Fatma Bayram

Bir ölümün hatırlattığı ölüler - Vermeme Hikayeleri - II

Birilerinden herhangi bir şey istemekte bu kadar zorlanmasının temelinde babaannesi vardı. (Yedinci ölü)

Ne kendisini ne yaptıklarını ne de onun kendisini sevme biçimini sevdiği babaannesi. Evet, babaannesi onu severdi. Evdeki herkes severdi. Şu var ki severken söyledikleri sözlerle ona daima bir misyon yüklerler, o da bu sevgi ve ilgiyi sürdürmek için kendisine zımnen verilen görevi dişini tırnağına takıp yapmaya çalışırdı: Etrafı neşelendirmek ve mümkün olduğunca herkesi mutlu etmek. Her an bir olay çıkması beklenen yamalı bohça gibi bir söküğünden dağılıverecek bu evde sandığımız kadar kolay bir iş değildi bu. Ses tonlarındaki değişime, yüzlerdeki gölgelere, konuşmanın nereye doğru gittiğine, hangi konuların açılması durumunda tehlike çanlarının çalacağına dikkat kesilmeyi hatırlayamadığı kadar erken yaşlarda öğrendi bu yüzden. Sevgi ve iltifatın kolay kolay verilmeyen, bir terslik olduğunda da hemen geri çekilen şeyler olduğunu anladı. Babaanne, işin nereye varacağını bile bile ortaya bir laf atar, olay büyüyünce de mağdur gibi davranır, kendi sebep olduğu tartışmadan ötürü günlerce dargın durup sofraya gelmez, huzur vermemekten de öte, var olan bir parça huzuru herkesin elinden almadan rahat etmezdi.

Şimdi düşünüyor da onu bu kadar sevmediği halde –öldüğünü öğrendiği gün gelen gidenin yanında mutlu görünmemek için uğraşmıştı- bunu ona hiç belli etmeyip, aksine bir şey yokmuş ve her şey yolundaymış gibi davranması bugün duygularını tanıyamaz hale gelişinin başlangıcıydı belki de. Böyle davranmaya, ne zaman öğrendiğini bile hatırlayamayacak kadar küçük yaşlardan itibaren başlamış olmak, zaman içinde önce duygularını önemsizleştirmeye, sonra yok saymaya, en sonunda da gerçekten yok etmeye götürmüştü onu. Yaşı büyüyüp bilgisi arttıkça bunu yapmaya devam etmenin ahlaki gerekçelerini de üretip, her zaman kendine yetmeyi, kimseden bir şey istememeyi bir erdemmiş gibi sürdürdü.

Babaannesi, aklına estikçe, zamanında çalıştığı kapıları bir bir dolaşır, sözle olmasa da hal diliyle isteyicilik yapar, oralardan bir şeyler toplayıp eve getirirdi. Bu durum her seferinde evde olaylara yol açsa da –başta babası çok kızardı buna- babaanne asla vazgeçmezdi. Gelen gidene daima halinden yakınır, onların zorlama şefkat ve anlayışlarını adeta dilenerek toplardı. Böyle dedik ya babaanneyi ağlak ve zavallı biri gibi canlandırmayın zihninizde. Bugün bile fotoğraflarına bakmanın ürküntü verdiği, yüzünden zorbalık ve azamet akan, mutsuz, öfkeli, kindar bir insandı.

Kendisini babaannesine benzetecek en ufak bir davranıştan otomatik olarak uzak durma refleksi geliştirmişti. Aksilik bu ya hem isim hem de karakterindeki coşku bakımından evde ona en çok benzeyen kişiydi. Bunu küçük bir çocukken bile hissetmiş, bir yandan aralarındaki benzerliklerden doğan cazibe, diğer yandan onun gibi olma korkusunun doğurduğu müthiş gerilimle baş etmek için sebeplerini ancak şimdi anlayabildiği kişilik özellikleri geliştirdi. Kimseden hiçbir şey istememe, kavgacı olmamak için haklarından kolayca vazgeçme, hiçbir tartışmayı sonuna kadar götürememe, mutlak af ve katıksız huzur hedefiyle en ufak bir dargınlık ortaya çıkınca hemen yelkenleri suya indirip alttan alma gibi zayıflıklar görünmez oyuklar açmıştı o güçlü karakterin zemininde. Sonraki yıllarda okudukça Peygamber'in sözlerinin arasından "Kimseden bir şey istemeyeceğine söz ver, cennetlik olacağına söz vereyim," gibi ifadelere hararetle sarılmış, böylece karakterinin meylettiği o müstağni duruş zihinsel açıdan da aradığı desteği bulmuştu. Peygamber sözü doğrudur elbet. Yanlış olan bu sözlerin kendimize uyanını yüceltip, her daim öne çıkararak uymayanını görmezden gelmek ve bu yolla yarım yamalak karakterlerimizi peygamber sünnetine uygun hale getirdiğimizi zannetmekti.

