Selahaddin E. Çakırgil

Eski Türkiye...

Evet, 50 yıl geride kalmış bir zaman diliminden söz etmek isterken, ister istemez, 70-75 yıl öncelere, NATO'nun kuruluş günlerine de gitmek gerekti.. 'Bizi niye bu kadar ilgilendiriyordu?' diyemeyeceğimiz konular..

MHP Devlet Bahçeli, 15 Haziran 2021 günü yaptığı konuşmada, 'NATO, Türkiye'nin hangi derdine çare olmuştur, ne gibi faydaları olmuştur?' gibi sorularını sıralıyordu. İlginçtir, bir zamanlar, 'NATO'ya karşı olma'yı 'İstiklâl /Bağımsızlık için şart görenler' marksist kesimlerdi ve kendileri dışındaki hemen herkesi ve bu arada 'İslâm'a göre, müslümanca bir dünya kurmak' idealini taşıyan müslümanları bile 'Amerikancı' olarak eleştiriyorlardı. (Ama, buna bazı İslâmî gruplar da çanak tutmuyor değildi.. Hattâ, Risale-i Nûr câmiası adına yayınlandığı bilinen bir gazetede, Bediîuzzaman Said Nursî'nin ateizme, dinsizliğe karşı, 'Ehl-i kitab' gayrimuslim toplumlarla işbirliği yapılması gerektiğine dair anlaşılabilir görüşleri pelteleştiriliyor ve komünist rejimlerin tahakkümündeki bütün Hristiyan halklar da bir bütün olarak 'bezbojnik/ ateist düşmanlar' olarak gösteriliyordu. Hattâ, (merhûm) Şevket Eygi ağabeyin çıkardığı gazetelerde bile ve hattâ bizzat kendi makalelerinde bile, 'NATO'ya karşı olanların komunist' olduğunu yazabiliyordu. Halbuki, o günün dünyasındaki zaruretler açısından, Sovyet yayılmacılığına karşı fiilî bir gerçeklik ve bir tedbir olarak kabul edilebilecek durumda olan NATO'ya dünyaya Müslümanca bakmaya çalışanlar da prensip olarak karşıydılar. Ama, sözünü ettiğim kesimler Amerika'nın ve NATO dünyasının 'Ehl-i Kitab' olduğunu; komünist rejimlerin ise, ideolojik olarak vahye dayalı dinlere karşı olmaları ve 'dinsizlik dini'nin bayrakdarlığını yapmaları hasebiyle, rejimle halkın aynı şeymiş gibi sayılması durumu ortaya çıkıyordu. Halbuki, Sovyet Birliği'nin dağılması ve Doğu Avrupa'daki komünist rejimlerin de çökmesinden sonra, Rusya ve Doğu Avrupa halklarının, başlarındaki komünist rejimlere rağmen, Batı Avrupa'daki, -liberal diye örnek gösterilip özendirilen- halklardan daha dindar olduklarını, inançlarını korudukları sosyolojik bir gerçek olarak tesbit edilmiştir. Tıpkı, bizde de, rejimin 1 asra yakın şiddetli din /İslam düşmanlığına rağmen, Müslüman halkımızın laik diktatörleri şaşırtan bir şekilde inancını korumakta olduğu gibi…

Ama, bizim toplumumuzda Amerika ve Batı Avrupa'daki sosyal düzenlerin NATO etrafında bir araya gelmelerinin neticesi ve Türkiye'nin de NATO üyesi olması dolayısiyle, yani tamamen siyasî meselelerle ve dünya güç dengeleriyle ilgili olarak bir zahirî beraberlikten hareketle âdetâ bir inanç birliği sergileme noktalarına varmasının izahı zordu.. Kaldı ki, o dönemin İngiltere Dışbakanı başta olmak üzere, daha niceleri, NATO'nun bir motif halinde resmedilen yıldızına bakılırsa, orada 'Haç' işareti görülür ve bu ittifak bir 'Hristiyan halklar ittifakıdır..' demişlerdi..

