Selahaddin E. Çakırgil

Teşhiste anlaşıyoruz ama…

Geçen yazılarda, 60'lı ve 70'li yıllarda da gündemdeki konulara bir Müslüman olarak bakılmaya çalışıldığı, emperial sistemlere ve güç odaklarına karşı itirazlar dile getirilerek, çözüm için İslâm inancının temel ölçüleri gösterildiğine değinmiştik.

Bu durum, çoğunun zihninde, hemen, 'Haa, şeriat istiyor!' şeklinde bir kanaat uyandırıyordu.

Laik rejim, İslâm deyince nesillerin zihinlerinde, bir umacı, bir gulyabanî oluşturmuştu. Hattâ namazında-niyazında insanların beyni ve duyguları da bu vehimlerle kuşatılmıştı.

O günlerde gittiğim Samsun'da bir tanıdık sendika başkanı ile bu gibi konuları konuşurken, o, alabildiğince marksist çözümlerden meded umduğunu gizlemiyor, gözünü başkalarının kazanç ve mallarına dikmiş; haram-helâl ölçülerini kullanmadan, sadece, kendisinden biraz daha iyi konumda olduğunu düşündüğü kimselerden bir düşman 'sosyal sınıf' oluşturmuş; gelecekte devrimlerini gerçekleştirdiklerinde gerekirse, bazı sosyal kesimlerin sosyal bünyeden temizlenecekleri gibi, kanlı/ hemoglobinli hayâller görüyor; kompradorların, ensesi kalınların korkması gerektiğini söylüyordu.

Evet, şeriat'ten bir heyula yontulmuştu ve namaz da kılan niceleri de, 'Cumhûriyet kanunları'ndan söz ediyor ve başka dokunulamazları da korkuluk olarak öne sürüyordu... Genel hava hemen her yerde aynı durumdaydı. Hattâ, ehl-i namaz olan nice kimseler bile, kendilerine biraz aykırı düşünenleri görünce, hemen 'Cumhuriyet kanunları'nı hatırlatıyorlardı. O konuyu bu kadar benimsemiş gözüküyorlardı.

*

Bu arada yeni bir hırsızlık şekli gelişmişti, 'devrimci eylem' adında.. Şehrin çok merkezî yerlerinden biraz kıyıda-köşede olan büyük satış merkezleri, ( o zaman henüz 'süpermarket' denilen cinsten büyük mağazalar yaygın şekilde yok idi) kaşla göz arasında birkaç kişi tarafından soyuluyor, içi boşaltılıyor ve TIR veya kamyonlara yüklenen ve halkın en çok kullandığı tüketim maddeleri o zamanlar İstanbul'un Zeytinburnu, Sütlüce gibi gecekondu semtleri sayılan yerlere götürülüp, fakir halka dağıtılıyordu.

*

Bu durum bile 'devrimci eylem' diye alkışlanıyordu, bizim solcular tarafından.. Ki, onlardan birisi, sonradan büyük bir büyük sermaye sahibi/kapitalist tüccar olduğunda, 'Başkalarının malını başkalarına dağıtmak, bize büyük keyif veriyordu, ama, bunun hak olup olmadığını asla düşünmüyorduk. Şimdi ise, kendi alın terimle kazandığımın yağmalanmak istenmesi karşısında silahımı kullanırım. Çünkü o malı ben kazandım. Bizim yağmaladığımız o malları da başkaları büyük ihtimalle alınteri dökerek kazanmışlardı, ama biz o anda, bunu düşünemiyorduk..' diye itirafta bulunuyordu.

