‘Secde-i Rahmân’da bir vekil!..’
Haziran-1967'deki '6 Gün Savaşı' çoğumuz üzerinde bir şok etkisi meydana getirmişti. Çünkü, üç ülkenin orduları, bir küçücük İsrail rejimine karşı birleşmişlerdi güya..
Ama, birbirlerinden haberinin olmayışı bir yana, bir takım karanlık odaklara kiralanmış general ve diğer subayların savaş ânındaki bir anlık kural veya komuta dışı hareketleri veya hareketsizliklerinin bile savaşın kaderinde etkili olabileceği açıktı. Ve karşı taraf ise, tam mânâsıyla bir 'Yıldırım Savaşı' taktiği uyguluyor ve değil, savaşa giren üç ülke arasında, hattâ aynı ülkenin askerî birlikler arasında bile birbirinden yardım istendiğinde bir irtibat kurulamıyordu. Bir elektronik savaş söz konusuydu ve iletişim kanalları bile çalıştırılamaz hale getirilmişti. Anlaşılıyordu ki, USA emperyalizmi, kendisinin Orta Doğu şubesi durumundaki sionist İsrail rejimini teknolojinin en son imkânlarıyla donatmıştı.
İsrail rejiminin generalleri arasında bulunan bir general de o günlerde daha bir gündeme gelmişti. Bir gözünü geçmiş yıllardaki mücadelelerde kaybettiği için, o gözünün üzerinde dairevî bir meşin bulunuyor ve o da, kafasının arkasından bağlanan iplerle tutuluyordu. Bu tek gözlü general, Moşe Dayan idi. Savaşın böylesine bir yıldırım savaşı şeklinde tezgâhlanmasının mimarı olarak o gösteriliyordu.
Sadece Arab ülkelerinde değil, bütün Müslüman coğrafyalarında da, kalbinde az bir iman hassasiyeti olan hemen herkes şaşkınlıktan çok, derin bir üzüntü yaşıyor, kendilerinin aşağılandıklarını hissediyorlardı.
Emperyalist dünya ve onların etkilediği dünya kamuoyunda ise bir sevinç ve gurur..
*
O savaştan 1-2 ay sonra, Arab rejimlerinin Washinton'daki elçileri topluca Amerikan Başkanı Johnson'ı ziyaret etmişlerdi..
O görüşme sırasında, Johnson'ın ayaklarının dibinde bir cins köpek de vardı ve sessizce yatıyordu. Ama, bu köpek bir ara, Başkan'ın paçalarını ağzına almaya çalışınca, Başkan, elindeki çubukla onun başına vurmuş ve 'Sen, yaramazlık yapanların böyle dayak yiyeceğinden habersiz misin?' diyerek, ziyaretçilerini aşağılayıcı bir diplomatik sözle, o savaş sonucuyla ilgili bakışını da net olarak ortaya koymuştu.
*
O fikrî ve hissî çöküntü ve perişanlık günlerinde, hemen her ağızdan, 'Artık yapacak hiçbir şey yok! Çünkü, engebeli arazi yok, dümdüz çöllerde bir gerilla/çete savaşı bile veremezsin?' lafı umutsuzca dökülürken, El'Feth isimli örgüt ve onun bir anda ve bir kurtarıcı gibi parlayıveren lideri Yâsir Arafat, mücadele edecek azmi ve inancı olanların, en olumsuz zamanlarda bile beklenmedik parlak neticeler alabileceklerini ortaya koymuş ve, '6 Gün Savaşı'ndan birkaç ay sonra Qarameh denilen bir yerde cereyan ettiği için o isimle anılan bir baskında, sionist İsrail rejimi güçlerine ağır zayiat verdirilmiş ve şoke olmak sırası zafer sarhoşluğu içinde olan İsrail rejimine ve kamuoyuna gelmişti.
*
Ama, 1 sene kadar sonra Mescid-i Aqsâ bir Yahudi tarafından yakılmış ve sadırgan, hemen 'akıl hastası' diye Yeni Zelanda'ya gönderilmişti.
