Voltaire'in Fransız edebiyatının başyapıtlarından sayılan Candide'i Leibniz ile özdeşleşen iyimser varlık anlayışının alaycı bir üslupla eleştirisidir. Eserin basit ve anlaşılır bir dille yazılmış olması çetin felsefi bir sorunun geniş kesimlere aktarılmasını sağlamış olmalıdır. Kitabın kahramanı iyimserlik fikrine safiyane bir şekilde bağlanmış biridir; bir dünya yolculuğunda ise "şer/kötülük" olgusuyla yüzleşerek filozofların gördüğü rüya ile yaşanan hayattaki çelişkiyi fark eder. Voltaire'e göre filozoflar iyimser bir varlık anlayışını anlatsalar bile, yaşadığımız hayat kötülüklerle ve sıkıntılarla maluldür. "Olabilecek alemlerin en mükemmelinde başımıza gelmeyen kalmaz.' İyimserlik belki sadece hayalde karşılığı olabilecek bir kendini aldatma ve gerçekliğin baskısından kaçma çabasından öte anlam taşımaz. Gerçekte hayatta kötülükler vardır, düzensizlikler, zulümler, hastalıklar, kederler vs. vardır. Bu karamsar bakış açısının –tabii ki sahipleri gerçekçilik diyecektir- çağımızda olduğu kadar kadim zamanlara kadar gide derin kökleri vardır insanlık mirasında.
Vakıa insan kendi hayatına veya başka insanların hayatına baktığında, dünyayı "olabilecek alemlerin en mükemmeli' diye görebilir mi? Kaç insan kendi hayatına ve tecrübesine atıfla 'olabilecek alemlerin en mükemmelinde' yaşadığını söyleyebilir? Günlük hayatta kötülüklere şahit oluruz, içinden çıkamadığımız durumlar, hayal kırıklıkları, acılar, hastalıklar, başarısızlıklar yaşarız. "Olabilecek alemlerin en mükemmelinde" insanın insana yaptıkları ise işin açıklanması en çetin kısmını teşkil eder. Böyle mükemmel bir alemde insan niçin bu kadar hırslı, bencil, yıkıcı ve zalim olabiliyor? Hülasa yaşadığımız hayat arzularımıza ulaşamadığımız ve mahzun ve başarısız bir şekilde içimize döndüğümüz, kendimizi veya başkalarını suçladığımız bir elem ve üzüntü yurdundan öte nedir? Hal böyleyken filozoflar gerçekte ne demek istemiş olabilir? Olabilecek alemlerin en mükemmelinde yaşamak, daha kötüsü olabilirdi anlamında gizli bir karamsarlık mı ima eder? Yoksa filozoflar –İslam geleneğinde ise bilhassa sufiler- gerçekliğin baskısından azade bir şekilde bir hayal aleminde mi yaşıyor? Bu sorular geçmişte olduğu kadar günümüzde de anlamından bir şey yitirmemiş, hemen her insanın az çok kendi içinde karşılığını bulduğu sorulardır.
MÜSLÜMAN DÜŞÜNCEDE İYİMSERLİĞİN KÖKLERİ
Leibniz ile özdeşleşen iyimser varlık görüşü yaşadığımız dünyayı "olabilecek alemlerin en mükemmeli' şeklinde betimler. Tabir Müslüman düşünürlerin metinlerinde 'leyse fi'l-imkani ebde' mimme kane (olandan daha mükemmeli imkan dahilinde değildir)' şeklinde zikredilir. Alemin mükemmelliği düşüncesi yeni-Platoncu sudur teorisine kadar giden izlere sahip olsa bile, farklı disiplinleriyle Müslüman düşünürlerce kabul edilir. Günümüzde bir çok Müslüman bu düşünceyi Gazali'nin eserlerinden tanıdı. Halbuki iyimser varlık teorisi Gazali'ye ait olmadığı gibi düşünceyi savunanların bir bölümü ile Gazali'nin uzlaşması da söz konusu değildir. Bununla birlikte Müslüman toplumlarda iyimser varlık teorisinin yayılmasında Gazali'nin önemli bir yeri vardır. Gazali'nin Kimya-i Saadet ve başka eserlerinde aktardığı cümleler Müslümanların iyimser varlık teorileri hakkında ittifak ettikleri düşünceleri açıklar.
İyimser varlık anlayışı ile Allah'ın varlığını kabul etmek arasında güçlü bir irtibat vardır. Allah'ın varlığını kabul etmek insanın en büyük talebine ve sorusuna bir cevap teşkil etmektir. Gerçekte iman ile biz en büyük soruna bir cevap bulduğumuzu düşünür ve bu nedenle bir emniyet hissine kavuşuruz. Bu cevapla birlikte nihilizm veya onunla eş anlamlı anlayışlar insan için mecburi bir istikamet olmaktan uzaklaşarak daha ikincil alanlara doğru kayar. Mevlana'ya nispet edilen (Mevlana bunu Konevî'den aktarır galiba) bir cümleyi serbest bir şekilde yorumlarsak 'Allah mananın ta kendisidir' diyebiliriz. Vakıa Allah'tan söz etmek ve O'na iman etmek anlamlı bir hayatı kabul etmek ile eş anlamlıdır. Bu sayede hem kendi hayatımız hem bütün varlık bir istikamet ve maksat kazanarak boşluğun bizi savurmasından kurtuluruz. Allah'ın varlığının kabul edilmesiyle kapalı ve karanlık düşünceler yerini açıklığa ve berraklığa bırakır. Bu durumda dünya kapalı bir han veya zindan veya karanlıklar yurdu veya şeytanın hakimiyet alanı olmaktan çıkarak bütün varlık ve insanın hayatı anlamlı bir hikayeye dönüşür. Müslüman düşüncede nur ve onunla ilgili kelimelerin belirleyici bir rol oynaması buradan kaynaklanır. Allah'a inanmak alemi ve varlığı aydınlatır. Biz Allah'tan söz edince bilinmezlik ve onun doğurduğu bunalım ve korkular üzerimizdeki etkisini yitirerek daha sınırlı bir alana doğru gerilerler. Daha doğru bir anlatımla inançsızlıktan kaynaklanan korkular ve kaygılar, ikinci durumda, varlık bilgeliğine mutabık bir hayat sürdürüp sürdürmediğimiz endişesine yerini bırakarak ahlaki bir mücadeleye bizi icbar eder: yüksek erdemlerle mücehhez ahlaklı bir hayat bu varlık bilgeliğinin bize gösterebileceği tek kurtuluş çaresidir. Artık kaygı ve endişelerimiz anlamsızlık ve yokluk kaygısı değil, ahlaki bir varlık olup olmamak kaygısı olarak bizi talebe sevk eder. İyimserliğin ilk ve önemli sebebi budur: Bir Allah'a inanmanın getirdiği itminan, iman ve itimat duygusu! Üstelik Allah sadece bizim Rabbimiz değildir; bütün alem ve onun içindeki her bir tikel şey ve hadise O'nun mülküdür. Bu durumda varlık hakkında konuşmak sahibi olanın fiilini ve iradesini hesaba katarak konuşmak olmalıdır. Bu durumda biz alemi idrak etmeye çalışırken insan merkezli bir dünyadan hareket edemeyiz. Varlığın merkezinde Allah vardır ve mana Allah'tır. Müslümanların iyimser varlık teorisinin en önemli sebebi budur.