Üniversiteye başladığında herhangi bir topluluğa ait değildi. Oraya kimse tarafından yönlendirilmemişti. Hiçbir tavsiye almamıştı. Tam tersine neredeyse bütün şartlar gitmemesini haykırıyordu. "Belki gitmemeye ikna olurum da kendimi bu kadar zorlamama gerek kalmaz," diyerek, kurstan tanıdığı, elinden gelse kadınları sosyal hayatın içinden toptan kaldıracak bir hocasına ulaştı. (Sekizinci ölü) İlahiyat fakültesine girmek istediğini söyledi, gerekçelerini anlattı ve fikrini sordu.

Gerekçeler demişken okumak için neden böyle delice uğraştığını da söylemeden geçmeyelim. Kendini bildi bileli konuşmayı, anlatmayı, açıklamayı, eğlendirmeyi seviyordu. Bunlar onun kendini zorlayarak yaptığı şeyler değildi. Hatta çoğu zaman başkalarını rahatsız etmekten çekinir ve bir kenarda sessizce durmaya niyet ederek bir topluluğa girer, fakat az sonra kendini hem insanların hem de sohbetin orta yerinde buluverirdi. İçinde kendisinin yaratmadığı, kendisiyle birlikte hep orada var olan bir nehir gibi akan bu konuşma/anlatma becerisi ailenin -sorun çıkmasın diyerek sessiz sedasız benimsediği- dindarlığıyla birleşince onu tam bir tebliğciye dönüştürmüştü. Ortaokula giderken bile çantasına Meal koyar, her fırsatta önüne çıkana Kur'an'dan bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Yatılı kursta okuduğu dört yıl boyunca aklına gelen meşhur artistlere mektuplar yazarak, eve geldiği hafta sonları konu komşunun kapısının altından İslamcı dergiler atarak kendince sürdürmeye çalıştığı tebliğe, kursa yurt dışından okumaya gelen Türk çocuklarının yetersiz Türkçeleri nedeniyle anlayamadıkları dersleri akşamları sınıf sınıf dolaşarak gönüllü anlatmak yoluyla bir de tebyin (açıklama) eklenmişti. İşte içinde bir nehir gibi akan bu istek, toplumda güven oluşturacak bir statüye ihtiyaç duyuyordu ona göre. Bu da ancak üniversite eğitimiyle elde edilebilirdi.

Bahsi geçen hocası da şaşırtıcı biçimde teşvik etti okumasını. Bir şartla. Mezun olduktan sonra burayı bitirene kadar gireceği günahlardan daha fazla sevap kazanacak işler yapması gerekiyordu. Tamam, dedi, yaparım evelallah. Zaten onun için buradayım. "Neden ben günaha giriyorum, buraya giren herkese bu şartları koşuyor musunuz," gibi sorular bu yaşına kadar aklına gelmediğine göre yirmilerin başına varmadan, sadece kadın olarak bir yerde bulunmanın dahi bedeli ödenmesi gereken bir günah olduğu fikrini içselleştirmiş demekti. Hiçbir sakıncalı davranış göstermese bile sadece üniversitede bulunmak suretiyle günaha girmiş olma iddiası, gücünü kısmen içselleştirdiği haksız ithamlardan almak suretiyle, hâlâ etrafını kuşatıp yolunu kesen bir tehdit olarak varlığını sürdürmekte. Geçenlerde o hocasının da öldüğünü duydu. İyi insandı, dedi, Allah rahmet eylesin. Kendisindeki farklılığı görmüş, niyetini anlamış ve güvenmiş olmalıydı ki kadınlar konusundaki o katı tutumuna rağmen ona olur vermişti.

Devamı gelecek...

Fatma Bayram

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.