bilimlerin zirvesindeki bilimdi. Descartes ve Kant'tan sonra metafizik 'genel konular üzerinde' konuşan bir retoriğe dönerek hakiki anlamını yitirdi. Anlamını koruyabileceği alanlarda ise metafiziğin tarihi metafiziğin kendisinin yerini aldı. Descartes öncesinde metafizik kelimenin hakiki anlamıyla bir ilim idi: mevzusu belli, yöntemi, meseleleri ve maksadı belli bir ilimdi. Müslüman düşünürler ile onlardan önce Helenistik dönemin metafiziğin böyle kesin bir bilim olarak teşekkülüne katkıları büyüktü. Metafizik ilke bilim olması bakımından ilk felsefe diye isimlendirilmiş olsa bile, bu isimlendirme onu ilk öğrenilebilecek bir bilim veya herkesin idrak edebileceği bir ilim haline getirmez. Metafizik ilk felsefe iken bilimler arasındaki yeri ve konumu bakımından son bilimdir: Bu nedenle Arapça ifadesiyle 'ma-bade't-tabia' diye isimlendirildi; tabiattan sonra gelen şeyin ilmi! İnsanlar ancak mantık bilimleri, daha sonra doğa bilimleri, en sonunda matematik-gök bilimi gibi bilimlerin tahsilinden geçerek metafizik yapmaya ehliyet kazanabilirlerdi. Felsefi ilimlerdeki sıralama böyle idi. Bu sıralama aynı zamanda talipler arasında bir azalma demekti. Metafizik ilmini öğrenebilecek insanlar İbn Haldun'un tabiriyle özel kabiliyet sahibi bir guruptan ibaretti. Mısır mabetlerindeki durum böyle bir şey olmalıdır: onlar maişet endişesinden uzak, maişet için ilim yapmayan bir azınlıktı.
O mabetlerde insanların nasıl yaşadığını bilmiyoruz. Lakin dünyanın hemen her yerinde ve her dönemde bilimin himaye edilmesiyle ilgili bilgilerimizden hareketle akıl yürütebiliriz: Bilim faaliyeti ya doğuştan zengin olan "seçkinler' tarafından yapılabilirdi veya zenginlerce tarafından himaye edilen kurumlarda yoksulların uğraşabileceği bir iş olabilirdi. Yoksullar ve köleler öyle kurumlarda 'sadakalar' ile geçimlerini sürdürür, hayatlarını ilme tahsis eder, daha sonra da toplumlarında etkili insanlar haline gelirlerdi. Buna bilim öğrenmek kadar kendini zühde veya ibadete adayan insanları katmak gerekir. İşin bu kısma daha paradoksaldır: Dünyayı terk etmek ve onun nimetlerinden yüz çevirmek üzere –ki nimetlerin en büyüğü itibar ve iktidardır- yola çıkanların önemli bir kısmı, bütün gayeleri dünyada yer edinmek olanların hayal bile edemeyecekleri iktidara ve güce erişirler. Bu da hayatın bir cilvesidir herhalde. Amerika'da Demokrasi isimli ünlü eserinde Tocqueville liberal zihniyette herkes için eşit olan imkanların toplumların zenginleşmesindeki katkısını överken orta asırlarda Avrupa'daki durumu şöyle özetler: Bir insan toprak sahibi bir asilzadedir ve nesilden nesle tevarüs edilen bir zenginliğin sahibi olabilir. Başka bir insanın öyle bir zenginliğe ulaşmasına imkan yoktu. Feodal toplum yapısı bunu engelliyordu. Yazar feodal toplumlarda iktidar sahibi olmanın ikinci yoluna dikkatimizi çerken önemli bir hususa değinir ki, kanaatimce bu tespit Müslüman toplumlar da dahil bütün toplumlar için az çok geçerlidir: Feodal toplumlarda yoksullar, köleler veya alt sınıflar için yukarıya tırmanabilmenin yolu Kilise idi. Kilise'ye intisap eden fakir ve köleler zamanla toplumda etkili bir statü kazanabiliyor, bazen toprak sahiplerinden daha güçlü olabiliyordu. Yazar meseleyi sadece iktidar ve zenginlik açısından ele alıyor; işin bu kısmını inkar edemeyiz. Hem bilim hem "irşat' maksadıyla bile olsa dünyaya geriye dönen zahit ve dindarlar büyük bir iktidarın sahipleri olmuşlardır. Bununla birlikte işi sadece iktidar ve güç meselesi olarak görmek kendini bilime, düşünceye ve ahlaki hayata adamışlara haksızlık olabilir: Bilimin esas meselesi bilimin kendisidir; yani bilmektir. İnsanlar 'natık varlık' olmanın neticesi olarak bilginin peşinde gider, merak eder, öğrenir ve daha sonra bilgileriyle insanlara hizmet ederler. Bu kez bilgi sahiplerine yeni bir imkan sunar, toplumsal düzen bilim üzerinden yeniden inşa edilir, daha önce kendine toplumda yer bulamamış insanlar muteber insan haline gelirler.
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- İslam düşüncesinin genel tasnifi: Hayata kitaptan bakanlar - II (18.08.2018)
- İslam düşüncesinin en genel tasnifi: "Kitabı Sahada Yazanlar" (I) (16.08.2018)
- İslam ve Hristiyanlık: Dinin Devleti ve Devletin Dini (01.08.2018)
- Nübüvvet ve Medeniyet (26.07.2018)
- Hilafet tartışmaları bahsinde Sünnilik ve Şia (24.07.2018)
- İslam ve devlet ilişkileri hakkında (19.07.2018)
- Klasik Düşünce Okulu Yaz Programı (14.07.2018)
- Klasik Düşünce Okulu (12.07.2018)