İnsanda esas olan iyiliktir. Kötülük sonradan ortaya çıkar ve bizi aşağıya çekmeye çalışır. Özü bozulmayanın, iyilerden olmak için çaba harcaması gerekmez, içinin hayra çağıran sesi öylesine açıktır ki bir yığın kötülüğün içinde kenar köşeye sıkışıp kalmış küçücük bir iyiliği eliyle koymuş gibi bulur.
Çeşitli sanat ve düşünce eserlerinde insanın özünde kötü ve zalim olduğunu fısıldayan sesler, az veya çok asli günah inancının tozuna bulanmıştır. Zarftaki estetik ve sunumdaki incelik mazruftaki kaba yanlışı gözümüzde önemsizleştirmemelidir. Özündeki iyiliğe güvenmese Rabbi Zülcelal hiç halife kılar mıydı insanı?
Yukarıda bir iki cümle ile karara bağlayıverdiğimiz "İnsanın iyiliği asli midir?" meselesinin, aslında büyük tartışmalara konu olduğunu bilmez değilim. Şu var ki yakınlarda, anlatacaklarına bu konu ile giriş yapan bir kitap okumaya başladım. Daha ilk sayfalarda muhakemesinin ve dilinin gücü beni sarstı. İşte fazlalıklardan arınmış, beylik laflar etmeyen, düşünceleri bir o yana bir bu yana kaymayan, ne dediğini ve niçin dediğini bilen nadir kalemlerden, dedim. Bir paragrafında iki üç çelişki yakaladığımız veya sayfalarca okuyup ıkına sıkına bir cümlelik anlam çıkarabildiğimiz yazılardan değil bu.
Ahmed Hamdi Akseki'nin "Ahlak Dersleri" isimli kitabından bahsediyorum. Bunu söylemek haddim olacak kadar derin araştırmadım lakin yukarıda saydığım evsaf, Osmanlı bakiyesi ilim adamlarında (misal, Elmalılı Hamdi, Babanzade Ahmed Naim, Hasan Basri ve şimdi de Ahmed Hamdi) neredeyse sıradan sayılan bir meziyet galiba. Hangisine elimizi atsak aynı ağırlığı hissediyoruz.
Malumunuz Bakara Suresi 177. ayeti esas alarak kapsamlı bir "İyilik Hareketi" planlamıştık. Müsaadeniz olursa, adeta eski ders kitaplarında bölüm aralarına konan okuma parçaları gibi ben de bugün sizlere Ahlak Dersleri'nin girişinde merhum Akseki'nin, Tin Suresi'ni ahlakın en temel esası olarak nitelemesinden bahsetmek istiyorum. Ona göre bu sure insanın yaratılışını, özelliklerini ve mutluluğa nasıl erebileceğini gayet beliğ bir surette açıklamaktadır.
Mustafa Yıldız'ın çevirisiyle Tin Suresi'nin meali şöyle:
Hem Rahman hem Rahim olan Allah'ın adıyla başlarım
1-2. Andolsun incir ve zeytin yurduna. Andolsun Sina Dağı'na!
3-4. Ve şu Güvenli Belde'ye de andolsun ki, Biz insanı en mükemmel şekilde yarattık.
5. Sonra da onu en aşağılık hale getirdik.
6. Ancak, iman edip Allah'ın güzel gördüğü ameller işleyenleri hariç tuttuk! Böylelerine kesintisiz bir mükâfat bahşettik.
7. Hal böyle iken, Ahiret hakkında seni kim yalancılıkla suçlayabilir ki?
8. Allah hükmedenlerin en mükemmeli değil mi yoksa?
Akseki merhum, insanın iyiliğe de kötülüğe de kabiliyetli, çift kutuplu bir yaratılışı olduğunu (Şems 91/9-10) kabul etmekle beraber bu sureden yola çıkarak insan karakterinin ağırlık noktasının kötülük olduğunu reddediyor. Metinde defalarca geçen "insan için mukadder olan mertebe-i kemal" benzeri ifadeler yaratıcının insanı meleklerden de üstün bir mevkiye yükselebilecek güçte var ettiğini ifade ediyor. Ona göre insan en mükemmel şekilde, siyâdet (varlığın efendisi) makamında yaratılmış, sonsuz bir öğrenme kapasitesi ikram edilmiş ve layık olduğu kemale ulaşma kabiliyeti ile donatılmıştır. Aslî fıtratını muhafaza ettiği sürece hayır ve faziletten sapmaz. Beşinci ayette geçen aşağılık hale gelmesi ise nefsinin arzularına mağlup olmak suretiyle, yaratılışında var olan yükselme kabiliyetini kaybetmek ve hayvanî tarafının en aşağılarına sukut etmek yoluyla olur. Altıncı ayet ise insanın bu düşüşten korunarak kendisi için takdir edilmiş bulunan kemal seviyesine ulaşmasının ancak iman ve ameli salihe bağlı olduğunu açıklayarak yükselişin şartlarını beyan etmektedir. (Bakara 177 ile benzerliğe dikkat!)