Mescid-i Aqsâ'nın yakılmasına karşı dünya Müslüman kamuoyunda meydana gelen derin nefret ve düşmanlığın yatıştırılması için, Amerika'nın Fas Kralı 2. Hasan'a yaptırdığı açıklama ile, Fas'ta ilk olarak halkının ekseriyetini Müslümanların teşkil ettiği için Müslüman ülkeler olarak nitelenen (o zamanki sayıyla) 40'ı aşan ülkelerin katılımıyla İslam Konferansı Teşkilatı'nın kurulup, ilk toplantısını da başkent Rabat'ta yapması bile, Müslüman dünyasında büyük bir heyecan dalgası estirmiş, asırlarca tam ve verimli olarak çalışmasa bile yine de Müslümanların birliği görüntüsünü veren Hılafet makamının fiilen ilga olunmasından yarım asır sonralarda, Müslümanların yeniden birlik oluşturacağına dair umutlar yeşermişti. Halbuki, bu deneme, bir bakıma denizin derinliğin ölçülmesi için iskandil atılması mesâbesindeydi. Ve Amerikan emperyalizmi, bu teşkilatla hem dünya Müslümanlarını yatıştırmak ve hem de bu toplumların derinliğinden işaretler almaya çalışmıştı.
*
Hatırlayalım, o zaman, laik-kemalist matbuat, 'Laik Türkiye'nin bu toplantıda işi ne?' diye yaygaralar yükseltmiş, Demirel Hükûmeti de, 'Rabat Toplantısı'nda alınacak kararların iç hukukumuzla, anayasayla belirlenen çerçeveye uymayan kısımlarının Türkiye'yi bağlamayacağı kaydının düşüleceği'ni açıklamış ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil'in o toplantı sırasında namazlara iştirak etmesi bile mesele haline getirilmek istenmişti, laik-kemalist medyada..
Ve o sırada Müslüman halkın hissiyatına ihtiram gösterecek bir matbuat da neredeyse yok gibiydi, Kendilerini ancak, 'milliyetçi-muhafazakâr..' diye niteleyebilen Müslüman çevrelerin duygularını kısmen, -benim de, 10-15 günde bir yazılar gönderdiğim- 15-20 bin tirajlı 'Bâb-ı Ali'de SABAH' ve M. Şevket Eygi tarafından yeni yayın hayatına sokulmuş bulunan BUGÜN gazeteleri dile getirebiliyorlardı. Çağlayangil'in, o toplantıda namaz kıldığını gösteren fotoğraflar bu düşük tirajlı gazetelerin birinci sahifesinde, manşetten, 'Secde-i Rahmân'da bir vekil..' diye veriliyor ve inanç hassasiyeti yoğunluklu olan çevrelerde bu bile bir hayırlı gelişme olarak değerlendiriliyordu. Yani, bugünkü gibi, çoğu siyasetçilerin vakit ve hattâ Cuma namazlarında görülmesi nâdirâttandı.
*
İşte o günlerde toplumun derinlerinden gelen iskandil sinyallerine uygun olarak yeni siyasî şekillenmeler de yavaş yavaş kendisini hissettiriyordu. Demirel, en azından zaman zaman Cuma namazlarına katılmaya başlamıştı.
Hatırlıyorum, bir Cuma namazı için Sultanahmet Camii'ne gittiğimde, hutbeyi okuyan Mehmed Gönenli Hoca'nın bir ara duygulanarak, ağlamaklı bir sesle, 'Aziz cemaat, bugün burada, aramızda başvekil beyefendi de bulunuyor.. Nereden nereye geldik.. Hamdolsun..' gibi birkaç cümle kurmasıyla, cemaatle birlikte ben de, Başvekil Demirel'in Cuma namazına katıldığını öğrenmiş bulunuyordum. Tabiatiyle o günlerde bu alışılmamış, görülmemiş ve heyecanlandırıcı bir gelişme idi.