Ben bu gibi durumları kendisine anlattığım etkili sendikacı hemşehrime, 'dilediğin gibi konuş, ben bu rejimin yanında değilim, ben İslamî bir dünya tasavvurundayım, sen de kendi hayal ettiğin dünyayı kurmak istiyorsun.. Ama, benimle birlikte namaz da kılıyorsun, bunu nereye koyacaksın?' dediğimde karşılık veremiyor, 'Ama, sizler şeriat istiyorsunuz..' diye karşılık veriyor, ben de, 'Eğer İslâmî bir dünya demek istiyorsan, evet, aynen öyle..' dediğimde, 'Ama, siz gelirseniz, bizi komünist diye yok edersiniz, Endonezya'da olduğu gibi..' şeklinde endişelerini ifade ediyordu.

*

('Endonezya'da ne olmuştu ki?' denilebilir.. Endonezya, halkı Müslüman olan ülkeler arasında en büyük nüfusa sahib bir Güneydoğu Asya ülkesiydi. Ve Hollanda emperyalizmi'nin pençesinde 400 yıl kadar yaşadıktan sonra, 1947 yılında Ahmed Sukarno liderliğinde bağımsız bir Cumhûriyet yönetimiyle idare olunmaya başlanan bir adalar devleti idi.

Ahmed Sukarno'yu, 1959 yılında Türkiye'ye yaptığı resmî ziyaret sırasında görmüştüm. Başında, püskülsüz ve siyah renkli fesiyle, bir Devlet Başkanı'nı ilk kez o zaman görmüştüm, yani bizdeki Şapka İnkilabı'na aykırı bir kıyafetle.. Onu resmî mezar ziyaretine, kutsala karşı olmak adına ortaya çıkan ve ama, kendi kutsalını icad etmek ihtiyacını duyan laisizmin bizdeki 'kutsal laik türbe'sine götürmüşler, o da orada, ellerini açıp Fatiha veya dua okumuş, gazeteler bu görüntüyü biraz da alaya alarak vermişlerdi, birinci sahifelerinden.. O ilk gençlik yıllarımızda, Ankara'daki yatılı okulda okuyan bizler arasında tartışılan konu da ilginçti. Çoğu köylü çocukları olan bizler arasında bile, 'resmî ziyaretgâh' durumundaki 'O mekânda Fatiha okunur mu hiç?.' tartışması yapılırdı. Çünkü, orada yatan kişi, öyle duaya filan muhtaç birisi değildi!! Bir arkadaşımız, 'Belki de duaya liyakati yoktur da onun için..' kabilinden bir laf etti diye okul idaresine şikayet edilmişti.. Bazıları ise, konunun daha mühim (!) bir tarafına işaret ediyorlardı, 'Hiç, bir cumhurbaşkanı ellerini açıp dua eder mi?' diye.. Üstelik de başında fes..

O dönemler böyleydi.. Hattâ o kadar ki, yine 1959 yılında Pakistan cumhurbaşkanı Mareşal Muhammed Eyyûb Khan da İstanbul'a geldiğinde Cuma Namazına katılmak üzere, Eyyûb Khan, elbette yanında ev sahibi konumundaki Türkiye Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'la Sultanahmed Camii'ne geldiklerinde, Celâl Bayar, misafirini kapıdan içeriye 'Buyur' ettikten sonra, kendisi dışarda kalmış, Eyyûb Khan'ın, 'Siz?' diye sorması üzerine, Bayar, 'Biz laikiz..' cevabını vermiş, namaz bitinceye kadar câmi kapısında, kendisine verilen bir sandalye üzerinde oturmuştu..

O günlerin 'Türkiye'sini bugünkü nesillerin anlaması çok kolay olmasa gerek..

*

Aradan 6-7 yıl geçmişti ki, 1965'in sonlarında, Endonezya Ordusu'nun başındaki generaller, komünistlerin ülkede darbe yapmaya hazırlandığına dair korkunç belgelere ulaştıklarını söyleyerek ülke çapında kanlı bir temizlik hareketine girmişler ve sonradan iddia edildiğine göre, 500 bin kişi, komünist veya onlara yakın oldukları gerekçesiyle öldürülmüş, Ordu'nun en önde gelen 5 Generali ise, o 'komunistler veya tarafdarları' tarafından öldürülmüşlerdi. Ama, sonunda General Muhammed Suharto duruma hâkim olmuş ve amma, o da daha sonra 35 seneye yakın süre ordu gücüne dayanarak iktidarda kalmıştı.

