Menkıbeler tasavvuf edebiyatının önemli bir parçasını teşkil eder. İnsanlar başkalarının hayatlarını dinlemek, onlarla kendi hayatları arasında bağ kurarak, bazen ibret bazen örnek almak üzere öteki insanların hikâyelerine kulak kesilir. 'Can kulağıyla dinlemek' en çok bu durumlarda ortaya çıkar. Menkıbeler ise daha çok ahlaki örnek teşkil etmek üzere anlatılan hayat hikâyeleridir. İnsanın kendini tanıması öteki insanlar sayesinde mümkün. İçimizde saklanan hazineyi (kenz-i mahfi) dış dünyada gözlediğimiz örneklerle fark eder, öykündüğümüz veya tepki gösterdiğimiz insanlar sayesinde benliğimizin derinliklerimizde saklanan gizem ve manayı keşfederiz. Belki derinliğimizdeki mana - C. G. Jung'un arketipler hakkında söylediği gibi- bizi gizli bir şekilde sevk ederek kendilerini gösterebilecekleri bir zemin arar. İnsan insanın neyidir sorusuna verebileceğimiz en iyi cevap şudur: "İnsan insanın aynasıdır." İbnü'l-Arabi'nin Fusûs'taki nefis tespitini hatırlarsak, aynanın varlığı bize onsuz asla bilemeyeceğimiz bir idrak ve kavrayış sağlayarak kendimizi hakiki bir insan olarak tanıma imkânı sağlar. Aynaların özellikleri ise insanların kendimizi tanıma sürecindeki menfi ve müspet katkılarını anlatır; ayna düzgün ve pürüzsüz olduğu ölçüde bize gerçek bir istikamet çizerek kendimizi tanımamıza yardım eder. Bir insanın hayatının bilinmesiyle insanın kendini tanıması arasındaki ilişkinin kaynağı ilahi kitaptır. Kur'an-ı Kerim peygamberlerin hayatlarını 'pürüzsüz-parlak bir ayna' olarak anlatır bize. Menkıbelerde ise anlatılanlar abartılı ve gerçekle bağı zayıflatılarak zikredilir. Bu nedenle menkıbelerin nasıl ele alınacağı meselesi başlı başına bir sorundur. Sahih bilgi ilkesinden hareket edenler için menkıbeler doğrulanması güç rivayetlerdir. Çoğu abartılı olan bu hikâyelerin gerçekliği bir yana, herhangi bir dini ve ahlaki faydası da yoktur. Müslümanların bir kısmı için menkıbeler 'edille-i şeriyye' (şeriatın delilleri) mesabesindedir: Onlar dini menkıbelerden öğrenir, ayet ve hadisleri bu menkıbelerde yer aldıkları ölçüde bilir. Ama bir kısmı var ki bunlar sahih bir bilginin abartılı yorumundan başka bir şey değillerdir. Hz. İbrahim hakkında anlatılan bir menkıbe bunun tipik bir örneğidir!
HZ. İBRAHİM VE MECUSİ!
Hz. İbrahim bir Mecusiyi yemeğe davet eder. Yemeğe oturduklarında Hz. İbrahim misafirinden besmele çekmesini ister. Hemen belirtmek gerekir ki, besmele çekmek, kelime-i tevhid ile aynı anlama geldiği kadar yenilen yemeğin Allah'ın ikramı olduğunu hatırlayarak davet ve ikram sahibine minnet duygusunu da ortadan kaldırır. Mecusi inançlı olmadığını beyan ederek besmele çekmeyeceğini söyleyince, Hz. İbrahim onu nazikçe göndermek ister. Ona bir mümin olarak Allah'a iman etmeyene ikramda bulunamayacağını söyleyerek davetten ayrılmasını rica eder. Menkıbenin ikinci kısmı ise Allah'ın Hz. İbrahim'e ikazını içerir. Menkıbeye göre Allah 'dostu' Hz. İbrahim'i bir Mecusi sebebiyle tedip ederek şöyle der: 'Ey İbrahim! Ben yetmiş sene onun Mecusi olduğunu biliyor iken onu besledim de sen bir yemek mi vermedin?'
Böyle bir menkıbeye nasıl bakabiliriz? Acaba bu bir uydurma hikâye midir, yoksa bir ayetin anlamını geniş kitlelere ulaştırmak üzere başvurulan bir anlatım tarzı mıdır? Geçmiş peygamberlerden aktarılan böyle hikâyeler İslam kıssa ve mevize geleneğinde önemli bir yer tutar. Bunların önemli bir kısmı birtakım müdahaleler içerse bile, sahih bir kaynağa dayanma ihtimali her zaman güçlü olan rivayetlerdir. Öyle görünüyor ki bu menkıbe bu konuda iyi bir örnektir:
"Hz. İbrahim oğlu İsmail ile birlikte Kâbe'yi eski temelleri üzerinde yeniden yapınca Allah'a şöyle dua etti: 'Rabbim! Neslimden muttakilere imam olanlar getir.' Duadaki 'takva sahiplerine imam' talebi neslinden peygamberler, kâmil insanlar ve veliler gelsin talebidir. Allah böyle bir duaya 'ben zalimler ile sözleşme yapmam' diye karşılık verir. Burada İsrail oğullarının bir zannı geçersiz kılınır; çünkü onlar kendilerini seçilmiş kavim kabul ederek nübüvvetin verili bir hakları olduğunu düşünürler. Hâlbuki Allah nesep bağına kıymet vermeyerek bir peygamberin oğulları ve nesli arasında da zalimlerin bulunabileceğini beyan ederek o duayı tashih eder. Ardından Hz. İbrahim ilahi ikaza dikkat ederek duanın ikinci kısmında şöyle der: 'Onların içinden iman edenleri rızıklandır.' Hz. İbrahim birinci duada bir şart beyan etmeden mutlak anlamda nesli içinden imamlar talep etmiş, Allah ise zalimlere imamet vermeyeceğini belirtmişti. Ardından Hz. İbrahim bir kıyas yaparak rızık duası yaparken de iman şartını beyan etti. Allah ise bunu tashih ederek 'inkâr edenlere de' dedi. Böylece dua konusuna göre iki şekilde ortaya çıkmış oldu: İmamet, nübüvvet veya benzeri yüksek makamlar için duada icabet iman şartına bağlıyken, rızık için böyle bir şart yoktur. Allah Hz. İbrahim'e rızıkta öyle bir ayrım olmayacağını söyleyerek duasını tashih etti. Menkıbe ise bu tashihi bir örnekle canlandırarak, ilkeyi zihnimize yerleştirdi. Müslüman gelenek insanlara hizmette nerede ayrım yapılacağını nerede ayrım yapmadan herkese eşit ölçüde hizmet edilebileceğini öğrendi. Ahlaklı olmak bu ayrımı dikkate alarak insanlara hizmet edebilmeyi gerektirir.