Akseki, merhum akabinde bu son ifadeyi biraz daha açıyor. İnsanı hayvan derecesine düşmekten korumanın şartı olan imandan maksadın öncelikle iyilikle kötülük, fazilet ile rezilet arasındaki farkı bilmek; sonra da bu âlemde hayır ve fazilete razı olup şer ve rezilete razı olmayan bir mutlak gücün daimî bir gözetimi altında olduğumuza şeksiz şüphesiz inanmak ve O'nun bize rehberlik etmek için gönderdiği elçileri tasdik etmek olduğunu vurguluyor. Bu uzun tanımı, iyilik ve kötülüğü bilmek, onları yaratanın kontrolünde olduğumuza inanmak ve rehberliğini kabul etmek şeklinde özetleyebiliriz.
Ameli salihe gelince Akseki bunu da insanın nefsine, ailesine, milletine ve bütün insanlara faydalı, cümlesinin hayrı ile ahenk içinde olan davranışlar şeklinde yorumluyor ve bütün dinlerin özünde bulunan ibadetleri de ameli salih kapsamında görüyor. Ona göre bu ayetler, insanın mutluluğunun yaratıcısına ve bütün insanlara karşı görevlerini, en güzel şekilde yerine getirmekle olacağını açıkça ortaya koymaktadır. (İman ve ibadetlerin ahlak ile ilişkisini bakara 177'yi açıklamaya devam edeceğimiz gelecek yazılarımızda detaylı bir şekilde ele almaya çalışacağız.)
Yukarıda insanın yaratılışındaki çift kutupluluğa değinmiştik. Akseki, hayra ve şerre kabiliyetli olmakla beraber hedefi meleklerin de üstünde Yaratıcı'ya en yakın konuma yükselmek olan insanın bunu başarabilmesinin, nefisini terbiye etmek, ahlakını güzelleştirmek ve fikri kapasitesinin meyvelerini kullanmak yoluyla olabileceğini söyler. Sizin de görebileceğiniz gibi burada ahlaki hedeflere ulaşabilmemizin psikolojik güçlerimizle aklımızın el ele vermesine bağlı olduğu belirtilmektedir. Bu süreçte dinin rehberliğinden istifade etmek kaçınılmazdır. Zira hayatı düzenleyen beşeri kuralları insana ilk talim eden dindir. Çünkü Kitab'ın dediğine göre insanoğlunun yeryüzünde ilahi terbiye dışında kalmış bir dakikası bile yoktur. Vahyin ışığından uzaklaştıkça kendi bulduğunu sandığı hakikatlerin tohumları ilk peygamberle birlikte zihninin derinlerine atılmıştır. İnsan maneviyat adına ne öğrenmişse hepsini semavi telkinle öğrenmiştir. İyiliğin dağılmış parçalarını bir araya getirip yüce bir ahlak şeklinde tamamlayan ise Hazreti Muhammed (a.s) olmuştur.
Konuyu Akseki'den bir alıntı ile tamamlayalım: "Bunun içindir ki, havas ve avamı hayran eden faziletlerin edvar-ı inkişafı (gelişme dönemleri), daima akide ve imanın kuvvetli olduğu zamanlara tesadüf etmiş. Bilakis kalplerde imanın gevşemeye başladığı devirlerde ise kavaidi ahlâkiye (ahlak kuralları) de tesirini kaybederek rezâil ve kabâyıh (rezillikler ve kabahatler) cemiyete hükümran olmuştur. Din ile ahlak arasındaki bu revâbiti kaviye (kuvvetli bağlar) de ispat ediyor ki ahlak dinden müstefattır (yararlanır). Dine müstenit olmayan ahlak hakikatte yok demektir."