Tasavvuf ve Tevhit: Allah’ın Birliğine ve Kemaline İman
Tasavvuf üzerindeki yazı ve konuşmalarda en şaşırtıcı olanı, tarafların görüşlerindeki çelişik ve tutarsız değerlendirmelerdir. İslam'da hiçbir bilim veya disiplin üzerinde tasavvuftaki kadar ölçüsüz ve mütenakız söz söylenmiş değildir. İlk dönem tasavvuf tarihçisi Ebu Nasr es-Serrac'ın 'tasavvufu övenler ifrat derecesinde överken yerenler çok abartılı yerer' sözünde değişme olmamış gibidir. Tasavvuf taraftarları onu dini doğru anlamanın yegane yolu veya hakikatin kapısı sayarken mütereddit veya çekimserler ise tasavvufu İslam toplumunun geçmiş ve hali hazırdaki sorunlarının ana kaynağı addeder. Çelişkili hükümlerin ortaya çıkmasının nedenlerinden birisi, din bilimleri alanında 'fıkıh-kelam' ekseninde yer alan 'tamamlanmış olmak' inancıdır: Din bize yükümlülükler getirmiş, bu yükümlülükler söz konusu bilimlerce tespit edilmişken yapılması gereken, belirlenmiş kurallara göre bireysel ve toplumsal hayatı tanzimden ibarettir. Dinde bunun ötesindeki her arayış lüzumsuz bir gayret, neticesiz bir ayak sürüme ve sorumlulukları sulandırmaktan ibaret olabilir. Tasavvuf hakkındaki en müfrit yorumlar ise din bilimleri alanında ihtisası olmayan tasavvuf taraftarlarından gelir. Onlar için tasavvuf dinin 'kabuk' kısmının aşılmasıyla ulaşabilecek derin bir sır ve 'ummandaki incidir. ' Bilgiden çok duygusallıktan beslenen ve birbirini himaye eden böyle yorumların önüne geçilemez, hiç kuşkusuz; ancak tasavvufu İslam düşünce ve bilim hayatındaki gelişim seyri içinde daha doğru yorumlayan ve literatürü daha iyi temsil eden düşünceleri tanımak, iki uçtaki yaklaşımları marjinalleştirerek etkisiz hale getirebilir.
Gerçek ve Karıştırma: Sufiler, Cebriler ve Ötekiler!
Halveti-Şabani şeyhlerinden Mustafa Çerkeşî padişah ikinci Mahmûd'a sunduğu laihada tasavvuf hakkında şu tespitte bulunur (risaleyi Dr. Sacid Arı'nın doktora tezinden tanıdım, kendisine teşekkür ederim): "Tasavvuf maksadı tevhit olan bir ilimdir.' Biz Müslümanlar Allah'a iman ettik dediğimizde sadece O'nun varlığını kastetmeyiz; O'nun var olma keyfiyeti ile birlikte alemin varlığının ardından ortadan kalkmayan mutlak birliğine dikkatimizi veririz. Muhakkik sufiler dini düşüncenin ana meselesini tevhit ilkesi olarak görür. Çerkeşi'nin cümlesi bu demektir. Onlara göre Allah'ın varlığı müsellem bir kaziyeyken tevhit veya birlik Allah'ın mutlak birliğinin alemin veya insanın varlığı ve fiilleriyle sınırlanmaması demektir. Bu itibarla Allah'ın birliği, determinizmin reddedilmesi başta olmak üzere tabiat fikrinin aşılması ve insan ve nesnelerin özgürlüğünün sınırlanması –bazen ortadan kalkması- gibi bir takım neticeleri istilzam eder. Çerkeşi şöyle devam eder:
'Sufiler tevhidi üç kademede ele alır: Birincisi tevhid-i efal dedikleri fiillerin birliğidir. Onların bu bahisteki görüşleri genellikle Cebrilik ile karıştırılır.' Fiillerin tevhidi insanın ve Allah'ın fiillerinin irtibatını izah ederken ortaya çıkan kavramlaştırmadır. Allah fiillerinde özgür ise insan nasıl özgür olacaktır? İnsan veya doğa özgür ise Allah'ın özgürlüğü sınırlanmış olacak mıdır? Dini düşüncedeki ilk büyük tartışmalardan birisi insanın özgür faaliyet alanı var mıdır yok mudur meselesinde odaklanmıştı. Yükümlülüğün şartının özgürlük olduğunu savunan Mutezile ile insan özgürlüğünü kategorik olarak reddeden Cebriler iki ucu temsil ederken öteki ekoller iki uç arasında sıralanmıştı. Tevhid-i efal insan fiillerinin ve özgürlüğünün Allah'ın fiillerini sınırlamayacağını savunur. Bu bahiste en güçlü ifade la-faile illa-Hu yani Allah'tan başka fail yoktur cümlesi seyr ü sülukun merhalelerinden birisini anlatır. Çerkeşi sufilerin fiillerin tevhidi sözlerinin Cebrilik ile karıştırıldığını söyleyerek muhakkik sufileri cebri anlayıştan ayrıştırmak ister.