Çünkü, Demirel'in Cuma namazına geldiği o camiye, 8-9 yıl önce , 1959'da, Pakistan Devlet Başkanı Mareşal Eyyûb Khan, Türkiye Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'la birlikte gelmiş ve camiin kapısına gelince Celâl Bayar, içeri girmemiş, Eyyûb Khan, 'Buyur..' dediğinde, 'Biz laikiz..' demiş, bir sandalye isteyip, Cuma namazı bitinceye kadar, camiin giriş kapısı önünde beklemişti misafirini..
*
Evet, o günlerde, Filistin'de de Allah'u Ekber sesleri bile yükselemiyordu, henüz..
Ama, çekilen bütün acıların temelinde bizim Müslüman oluşumuzun yattığını halkın hemen her kesimi dile getiriyordu.
İşte o günlerde, iç siyasette de bir takım kıpırdanışlar vardı. Bunların başında da, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesinin güçlü ismi olan ve amma 6 ay sonra Millî Birlik Komitesi'ndeki 13 arkadaşı ile birlikte MBK'den İhtilalin lideri General Cemal Gürsel'in açıklamasıyla atılıp dış ülkelere gönderilenlerin başı eski Kur. Alb. Alpaslan Türkeş'in Hindistan'da geçirdiği sürgün yıllarını tamamlayıp ülkeye dönmesi ve MHP'yi kurarak siyasete atılması ve Ülkücü Gençlik diye bir çekirdek yapı oluşturup, 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar da Müslümanız..' gibi söylemlerle Anadolu'da bir heyecan dalgası oluşturması geliyordu.
Bir diğer gelişme de Prof. Necmeddin Erbakan'ın Odalar Birliği Başkanlığı'na, Anadolu Sermayesinin başkaldırışı olarak seçilişi, ama, C. Başkanı Cevdet Sunay ve Başbakan Demirel'in değişik şekilde yorumladıkları bir Danıştay kararıyla oradan çıkarılıp, seçimi kaybeden ve masonluğunu gizlemeyen başka kişinin o teşekkülün başına seçilmiş gibi ve polis marifetiyle oturtulması ve oradan da Erbakan'ın bazı siyasî arayışlara girdiğinin işaretlerini vermeye başlaması ve bu arada da sık sık, eskiden görülmeyen şekilde, İsrail'in bölgemizde bir ur halinde bulunduğuna dair söylemleri toplum içinde yankı bulmaya başlamıştı. .
*
Yâsir Arafat ve El'Feth teşkilatı da toplumumuzda Müslüman bir savaşçı olarak kabul edildiğinden benimseniyordu. Keza, hele de Arab dünyasında yaklaşık 20 yıl boyunca, bir umut haline yükselmiş, dünyayı sarsan eylemleriyle Filistin halkının, devletleri olmasa bile, zulme uğrayan bir halkın haklı direniş ve qıyâm ile mücadelesini sürdürebileceğine örnek teşkil etmişti.. İsrail rejimine hiç beklemediği yerlerde ağır darbeler vurulan, uçaklarının kaçırıldığı, yolcular indirildikten sonra dev yolcu uçaklarının havaya uçurulduğu; 1972-Münih Olimpiyadları'na katılan İsrail rejimi sporcularının tamamının bindiği bir helikopterin ele geçirilip sporcuların rehine alınması ve İsrail rejimi zindanlarındaki Filistinli tutsakların serbest bırakılmaması halinde öldürüleceklerinin açıklanması ve günlerce süren ve dünyayı diken üstünde tutan o eylem sonunda, eylemcilere karşı yapılan ve bütün o sporcuların öldürülmesiyle de sonuçlanan dehşetli İsrail müdahalesi; 1974'de, Arafat Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda konuşma yapmaya çağrıldığında, B. Amerika'nın, 'O bir teröristtir!' diyerek vize vermeyişi ve BM Genel Kurulu'nun da bu durumda toplantısını New York'tan Cenevre'ye alması ve başında Filistin savaşçılarının sembolü haline gelen siyah-beyaz damalı örtü ve elinde silahı ile kürsüye gelen Arafat'ın orada, 'Filistin halkı adına buradayım ve bir elimde silâh, bir elimizde (barış simgesi) defne dalı ile geldim. Dünya hangisini isterse.. Tercih size aid..' diye konuştuğu günler..
