Bir arkadaşımı görmek üzere görevli bulunduğu Kur'an-ı Kerim Kursuna gitmiştim. Arkadaşım İmam Hatip'i bitirdikten sonra medrese eğitimine dönmüş, bir süre sonra da aynı yerde hocalığa başlamıştı. İçeri girdiğimizde içimi öyle daraltan başka bir mekanda bulunduğumu hatırlamam: Medrese yeni inşa edilmeye başlanan binanın ikinci bodrumunda karanlık bir yerde bulunuyordu. İçerisi güneş görmüyor, sıvasız duvarlarla örülmüş, talebeler kapalı odalarda kalıyordu. Bina tamamlanınca belki daha iyi bir mekana kavuşacaklardı lakin geçici bile olsa öyle bir yerde ilim tedrisi bana dokunmuştu. Gittiğimizde arkadaşım istirahatteydi; uyandırdılar. Yanımıza geldiğinde biraz da uykunun etkisiyle 'saat kaç' diye sordu. Ardından 'gecede miyiz, gündüzde mi?' diye ekledi. Biz de onun sorusunu latifeyle karşıladık, geçmiş yılları yad ettiğimiz bir sohbete koyulduk.
Türkiye'de yüzlerce örneği olan bir binada beni ilgilendiren husus gittiğimiz yerin bir "medrese" olmasıydı. Bu nedenle üzerimde derin bir etki bırakmıştı. Özellikle de arkadaşımın gayr-i ihtiyari "gecede miyiz gündüzde mi?' sorusu aklıma çok takılmıştı. Güneşi görmeyen daracık duvarlara hapsedilmiş olan sadece bir medrese değildi aslında. Uzun bir süreden beri gerçek hayattan koparak kitaplara hapsedilen bir düşünce ve bu düşüncenin güç bela ve büyük emekler altında sürdürülen talim tarzı idi. O binada çetrefilli bir süreçte şekillenen tarihimizi görmüştüm. Müslüman düşünce hayatı uzun zamandan beri tabii şartlarından koparak kitaplara mahpus kaldı. Gerçek dünya ile irtibatı ancak kitaplar üzerinden gerçekleşti. Platon'un mağara benzetmesindeki gibi, kitaplar bu düşünce hayatının mağarası haline gelerek düşünce ile hayat arasında ilk başta inşa edilen dinamik süreç ortadan kalktı. Artık insanlar güneş görmüyor, güneş altında nesneleri tanımıyor, zaman ve mekanı bilmiyor, fakat sadece kitaplardakini öğrenir olmuştu. Birçok hocamdan dinlediklerimi şahit olduğum hadiseye ekleyince zihnimde sorun daha açık bir şekilde tebellür etti. İslam bilimleri ve düşüncesinin durumu tam bu hale gelmişti: Bir hocamdan dinlediğim şuydu: Kitaplardan İslam şehirlerinin isimleri okunur, alim unvanı olarak yer alır, fakat okuyanlar o şehirlerin nerede olduğunu, aradaki gidiş-gelişlerin nasıl gerçekleştiğini bilmez. Tarih okunur, hadiselere atıf yapılır; fakat tarihin hangi zaman ve mekan şartlarında teşekkül ettiği bilinmez; peygamber kıssaları okur gibi tarih okunur. Zaman ve mekan fikrini kaybederek yapılan eğitim bizi hayata daha da yabancılaştırdı. İslam düşüncesiyle ilgilenen biri için bir ağaç kitaptaki bir kavramdır; o ağaç, hadis veya mümkün bir varlıktır veya tikelde tahakkuk etmiş bir tümelin ele alındığı bir mantık sorunudur veya öylesine bir örnektir.
DÜŞÜNCEDEN KOPAN HAYAT VE HAYATTAN KOPAN DÜŞÜNCE
İslam düşüncesinin erken dönemindeki büyük başarısı ve yaratıcılığı üzerinde durmuştuk. Başarının temelinde varlıkla kurulan sahici ve ciddi ilişki belirleyiciydi. Bu süreç nereye kadar varır, bunu kestirmek güç. Belki üç asır, belki dört veya beş asır böyle bir yaratıcılık devam etmişti. Bunun ardından ise artık iş kitaplara ve öğretilere kalarak yeni bir süreç başladı. Artık geçmişteki sahici ilişki yerini kitap üzerinden kurulan ve dille aktarılan bir ilişki biçimine bıraktı. Hiç kuşkusuz herhangi bir bilim ve medeniyet havzası için üç asır uzun bir süredir. Grek felsefesi ekseninde şekillenen bilim ve felsefi hareketin seyrine baktığımızda da benzer durum görürüz: Hindistan'da benzer tarihlerde aşağı yukarı aynı sürecin yaşandığı bilim tarihi eserlerinden okuyoruz. Bir filozofun mağaradan çıkarak inşa ettiği felsefe sistemi mağara tehlikesini sonraki nesiller için ortadan kaldırmıyor. Birkaç nesil sonra hatta bizzat o filozofun –mesela Platon- döneminde de mağara varlığını sürdürüyor. Üstelik bu kez daha meşru ve daha rafine bir üslupla mağara varlığını muhafaza ediyor. Bu süreçte mağaradan çıkmış filozofun tedris ve talim ettiği yoldan yeni mağara ortaya çıkıyor ve insanlar o mağara şartlarında bilim yapıyorlar. Orada da kitapları varlığın yerini alıyor, hakikati anlatan yegane yol kitapları takip etmek haline geliyor. "Skolastik" düşüncenin en önemli sorunu budur.
İslam düşüncesinde de benzer durum yaşandı. Burada başlama noktası paradoksal bir şekilde medreselerin yaygınlaşması olarak düşünülebilir. Bu süreçte iki şey oluştu: Birincisi medreselerin yaygınlaşmasıyla ortalama bilgili insan zümresi diye bir şey ortaya çıktı. Bu daha önce yoktu, medreseler ve onunla paralel bir şekilde çoğalan tekkelerin burada rolü vardır. İkinci mesele ise bilgide otoritelerin oluşmasıyla birlikte yeni bilgi anlayışları ve yeni yöntem arayışlarının önü kapandı. Buna bağlı olarak da zorunlu olarak şarihler ortaya çıktı. Belki bütün düşünce geleneklerinde en çok şarihlere haksızlık yapılır, biz de öyledir. Şarihler dönemi deyince düşüncenin neredeyse bittiği bir süreç aklımıza gelir. Bu yaklaşım isabetli olmayabilir. Fakat kabul etmek gerekir ki bir düşünceyi üretmek ile onu yorumlamak veya daha iyi bir üslup içinde aktarmak aynı şey değil. İslam düşüncesi içerisinde "şerh dönemi" belki bütün disiplinler için ayrı süreçlerde ele alınması gereken çok önemli bir problemdir. Şu kadarını söylemek gerekir ki, bu süreç çok erken bir tarihte başlamıştır. Mesela tasavvuf üzerinden meseleye bakarsak, Cüneyd-i Bağdadi (öl. 293 hicri) sonrasında ortaya çıkan tasavvuf anlayışı aslında tasavvufun birinci şarihler dönemidir. Ebu Nasr Serrac, Kuşeyri gibi isimler yaklaşık bir buçuk asır süren sahada ortaya çıkan tasavvuf anlayışını inşa eden "üstatları" şerh ettiler. Benzer durum fıkıh, kelam, dil bilimleri ve felsefe için düşünülebilir. Günümüz İslam düşüncesinde tıkandığımız nokta da tam burada ortaya çıkıyor: Kitapların dışında düşünceyi takip edebileceğimiz bir yöntem geliştiremiyoruz.