Müslüman takviminin yeni senesine girdik. 1440 sene önce Hz. Peygamber'in etrafında teşekkül etmiş küçük cemaat tebliğin ve dini hayatın imkanlarının tükendiği ana vatanlarından ayrılarak Medine'ye doğru yola çıkmışlardı. Müslümanların hayatında derin izler bırakacak hadiseler bu süreçte yaşandı. Bu nedenle hicretin bereketinin her zaman Müslüman toplumda varlığını sürdürdüğüne şahitlik ederiz. Bilhassa tarikatların teşekkülüne referans noktası sayılan Hz. Ali'nin fütüvveti ile Hz. Ebu Bekir'in mağara arkadaşlığı gibi yüksek ahlakın kurucu örnekleri hicret sürecinde yaşandı. Hicri takvimin ilk ayı Muharrem'deyiz. Müslümanlar arasında kutlama kültürüne pek rastlamayız; bunun gerekçesinin tamamen dini olduğunu söylemek doğru olmaz. Lakin senenin ilk ayının Ehl-i beyt muhibbi Müslümanlarca (çoğunluk) hüzünlü hadiselerle hatırlanması, Şiilerde ise matem ayı haline gelmesi trajiktir. Kutlama kültüründen yoksun ümmette senenin ilk ayının hüznü öteki aylara da sirayet eder.
Bugün dünyada yaygın olarak bir takvim kullanılsa bile, insanların kullanıla geldikleri onlarca takvim mevcut. Bunların arasında bizce en çok bilinenleri miladi takvim ile kameri takvim: biri güneşe göre, öteki ise aya göre zamanı ölçen takvimler. Bununla birlikte her iki takvimin ortak bir yönü var: başlangıç tarihinin dini hadiselere dayandırmaları.
Kameri takvim denilince akla ilk gelen şey hicrettir. Müslümanlar için takvimin hicret ile başlaması üzerinde durulması gereken bir konudur. Daha doğrusu coğrafya değiştirmekten ziyade ahlakî ve metafizik bir dönüşüm şeklinde yorumlanan hicret ile takvimi başlatmak anlamını hiç yitirmeyecek bir tefekküre işaret eder. Bu sayede ilk insan ile son ümmet arasında irtibat kurularak yeryüzündeki varlığımız cennetteki hikayemize bağlanır; zaman başladığı ana yeniden döner. Bununla birlikte bu tercihin gerekçeleri hakkında az şey bilmemiz yorum alanımızı daraltıyor: Haddi zatında İslam'ın ilk uygulamaları hakkında bilgimiz kıt; bir kısmı ise zaman içinde kazandıkları yorumların etkisinde kalan hükümlerden ibaret. İlk Müslümanlar tam olarak ne düşünüyordu, nasıl akıl yürütüyorlardı, çevrelerindeki kültürlerden ne ölçüde etkileniyorlardı, bunlardan haberimiz yok. İslam'ın uzun süre 'kapalı' bir cemaat halinde kaldığını ve her kararını kendi gerekçeleri dahilinde verdiğini var sayıyoruz. Mesela Hz. Ebu Bekir zekat vermeyenlerle savaşma kararı alınca tam olarak nasıl bir din-devlet telakkisine sahipti, bunu bilmiyoruz. Mesela Kur'an-ı Kerim'i toplama kararı verince -bir rivayete göre- 'altı ay' neyi düşünmüş olabilirdi? Hz. Ömer'in İslam'ın sonraki yıllarını şekillendiren hukuki tasarruflarının gerekçelerini de bilmiyoruz. Hiç kuşkusuz ki İslam'ın en az bildiğimiz dönemi ilk asır ile Doğu Akdeniz'e yerleştiği süreç olan ikinci asırdır.
Halifeler döneminin birinci yarısı İslam'ın Doğu Akdeniz'e yayılmasının alt yapısını teşkil eden yapılanma süreciydi. İslam'ın bir cemaat-devlet halinde varlığını koruması için gerekli tedbirler Hz. Ömer döneminde alındı. Müslümanlar için takvim belirleme zarureti ortaya çıkınca, başlama tarihi olarak hicret kabul edildi. Hz. Ömer'in bu konuda söylediği şey, hicret ile Müslümanların tarihinin başladığı mealindeki birkaç cümleden ibaretti. Böyle bir yaklaşım zamanı ve takvimi dini ve ahlaki bir gözle yorumlamak demektir. Başka bir anlatımla yeryüzünde insanın ihtiyaçları veya başka nedenler ikincilleşerek tamamen ahlaki merkezli bir tarih ve zaman anlayışı ile karşılaşırız. Muhtemelen günümüzde tam fark edemeyeceğimiz bir akıl yürütmekten söz ediyoruz. İlk Müslümanlardan Selman el-Farisi'nin geçmiş asilzade hayatını anlamsız sayarak 'Ben İslam ile var oldum, bu nedenle adım Selman b. İslam'dır' demesi ile Hz. Ömer'in takvimi hicrete dayandırması aynı bakış açısının ürünü idi. Kameri takvimin bu yönü güneş takvimi ile irtibatını kurabileceğimiz noktayı bize verir: Güneş takvimi –bazı tereddütler olsa bile- Hz. İsa'nın doğumunu başlama noktası kabul ederek pagan inançlardan ayrışır. İslam'ın kendi takviminin başlama noktasını belirlemede Hristiyan arka-plandan etkilenip etkilenmediğini bilmiyoruz. İşin bu kısmını dikkate almadan, aradaki benzerlik üzerinde durmak mümkün: Hristiyanlık İsa-merkezli bir dindir. Bu nedenle her şey Hz. İsa'ya göre anlam kazanır, onunla irtibatlı ele alınır ve yorumlanır. Bu nedenle zamanın İsa öncesi ve İsa sonrası diye taksimi Hristiyan aklının bir ürünüdür. İslam ise merkezinde peygamberin olduğu bir din değildi. Bu nedenle Hz. Peygamber'in doğum tarihi hatta biset takvimin başlama noktası sayılmadı. Nübüvvete iman İslam'ın temel ilkesi olsa bile 'peygamber merkezli' din olmamak İslam'ın ayırıcı özelliklerinden biridir. Bununla birlikte her iki takvimin dini ve ahlaki hadiseleri referans alarak başlaması kadim toplumların tarih ve zaman telakkilerini anlamak bakımından öneme haizdir. Rene Guenon'un 'tradition' dediği şeyin böyle bir tercihi iktiza ettiğini düşünmek mümkün. Romalılar Hristiyan olunca tarih ve takvim telakkilerini değiştirirken Müslümanlar da hicreti esas alarak yeni bir tarih ve takvim anlayışını tespit etmiş oldu.