Tasavvuf 'insanın kendisini tanıma ilmi' anlamında marifetü'n-nefs, yani nefsi ahlaklanma yoluyla tanımak diye isimlendirilir. Tabire 'ahlak' kelimesini katmamız marifet kelimesinin öteki bilgi türlerinden ayırt edilmesini gösteren kökeninden gelir; marifet ahlaklanmak ve davranış yoluyla kazanılan bilgi ile zihinsel bilgi anlamındaki 'ilim'den ayrışır. Tasavvufun ikinci lakabı ise marifetullah, yani ahlaklanmak yoluyla Allah'ı tanımaktır. Bir disiplinin iki isimle anılması nefsi tanımak ile Allah'ı tanımak arasındaki irtibattan kaynaklanır. Birinci isim yol ve yönteme gönderme yaparken ikincisi gayeye göre tasavvufun tanımlanmasıdır. Bu durumda 'kendini bilen Allah'ı bilir' şeklinde bir önerme ortaya çıkarak nefsi tanımanın sağlamasını bize gösterir: Allah'ı tanımamış bir insan kendini tanımış değildir. Tasavvufun dinamik varlık anlayışı dahilinde gaye bir anda yönteme dönüşerek 'Allah'ı bilen kendini bilir' şeklinde ikinci bir önerme ortaya çıkar; bu ise Allah'ı tanımanın bir bereket olarak hayatımızı yönlendirmesi ve varlığımızı tahkim etmesi demektir. Bu durumda gaye Allah'ı bilmek midir, yoksa nefsi bilmek midir meselesi tasavvufun karmaşık konularından birisi haline gelir. Her iki durumda da marifetü'n-nefs veya marifetullah, ahlaklanmak ve amel etmek yoluyla iktisap edilen bilgiyle nefsi ve Allah'ı tanımak diye açıklanabilir.
Haddi zatında insanın tüm zihinsel faaliyetleri kendini tanımak gayesinde toplanabilir. İnsan kendini tanımak üzere öğrenmeye başlar, dili ortaya çıkartan bir süreç dahilinde kendini ayrıştırdığı çevresini öğrenir, duyulur dünyaya göre daha soyut gözlemlere ve akıl yürütmeye yönelerek kendini tanır. Bu süreçlerde düşünceyi yönlendiren ana sâik insanın kendini tanıma arzusu ve belki mecburiyetidir. İnsanı düşünce ve öteki faaliyetlerinde yönlendiren ana saikin ne olduğu öteden beri tartışılmıştır. Modern dönemlerde bazı düşünürler insanı yönlendiren ana saikin iktidar arzusu, şehevî arzu veya 'üstünlük duygusu' olduğunu iddia etmiştir. Böyle tespitler insana makul geliyor, daha önemlisi çelişkili görünecek saikler uzlaştırılabilir; fakat insan hakkında kurabileceğimiz her cümle ana bir ilkede toplanır: insanın var olma tutkusu! Var olmak ve varlığımızı sürdürme tutkusu davranışlarımızı yönlendiren en genel ve kurucu ilke olarak arkada bir yerde sürekli kendini korur. Her insan için öteki gayeler ve saikler ikincil kalır; bir saik var olma arzumuzu ne ölçüde temsil eder veya ona ne ölçüde hizmet ederse ilke olmaya o derece yaklaşır.
İnsanın var olma arzusunun onu nasıl harekete geçirdiğine dair okuduğum en iyi metinlerden birisi büyük sufi Ruzbihan el-Bakli'ye aittir. Meşrebü'l-ervah, yani ruhların meşrebi/bilgi yolları isimli ünlü eserinde Bakli bize insanın var oluş bilgisine ulaşmasıyla birlikte yaşadığı büyük coşku ve heyecanı anlatır. Bu öyle bir tutkudur ki insanın gözünü perdelemiş, onu rububiyet makamında, yani hakiki ve gerçek varlık ve iktidar sahibi olma hususunda Allah'a kafa tutmaya yöneltmiştir.
VAR OLMA TUTKUSU VE GERÇEKLER: İÇİMİZDE BİR UKDE OLARAK KALAN TANRILIK
Ruzbihan Bakli şöyle der: "(İlahi surette yaratılmış) Ruh Allah'ın özellikleriyle nitelenince kendinde büyük ruhu buldu (yani kendini tanıdı). Kendini tanımakla coştu ve heyecanlandı." Bu cümle hiç kuşkusuz geçmiş bir ana atıf yapmaz; kendimizi bilmemiz ve kendimizi tanımamız bizi harekete geçiren en önemli saik olarak her daim bizde saklı bir bilgidir. Bu itibarla Bakli'nin sözünü ettiği şey her bir kişi için geçerli olmak üzere insanın var olma bilgisi ve bunun ortaya çıkardığı heyecandır. Bakli bu coşkunun neticesindeki durumumuzu anlatırken şöyle der: "Öyle bir hale geldi ki insan rububiyet hakkında Allah ile didişmeye başladı." Bu hususta Bakli'nin bir delile ihtiyacı da yok; her insan bu sözün şahidi olarak kendini bilebilir. Her birimizin arzuladığı gücün sınırı da yok; arızî durumlar güç arzumuzu sınırlasa bile peşinde olduğumuz gücün bir sınırı yok; Bakli'ye göre ilahlık iddiası bunun en iyi örneğidir.
Buraya kadar söyledikleri insanın var olma arzusuyla insanın gösterdiği cüretle ilgiliydi. Her bir insan 'ilah olmak' istiyor ve varlıkta esas olanın kendisi olması gerektiğinden tereddüt göstermiyor. Heves ile gerçekler uyuşmadığında noktada ise insanın trajedisi başlıyor. Bakli şöyle der: "Hak ruhun coşkunluğunu görünce rububiyet makamına dönerek zatından ruha izzet makamından tecelli etti. Öyle ki ruhu saltanat ve büyüklüğü karşısında eritti. Bunun üzerine ruh zatın tecellisi karşısında ezik ve kırık bir halde geri döndü."
Bunun anlamı şudur: Allah uluhiyetin kendisine mahsus olduğunu insana gösterince benliğimiz varlık korkusuna kapıldı. Rububiyete ulaşma imkanını görmüşken bir anda varlığını yitirme korkusuna kapılarak sindi ve geri çekildi. Allah karşısında yaşanan bu tecrübe –biz bilelim veya bilmeyelim- her birimizin derinliklerinde bir varlık bilgisi şeklinde saklanır; her birimiz sonsuz kudret ve ölümsüzlük arzularken bu bilgiye şahitlik ederiz. İnsanın ikinci durumda yaşadığı korku ise onun ilahi iradenin gereğini kabul etmesini sağlar ve insan kulluk makamına yerleşir. Burada şöyle bir paradoks vardır: Var olma tutkumuz bizi rububiyete ortak olmaya sevk etmişken (cüret) varlığımızı koruma konusundaki gerçekçiliğimiz bizi kulluk makamına mecbur eyledi (akıl veya şecaat). Bakli şu ayet-i kerime ile meseleyi izah eder: "Rabbi dağa tecelli edince, dağı parça parça kıldı ve Musa bayıldı." Burada sufilerin Kur'an-ı Kerim yorumculuğunun nefis örneğiyle karşılaşırız: Gerçekte Hz. Musa'nın talep ettiği şey, hepimizin mutlak hakikat karşısındaki talebimizdir. Her insan gibi hakikati –Hak- görmek ve tam olarak idrak etmek istiyoruz. Varlığımız ancak böyle mutmain olabilir. Fakat Mutlak'ı görmek imkansız!