Ve sonrasında, İsrail ordusunun Beyrut'a kadar girmesi ve İsrail rejimi Savunma Bakanı Ariel Sharoon'un, binlerce Filistinlinin yaşadığı Sabra ve Şetila Kampı'nda marunî Hristiyan falanjist çetelerine, binlerce Filistin'liyi katlettirmesi ve emperyalist dünyanın buna seyirci kalması; buna cevaben, Beyrut'ta Amerikan ve Fransız askerlerinin karargâhlarına bomba yüklü kamyonlarla saldırılıp 270 kadar Amerikan ve Fransız askerlerinin yıkıntıların altında can vermesi üzerine Amerika ve Fransa'nın Lübnan'daki askerlerini geri çekmesi, ama, sonunda Arafat ve El'Feth' savaşçılarının da silâhlarıyla birlikte gemilere doldurulup, Tunus ve Cezayir gibi uzak coğrafyalara gönderilmesi.. Ve arkasından da BM Genel Kurulu'nda Amerikan baskısıyla, sionizmin ırkçılık olduğu şeklindeki eski BM kararının geçersiz ilan edilmesi..
Ve sonunda da Arafat , 'yorgun savaşçı' durumuna düşerek, 1989'da Tunus'ta toplanan Filistin Millî Meclisi'nde, El'Feth Teşkilatı'nın ilk maddesinde yer alan ve hedef olarak gösterilen 'İsrail isimli devletin Filistin toprakları üzerindeki varlığına son vermek' şeklindeki maddeyi kaldırtıyor ve böylece de İsrail rejiminin varlığını ve o topraklarda varolma hakkını zımnen kabul etmiş oluyordu. Ki bir-kaç sene sonra aynı Arafat, 1992-93'de Madrid ve Oslo Görüşmeleri'nde İsrail rejimiyle müzakere masasına oturacak ve buna karşılık, İzak Rabin'le birlikte Nobel Barış Ödülü'ne lâyık görülecekti.
Ürdün Kralı Huseyn, Arafat'a hitaben, bir toplantıda, 'Ebû Ammâr! Senin uluslararası teröristlikten bir gecede uluslararası barış kahramanlığına yükselişine hayranım..' demekten kendisini alamamıştı.
*
Bu arada halkımızın yeni bir spor dalına müthiş ilgisi de göze çarpıyordu. Çünkü Cassius Clay adıyla Roma Olimpiyadları'nda katılıp ağır siklette şampiyon olan ve kazandığı zaferinden hemen sonra 'Benim adım Cassius Clay değil, artık.. Ben Muhammed Ali'yim.. Bu zaferimi inanç gücüme borçluyum..' gibi sözlerle açıklama yapan ve açık çikolata rengiyle dünya gündemine oturan sporcu, bir anda dünya Müslümanlarının bir kahramanı haline gelivermişti. Üstelik de, halkımızın genelde hemen hiç bilmediği ve ilgilenmediği bu spora da büyük bir ilgi duyulmaya başlanmıştı.
Muhammed Ali'nin zaferleri bir yerde hep ezilmekte ve çaresiz veya yetersiz kaldıklarının psikolojisine kapılmış Müslümanlar için bir doping ve bir yeniden kendine geliş, bir silkiniş vesilesi oluyordu. Bu durum, henüz ülkemizde tv.'nun olmadığı dönemlerde gazeteler ve radyolar aracılığıyla, tv. evlerimize girmeye başladıktan sonra da en ilgisiz sanılan kimseleri bile gece- seher vakitlerine kadar tv. ekranlarına bağlıyor ve evlerinde tv olmayanlar da, yakınlarının evlerinde sabahlıyorlar ve 'İman gücü'nün nelere kaadir olduğu'na dair sözlerle, kendilerine olan güvenlerini tazeliyorlardı. Bu tamamen yanlış da değildi, ama, sahiden de konu tamamiyle iman gücüne bağlandığında ve meselâ bir yenilgi ile karşılaşıldığında n'olacaktı? Öyle bir durum, İslâm'ın yenilgisi veya iman gücümüzün zayıfladığı şeklinde mi değerlendirilecekti?
