Hz. Peygamber'in dar-ı bekaya irtihaliyle birlikte Müslümanların yaşadığı ilk ihtilafa değinmiş, sorunun çözümünün geride bıraktığı mirasa işaret etmiştik. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet terbiyesinde şekillenen ilk neslin feraseti cemaatin birliğini korumuş, Hz. Ebu Bekir'in 'cemaat-devlet' diyebileceğimiz yapının ilk başkanı tayin edilmesiyle Hicaz'ın birliği teminat altına alınmıştı. Buna kelimenin teknik anlamıyla devlet demek zordu; Müslümanlar hakiki anlamıyla devlet mefhumunu Doğu Akdeniz'e yerleşmeyle birlikte tanıyacak, bir devlet olmanın imkan ve sınırlarını kısa zamanda fark edeceklerdi. Bununla birlikte Hz. Ebu Bekir'in halife olmasıyla birlikte Müslümanlar Allah'a ve Peygamberine itaatin yanında ulu'l-emr'e itaatin karşılığını bilfiil görmüş oldular. Ulu'l-emr'e itaat Allah'a ve Peygamber'e itaat ile birlikte zikredildiğine göre, ulu'l-emr'e (yönetici) itaat ibadet hayatının bir parçası haline gelerek İslam ahlak ve ibadet hayatındaki yerini alacaktı. Hiç kuşkusuz daha önce de Müslümanlar ulu'l-emr tabirine aşina idi: Hz. Peygamber cemaatleşmeye ehemmiyet veriyor, pek çok hadis-i şerifte Müslümanları bu konuda ikaz ediyordu. 'İki kişi yolculuğa çıkarsa birini imam seçsin' anlamındaki hadis Hz. Peygamber'in bu konudaki tavsiyelerini özetler. İslam'da ibadet hayatı birçok açıdan 'cemaat' olmayı gerektiriyordu. Her şeyden önce İslam'ın insan telakkisi, merkezinde Allah'a imanın yer aldığı bir şehir ve ibadet merkezli bir örgütlenmeyi iktiza ediyordu. İlk insan, ilk şehir ve ilk mabet (Adem, Mekke ve Kabe) İslam'ın insan telakkisi kadar insanın sosyalleşmesinin istikametini belirleyen kurucu kavramlardı. Bunun yanı sıra namazın cemaatle kılınması veya zekat ve hac gibi ibadetler cemaatleşmeyi iktiza ediyordu. Buna İslam'ın emir ve yasaklarıyla ilgili müeyyidelerin tatbikini eklersek cemaat olmanın zarureti ortaya çıkar. Cemaat varsa ulu'l-emr de olmalıdır. Ancak bunlar anlaşılır şeylerdi; yeni durum, tamamen farklı idi: Her şeyden önce Peygamber geride Kitabı ve Sünneti bırakarak dar-ı bekaya göçmüştü. Şimdi ulu'l-emr kim olacaktı ve onun emir alanı nasıl belirlenecekti? Günümüzde İslam ve devlet ilişkileri ile bu ilişkinin çok önemli bir kısmı olan kamusal alan ve bireyin özgürlüğü sorunu bu ana sorunun bir parçasıdır.
ŞİA VE SÜNNİLİKTE HİLAFET MESELESİ: PEYGAMBER VEKİLİ VEYA MÜSLÜMANLARIN BAŞKANI
İslam tarihinde ortaya çıkmış onlarca mezhep zamanla kaybolurken neden iki mezhep kalıcı hale gelmiştir? Bunun ilk akla gelen sebebi bu iki mezhebin dinin bütünü hakkında bir teori geliştirebilmiş olmasıydı. Gerçekten de Şia ve Ehl-i sünnet bütün öteki mezhepler arasında total bir teori sahibi olmakla ayrışmış, (Mutezile de böyle teori geliştiren üçüncü mezhep sayılabilir), bir tarih ve toplum yorumu ortaya koyarak asırlardır varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Birincisi dini hayatın merkezine Hz. Peygamber'in ailesini yerleştiren Şia (ehl-i beyt taraftarlığı) iken öteki dini hayatın merkezine sahabe uygulamasını içerecek şekilde Sünneti yerleştiren Ehl-i sünnet ve'l-cemaat idi. Her iki mezhep birbiriyle çelişen din telakkisine sahipti, üstelik bu yaklaşımların uzlaşması da mümkün değildir. Her şeyden önce iki mezhebin nübüvvet ve vahiy telakkileri arasında ciddi bir fark vardır; öteki konular bu ilk konunun ayrıntısı sayılabilir. Bu ayrım Müslümanlar arasında ortaya çıkan ilk ihtilafa da yansımış, iki farklı tarih teorisi ortaya çıkmıştı. Günümüzde Şia ile Sünnilik arasındaki değerlendirmelerde sorunun başladığı asıl noktayı göz önünde bulundurmak şarttır. Bu tarih yorumlarının zamanla mı geliştiği yoksa başından beri İslam'da bulunan bir ihtilaf olup olmadığı, ayrı bir meseledir. Ancak üçüncü asırdan itibaren şekillenen teoriler bir hilafet teorisi olmanın ötesine geçerek nübüvvet-vahiy teorisi haline gelerek bir din felsefesine dönüştü.
Meselenin ilk ihtilafla ilgili kısmına gelirsek, Şia Hz. Peygamber'den sonra İslam ümmetinin hakikat ile ilişkisini ele alırken 'kesintisiz nübüvvet' diyebileceğimiz bir teori geliştirdi. Madem insanlar kurtuluş için bir peygambere muhtaçtır, o zaman bütün dönemlerde peygamberin veya onu temsil eden birinin gizli-açık bir şekilde bulunması lazım gelir. Bu nedenle Hz. Peygamber'den sonra mesele Müslümanların başına kimin geçeceği sorunu değildi. Haddi zatında halifelik dünyevi bir meselenin çözümü olarak da görülemezdi. Esas mesele nübüvvetin sürekliliği ve Hz. Peygamber'in vekili kimin olacağı meselesiydi. Dolayısıyla sorun tamamen epistemolojik bir mesele idi. Şia'nın Hz. Ali ve Ehl-i beyt üzerindeki vurgusu buradan kaynaklanmıştı: Onlar Hz. Ebu Bekir'in yerine ve onun 'emir' alanıyla sınırlı bir devlet başkanından söz etmiyordu. Başka bir ifadeyle Hz. Ali Sünniliğin anladığı anlamıyla ilk halife seçilseydi bile sorun çözülmüş olmayacaktı. Mesele kimin ilk halife olacağı meselesi değildi; mesele Peygamber'in irtihaliyle birlikte geride kalan epistemolojik boşluğun nasıl ve kim tarafından dolduracağı sorunuydu. Sünnilik ise Hz. Peygamber ile birlikte nübüvvetin sona erdiğini kabul ederek daha gerçekçi bir tutum takındı. Artık ne vasi ne vekilden söz edebiliriz: Nübüvvet bitmiştir ve geride sünnet ve kitap kalmıştır. Onun yorumu için de içtihattan başka bir yol yoktur. Üstelik içtihat da her zaman itiraza açıktır. Halife ise Müslümanların başkanıdır, onun içtihatlarına da itiraz edilebilir, bir kaosa yol açmadan cemaat'in konuşma alanı muhafaza edilebilir.
Bu din-hilafet yorumundan Şia daha merkeziyetçi ve katı bir toplum anlayışına yönelmişken Ehl-i sünnet görece daha serbest ve tartışmalara açık dünya görüşü ortaya koymuştur.