Çağımızda en üst değer diye öğrendiğimiz 'ölçülebilir başarı' kriteriyle nübüvvet tarihine bakınca, bütün tarih maksadına ulaşmamış mücadelelerin başarısızlık tarihi gibi gelir insana: Peygamber putperestliğe sapmış kavmi doğru yola çağırmak için ısrarla mücadele eder, mucizelerle desteklenen tebliğiyle insanları tek Allah'a ve doğru davranışa davet eder, putlara ve hemcinslerine kulluktan uzak durmaya çağırır. Kendisine iman eden az sayıdaki insanın dışındakilerin helak edilmesi ise naslarda en sık karşılaştığımız hadiselerdendir. Üstelik kurtulanlar biraz sonra tekrar puta tapmaya başlar; yani tebliğ başlanan noktaya döner.
Hz. Adem ile Havva'nın cennetten çıkartılmasıyla başlayıp basit bir iktidar hırsının neticesinde Kabil'in Habil'i öldürmesiyle istikametini gösteren insanlık tarihi Hz. Nuh ile tekrar başa döner. İnsanlığın ikinci babası Hz. Nuh'un yıllar süren tebliğ ve tevhit mücadelesi 'Rabbim ben mağlubum, yardım eyle' diye başladığı noktaya döner. Onun davetinden geride Nuh kanunları diye bilinen yasalar ile insanın bir konuda inat ve ısrarı anlatmak üzere dilimizde bulunan 'Nuh dedi peygamber demedi' deyimi kaldı. Hz. İbrahim hakkında Allah 'İbrahim, bir başına bir ümmet idi' dedi. Babası müşrikti, şehir halkının iman ettiğine dair bilgimiz yok. Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. Lut gibi bir çok peygamberin mücadelesi bundan farklı değildi. Hz. Musa'nın hayatı ise inişler ve çıkışlarla dolu: Tıpkı bir ayna gibi hayatın ta kendisidir. Ölüme lahza kala bir sepete konularak nehre bırakılan bebek Firavun'un sarayında muhafaza edilir (İbnü'l-Arabi onun ismini suyun kenarındaki ağacın dibinde bulunmakla irtibatlandırır). Daha sonra oradan yine bir mekr-i ilahi ile çıkartılarak şehri terk etmek zorunda bırakılır. En sonunda Medyen'e tam bir iflas ve tükenmişlik halinde giderken 'Rabbim! Göndereceğin her hayra muhtacım' dediğinde Hz. Nuh'un sözünü tekrarlamış olur. Peygamber olarak görevlendirilince kendisine iman edenlerle birlikte denizi geçtikten sonra en büyük başarısızlık ortaya çıkar. Firavun'un zulmünden kurtarılan insanlar meğer Firavun'a hayran olmuş, yıllar boyu süren ezikliklerinde Firavun gibi olmak hayalleri kurmuşlardı. Hz. Musa'nın tebliğini şeklen kabul eden insanlar içlerinden Mısırlılar gibi olmak isteyen, onlar gibi buğdayın peşinde koşanlardı. Mazlumların potansiyel zalim olabileceğini oradan öğrendik. Peygamberlerin sınavı nasıl olur bilemeyiz ama belki Hz. Musa'nın mühim sınavı burada ortaya çıktı. Üstelik nübüvvetin esas sırrı da orada zahir oldu. Peygamber sadece bir elçidir ve iman Allah'ın nasibidir. Hz. Musa'nın Medyen'e giderken söylediği cümle ile Firavun'u mağlup ettikten sonra söyleyebileceği cümle aynı olacaktır. Peygamberler tarihinde Hz. Yusuf, Süleyman, Davud gibi hükümdar-vezir peygamberlerden de söz edilebilir, ancak nübüvvetin veya tebliğin insanda karşılığını bulması bakımından durum değişmiyor. Hz. İsa'nın hayatı ise daha farklı: tebliğde neticeye ulaşmak başarı ölçütü ise onun hayatı tam bir başarısızlık. Çarmıha gerilerek cezalandırılmak işin küçük kısmı; kendisine inanan az sayıda insanlardan birisinin ihanetiyle yakalandı. Ancak zulmün büyüğü Hz. İsa'ya uluhiyet iftirası oldu.
Bütün peygamberler arasında Hz. Peygamber'in mücadelesi farklılık arz eder. Bilebildiğimiz kadarıyla nübüvveti bir neticeye ulaşan ve bir şehir kuran tek peygamber Hz. Peygamber idi. Mekke'de başlayan tebliğ mücadelesi yirmi üç sene sonra ikmal olununca geride bir cemaat, değerler ve şehir kaldı. Fakat Allah onun mücadelesini Nasr suresinde anlatırken 'Allah'ın yardımı ve fetih geldiğinde' diyerek insanın aklına gelmeyecek şekilde bize anlatacaktı.
Peygamberler ve Şehir
Müslüman düşünürler bir insanın hakikate ulaşma süreciyle başlayan yolculuğu daha sonra geri dönerek bir şehir kurmakla neticelendirir. Farabi'nin Medine-i fazıla tabiri bütün düşünürlerin müşterek telakkisi şeklinde düşünülebilir. İbn Sina'da tabir daha somut hale gelir ve doğrudan Hz. Peygambere atıf yapabileceğimiz içerik kazanır. Bununla birlikte Müslüman düşünürlerin Grek felsefesinden tevarüs ettikleri hakikat ve şehir telakkisinin tam olarak ne anlama geldiğini anlamak güç. Acaba onlar gerçekten peygamberlerin kurduğu şehirden mi söz ediyor yoksa başka bir şeyden mi söz ediyorlar? Kuran-ı Kerim'den anlatılanlardan neticeye varmak güç. Buna karşı birkaç gerekçe ileri sürülerek nübüvvet ve medeniyet ilişkisi savunulabilir: Birincisi naslarda bize hikayenin bütünü aktarılmamış olabilir. Hz. Nuh, Hz. Musa veya Hz. İbrahim gibi peygamberlerin hayatlarının tümünü bilmiyoruz. İsrailiyattaki bilgiler ise zaten bir kavmin tarihini anlatmanın sınırlarını aşmıyor. Hz. İbrahim'in Allah'a iman, insan ve Allah ilişkisi, yeryüzü ve gökyüzündeki varlıklarla insanın ilişkisi gibi pek çok konuya temas eden sözleri nasıl yorumlanabilir? Bunlar bir peygamberin Allah'ı bulma-anlatma cümleleri midir, yoksa medeniyetin kurucu cümleleri olarak mı göreceğiz? Elimizdeki verilerden bu konuda neticeye varmak güç. Hz. İbrahim'in Mekke'de Kabe'yi yeniden inşa etmesi ile şehrin mabedin etrafında kurulmuş olması bu bahiste en somut veri kabul edilebilir. Buradan yayılan değerler çevresindeki yeni şehirlere kaynaklık teşkil etmiş olabilir. İkinci bir ihtimal ise bize anlatılmamış peygamberleri de hesaba katarak bir medeniyet ve tarih telakkisi ortaya koymak olabilir. Bu durumda nübüvvetin bilinen ve bilinmeyen tarihi "değerler" üzerinden bir araya getirilebilir. Bu konuda bazı tabakat kitaplarında yer alan bilgiler –bilgilerin sıhhat sorunu bir yana- Rene Guenon'un 'tradition' dediği şeye kaynaklık teşkil edebilir. Ancak nübüvvetin medeniyet ile ilişkisi sorunu Müslüman düşüncenin büyük bir meselesi olarak ortada durmaktadır.