Nitekim yıllarca heyecandan heyecana sürükleyen M. Ali, bir yenilgi aldığında âdeta biz nakavt olmuş gibi hissediyorduk kendimizi ve bu, bir sosyal hadise idi.
Ama, Muhammed Ali'nin bizlere verdiği bir başka ders de politik ideolojiler alanında oluyordu. Şöyle ki, Vietnam Savaşı konusunda, 'Vietnam'daki bu savaş benim savaşım değildir, ben Müslümanım, ülkem açık bir saldırıya uğrarsa o zaman savaşırım, ama, böylesine, hayır!' diyerek, sadece Amerikan emperyalizmine ayarlı değerlendirme ve ezberlerimizi bozuyor ve ortaya koyduğu tavrıyla, bizim gözlerimizi de açıyor ve bu uğurda askere gitmeyi reddediyor, şampiyonluk unvanının elinden alıyorlar ve tabiatiyle şampiyonalar onsuz düzenleniyor, milyonlarcca dolardan mahrum kalıyordu. Muhammed Ali, bütün bunları göze almıştı, hattâ hapsedilmeyi bile..
Ama, Vietnam savaşı durdurulunca Muhammed Ali de ringlere yeniden dönebilmişti..
Vietnam Savaşı'nın durdurulması ise bir başka ilginçlik sergiliyordu..
Amerika Dişişleri Bakanı Yahudi asıllı Henry Kissinger Pakistan'a gitmişti. Ama, Peşaver şehrinde hastalandığı, şiddetli bir grip ve soğuk algınlığı geçirdiği, otelinde tedavi altında olduğu açıklanmıştı.
Gerçekte ise, o sırada gizlice Pekin'e gidip Vietnam Savaşı konusunda 'ateş-kes' sağlamıştı.
O sıralarda ilginç bir haber de vardı..
İkinci Dünya Savaşı'ndan beri kayıp olan ve Amerikalılara yakalanmamak için 30 sene kadar Filipinler'de ormanlarda gizlenen ve artık vahşi hayatın bir parçası haline gelmiş bir Japon askeri bulunmuştu. O ise, artık Japonya ve Amerika düşman değil, dost olduklarına inanamıyordu. ,
Bu arada Amerikan Başkanı da, o günlerde, Vietnam Savaşı sâyesinde Amerikan ekonomisinin en az yüzde 70'lik bir ataletten kurtulduğunu müjdeliyordu, halkına..
*
O günlere aid bir hatıramı da aktarayım..
Diyarbekir'den Samsun'a gitmiştim, 1967'de..
*
O sıralarda Amerika yeni bir Başkanlık seçimine hazırlanıyordu..
Demokratların adayının belirlendiği son kongre yapılmış ve 1963 Kasımında öldürülen Amerikan Başkanı Kennedy zamanının Adliye Bakanı Robert Kennedy'nin aday ilan edilmesi neredeyse an meselesiydi.
Samsun'da akşam babamla sağdan soldan sohbet ettik.. Gece yarısı da otobüsle Ankara'ya geçecektim, Sağlık Bakanlığı'ndaki bir resmî işim için..
Babam, Amerika'da neler oluyor diye sormuştu. Demokratların adayı Robert Kennedy olacak galiba, dediğimde, babam, 'O olamaz!.' demez mi!..
'Niçin baba?' dedim.
'Oğlum, ben birisini öldüreceğim ve onun kardeşi de bizim başımıza geçecek.. Ben onun başımıza gelmesine seyirci kalır mıyım? O beni öldürtecektir. O zaman, o beni öldürmeden, ben onu öldürmem mi? Biraz kafanızı çalıştırın..' dedi babam, çok tecrübeli bir edâ içinde..