Hiç kuşkusuz tevekkül ve rızadan söz ederken sufilerin sözlerini cebrilikten ayrıştırmak güçtür; sadece onlarınkini değil, Ehl-i sünnet'in 'kesb' teorisini de ayrıştırmak güçtür. Mutezile ancak kadim sıfatlar fikrini reddettikten sonra insan özgürlüğüne bir alan bulabilmişti. İlahi sıfatların kadim olduğunu kabul eden herkes az çok cebri ithamına maruz kalır. Bununla birlikte Ehl-i sünnet ve onları takip eden sufilere göre insanın özgürlüğünü açık bir şekilde izah edememek onun yükümlü olmadığını göstermez. 'İnsan her halükarda sorumludur' ilkesi Ehl-i sünnet'in ve bu bahiste onları takip eden muhakkik sufilerin kanaatidir.
Çerkeşi'nin dikkat çektiği ikinci mesele 'sıfatların birliği' hakkındaki görüşleridir. Çerkeşî sufilerin tevhid-i sıfat hakkındaki sözlerinin 'hulul' inancıyla karıştırıldığını söyler. Hulul inancı Müslümanlara başta teslis inancı olmak üzere Tanrı ile insan arasında tedahülü savunan ekolleri çağrıştırır. Bu nedenle hululi ithamı ağır bir ithamdır ve kişiyi tevhidin dışına çıkartabilir. Bununla birlikte İslam geleneği içinde tevhidin bu kısmını ilkinden ayrıştırmak güçtür. Çünkü İslam'da ilahi sıfatlar ile ilahi fiilleri ayrıştırıp sıfatların birliğinden söz etmek izahı güç bir takım izahlara bağlıdır. Kelamcılar için sıfatlar bahsinde tevhitten söz etmek, ilahi sıfatların kadim olmasının Allah'ın zatının birliğine zarar vermemesi demektir. Sufiler ise ahlaki yetkinleşme sürecinde daha ilerisindeki tevhid yorumuna ulaştıklarını düşünürler. Bu birlik türünü fena ve müşahede kapsamında ele alırlar; fakat tasavvuf tarihinde ortaya çıkan tartışmaların önemli bir bölümü bu alanla ilgilidir. Çerkeşî onların sözlerinin 'hululilik' ile karıştırılmaması gerektiğini söyleyerek sufileri böyle bir ithamdan kurtarmak ister.
Üçüncü mesele ise tevhid-i zat meselesidir. Tevhid-i zat Allah'ın zatının ve mutlak birliğinin alemin varlığıyla hatta ilahi sıfatlar sebebiyle bozulmaması demektir. Bu birlik karsısında başka bir şey veya sıfat veya fiil düşünmek söz konusu değildir. Çerkeşî Mustafa Efendi sufilerin bu bahisteki sözlerinin 'ittihat' fikrini savunanların görüşleriyle karıştırıldığını söyler. İttihat Tanrı ile alem-insan arasında bir olmayı savunan panteist telakkilerin genel ismidir. Vahdet-i vücud hakkındaki en yaygın ithamlardan birisi onu panteist Tanrı-alem yorumu sayan görüşlerdir. Çerkeşi bu ithamı reddederek tevhid-i zat'ı müslümanların tevhid yorumlarından birisi kabul eder.
Her üç konu hakkında daha sonra müstakil yazılar yazmayı umut ederek yazımızı şu cümleyle bitirelim: Çerkeşi'nin tespiti yerindedir. Vakıa bütün tasavvuf bir tevhit mücadelesinden ibarettir. Sufilerin bu bahiste dini düşünceye getirdikleri en önemli katkı, ahlak ile idrak-akıl arasındaki irtibatı tespit ederek tevhidin ancak yüksek ahlak sahiplerince idrak edilebileceği iddiasıdır. Başka bir ifadeyle doğruluk, merhamet, adalet, cömertlik gibi erdemlerle mücehhez olmak bireysel veya toplumsal hayatta faydaları ortaya çıkan bir ahlak meselesi değil, Allah'ın birliğini anlamanın (marifet) istilzam ettiği idrak ve akıl seviyesidir. Bunun dışındaki her anlama çabası Yunus'un ifadesiyle 'ha bir kuru emektir.'
Ekrem Demirli
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Asırlık bir müktesebat heba olmadan: İlahiyat fakültelerini açık öğretim fakültesi yapmak (10.02.2019)
- Bir duygu ve bir erdem arasında sevgi (29.01.2019)
- Sevmek ve talep üzerinde: Olmayanı sevmek ne demektir? (28.01.2019)
- Var olma tutkusu: Uluhiyet ve insanın en güçlü arzusu (30.12.2018)
- Hz. Peygamber’in doğumuyla ilgili mübalağalı anlatımlara nasıl bakmak gerekir? (30.11.2018)
- Mevlid-i Nebi hakkında (27.11.2018)
- Olabilecek âlemlerin en mükemmelinde mi yaşıyoruz? (21.10.2018)
- Gayreti önceleyen umut (19.10.2018)