İlginçtir, Endonezya'da cereyan hadiseler dünya kamuoyunda fazla yer işgal etmedi. Ama, komunizan hareketler için esaslı bir korku kaynağı oluşturduğu, o solcu denilen kesimlerin uzun yıllar dillerinden düşürmedikleri 'Endonezya Örneği'ni unutmayışlarından ve kendi başlarına da aynı şeyin gelebileceğinden ve 'Bayram namazlarında camileri caddelere kadar dolduran halk kitleleri var ya, onlara, 'İşte bunlar komunisttir, onları öldürürseniz Cennet'e gidersiniz..' dense o kitleler, bizi tavuk boğazlar gibi keserler ' demekten kendileri alamıyorlardı.

Bu arada belirteyim de o büyük kitlelerin ise Endonezya'da olup bitenlerden haberi yoktu, ama, rahmetli Şevket Eygi'nin bir yazısındaki çağrıya uyularak, Fatih-Sarıgüzel'deki Bâliğ Paşa Camii'nde, 'Endonezya'da komünistlerce öldürülen 5 general için mevlid okunacaktır..' haberi üzerine, bir akşam namazı ile yatsı namazı arasında okunan o mevlide büyük bir kalabalık gelmişti. Ve amma, hemen hiç kimse o generallerin isimlerini de bilmiyordu, sıfat ve rütbelerini de..)

*

Bunları söylerken, kendileri devrimlerini yapıp, iktidara geldiklerinde kanlı bir sosyal temizleme yapmak zorunda kalacakları'na dair laflarını hatırlattığımda, çelişkisini görüyor ve sonra da beni ve benim gibi düşünenleri, 'Siz Cumhuriyet kanunlarından habersizsiniz galiba..' diye korkutmaya çalışıyordu.

Ben bu, 'Cumhûriyet kanunları' lafını, çocukluk yıllarımdan beri sık sık duyardım. Âdetâ, bazı evlerin önünde gördüğüm 'Dikkat, ısırır..' dercesine bir görünmez tabelâ halinde.. Ve ilginç odur ki, biz kimseyi öldürmekten söz etmediğimiz ve dahası, benim dinim, 'haksız yere bir kişinin öldürülmesi'ni bile, bütün bir beşeriyetin öldürülmesi' şeklinde bildirdiği halde, nesillerin hayalinde, zihninde böyle bir korku uyandırmışlardı ve o noktaya kadar komünist olanlar bile, 'İslâm tehlikesi'(!?) ni hissedince, laisizme, resmî ideolojiye ve onun korkuluklarına sarılıyorlardı. Laikliğin ne demek olduğunu sorduğumuzda ise, her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu.

Tabiatiye biz de onların bu tutarsızlıklarını zaman zaman makaleler halinde yazıya döküp kendimize yakın bulduğumuz dergilere gönderiyorduk. Gazete olarak ise, sadece 'Bâb-ı Âli'de SABAH'dan başka bize kapılarını açacak bir günlük yayın organı zâten yoktu..

*

Halbuki o zamanlar, yeni yeni siyasî tartışmaların ortasında gözükmeye başlayan Prof. Erbakan, marksistlere, 'sosyal hastalıkları teşhis etmek konusunda sizinle bazan görüş birliğine varabiliriz, ama, sizinle tedavide anlaşamıyoruz..' diyor, ve bu sözler matbuata da yansıyınca, bizim görüşlerimiz de yavaş yavaş toplumda, efkâr-ı umûmiyede/ kamuoyunda yerini almaya başlıyordu.

*

Selahaddin E. Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.