Ben biraz da, 'Baba senin aklın bu konulara ermez' havasında, 'Baba, orası Amerika, orada bu işler bizim bu mantığımıza göre şekillenmez..' demeye gelen birkaç cümle söyledim terbiye sınırları içinde..
Ama, babam cevabımdan hiç de memnun olmadı ve tatmin olmadı, yüz hatlarından anladım bunu.. Ve bana, 'Oğlum okuyorsunuz ama, buncağıza aklınız nasıl oluyor da ermiyor..' dercesine baktı..
Ve sessiz kaldım. O gece yarısı Ankara'ya hareket ettim.
Ankara'ya varınca, sabahın 10.30 civarında doğruca Sağlık Bakanlığı'na gittim, Sıhhiye'de..
Girişte kocaman bir salon var, 5-6 metre yüksekliğinde bir tavan..
Yukarıdan hafif bir müzik sesi geliyor, radyoya bağlı..
Ben de İstanbul'a tayinim için Bakan'la görüşmek için, sıramı bekliyorum. Bir anda yayın kesildi ve heyecanlı bir sesle spikerin sesi duyuldu: 'Sayın dinleyicilerimiz şu anda aldığımız bir haber veriyoruz..
'Amerika'da Demokrat Parti'den Başkan adayı seçilen Robert Kennedy, bu sebeple tertiplenen törende vurularak öldürüldü!' !!!
Bir tuhaf oldum..
Hani, babam Amerika'da olsaydı, 'Baba bu işte senin de bir parmağın var mı?' diye sorardım herhalde..
Çünkü daha 10 saat önce konuşmuştuk bu konuyu ve babam kesinlikle onun öldürüleceğini söylüyordu.
Babam, okuma-yazmayı bile sonradan öğrenmiş ve ömrünün büyük kısmını köyde ve yoksulluk içinde geçirmiş birisi olarak, büyük bir köylü siyasetçisi ve filozofu idi, kendi çapında...
...
(Robert Kennedy, Sirhan Bishare Sirhan isimli, aslen Filistinli olan bir Hristiyan arab genci tarafından öldürülmüştü. Robert Kennedy'nin, diğer Demokrat aday adayları ile arasında aylarca süren siyasî rekabet sonunda, Demokrat'ların Başkan adayı olarak ilan edildiği o toplantıya, Sirhan'ın kalabalığın arasına güvenlik tedbirlerine rağmen sızıp girebilmesinden daha da şaşırtıcı olan, o anda, o kalabalığın arasında silahını çekip, 20-25 metre uzaktan, tek atışta, Kennedy'yi alnından vurabilmesiydi.
R. Kennedy'nin son anda namluyu görür-görmez, 'Yine mi?' ses tonuyla 'My God!' (Tanrım!) diyebildiği ve hemen arkasından da alnından vurularak öldüğünü bu vesileyle hatırlayalım. İlginçtir ki, Sirhan, Hristiyan bir arab olduğu için, üzerinde fazla durulmadı ve 'müebbed/ ömür boyu' hapis cezasına çarptırıldı. Sanırım, hâlâ da hayatta ve hapiste.. Ama, onun yerinde Müslüman bir Filistinli olsaydı, konu herhalde yıllarca gündemden düşmezdi.)
Selahaddin E. Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Nasır’ın Firavunluk hevesi… (03.07.2019)
- Kimine göre ‘eşşeklik’, kimine göre ‘çocukluk’… (14.06.2019)
- 1965’te Diyarbekir… (21.05.2019)
- Hira Dağı kadar Müslüman… (08.05.2019)
- ‘Morrison Süleyman’dan ‘Çoban Sülü’ye… (01.05.2019)
- Solcular sağcı, sağcılar solcu… (20.04.2019)
- Suç aleti olarak takke, tesbih ve risaleler... (04.04.2019)
- ‘Niçin’i lügatlerden çıkarmışlardı… (20.03.2019)