Ama, buna rağmen, Türkiye'yi yönetenler, 'Evet, halkımız müslümandır, ama, biz laikiz..' diye NATO'ya girmek için bütün çabalarını sergiliyorlar ve 'bu yolda ödenmesi gereken bedel ne ise onu ödemeye de hazırız..' diyorlardı. Nitekim, Türkiye, kapitalizm ve komunizm sistemlerinin Kore'deki askerî karşılaşmasında, Kore yarımadasının Güney ve Kuzey diye ikiye bölünmesine yol açan iç savaşta, Amerikan ve NATO güçlerinin yanında savaşa katılmaya karar verip, özellikle Kunuri Savaşı'nda muhasara altına alınan bir Amerikan ordusunu, yüzlerce askerinin ölümüyle sonuçlanması pahasına kurtardıktan sonra, NATO'ya lûtfen alınacaktı.. (Kunuri Savaşı'nda ölen TSK askerleri için radyodan okunan mevlidleri, köyümüzde 1951-52'lerde, sadece bir evde bulunan bir radyodan halkımızın gözyaşları içinde dinlediğini hayal-meyal hatırlıyorum.. Ki, halkımız Kore'nin neresi olduğundan haberi yoktu, neyin savaşı olduğundan da habersizdi, ama, Devlet anlayışı geleneğiyle oluşan bir halk inancı ve kültürü içinde o askerler de şehîd diye anılıyorlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra, o dönemin Diyanet Başkanı Ahmed Hamdi Akseki'nin bu konuda Bayar- Menderes liderliğindeki Demokrat Parti Hükûmeti'nin kararına İslâmî esaslar açısından dolaylı olarak da olsa karşı çıktığına dair rivayetler işitmiştik, ama, bu belgelenemedi.. )

Sadece çok sonralarda A. Hamdi Akseki'nin damadı ve bir ara Demirel Hükûmetlerinde Bakanlık ve de Turgut Özal zamanında da onun partisinden Ankara Belediye Başkanlığı yapan merhûm Av. Mehmed Altınsoy'dan bunu öğrenmeye çalışmıştım, ama, net bir karşılık alamamıştım. Sadece, Altınsoy, A. Hamdi Akseki Hoca'nın hatıratını yayınlamıştı ve niceleri ve hattâ İstanbul'un bazı tanınmış 'hocaefendileri, evlerinde misafir ettkleri Akseki Hoca'yla geceler boyu konuştuklarını ve onun büyük acılar ve pişmanlıklar yaşadığını müşahede ettiklerini anlatmışlar, o hâtırâtın da filtre edildiğini, süzgeçten geçirildiğini yazmışlardı. Ki, o hâtırât'ta anlatıldığına göre, 1950 seçimlerinde İsmet Paşa ağır bir yenilgi alıp iktidarı Demokrat Parti'ye devretmeye ve Çankaya Köşkü'nü terketmeye hazırlanırken, Akseki Hoca da İsmet Paşa'ya gider ve -özetle-, 'Paşa hazretleri, beni Diyanet Başkanlığı'na siz getirdiğinize göre sizinle birlikte ben de ayrılayım..' der. Ama, İsmet İnönü, Hoca'nın elini avucu içine alır ve 'Hoca efendi, siz bu devlete (rejime) çok büyük hizmetler ettiniz. Ben , Demokratlar'ın sizden rahatsız olacaklarını sanmıyorum.. Siz devam ediniz..' karşılığını verir. İşin bu tarafının üzerinde de düşünülmesi gerekir. Çünkü, o dönemlerde Diyanet Başkanlığı yapanların hemen her birisi, daha büyük zulümlerin yapılmasına engel olmak için çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu konudaki iddiaların her birisi, kişilerin yaklaşımlarına göre değişebilir. Her şeyin doğrusunu hakkıyle bilen ise, yalnızca Allah'u Teâlâ'dır.

(Elbette, Türkiye'ye çok ciddî bir askerî darbe yaşatan güçlere, dayanacakları bir halk desteği umudunu veren ve onlarla işbirliği yapan F. Gülen'in, yıllarca İslamî söylemlerle konuşmasından sonra şimdi Amerika'da sırtını Amerikan emperyalizminin en karanlık güç odaklarına dayaması, başka Müslümanların da Amerikancı olduğu gibi suçlamaların yapılmasına daha bir zemin hazırlamış bulunmaktadır. Ve Türkiye, Amerikan emperyalizmine, yığınla dosyalar ve delillerle iade başvurusu yapmasına rağmen, F. Gülen'i iade etmeyip Pensilvania'daki bir şato'da sıkı güvenlik tedbirleri arasında muhafaza etmesi de, ben Müslümanım deyip yine de Gülen'in peşinden gidenler açısından bir yüz karasıdır.)

Bu vesileyle, 15 Temmuz 2016'da yaşadığımız Askerî Darbe Hıyaneti karşısında, o zaman BM'deki Amerikan baştemsilcisi olan John Bolton'un, o gece, 23.00 sularında, 'Türkiye'de askerî bir hareketlilik var, askerler başarırlarsa bu, laisizmin güçlenmesi olacaktır. Erdoğan kazanırsa, o zaman da laiklik yenilgiye uğramış olur. Eğer Erdoğan devrilirse, onun için gözyaşı dökemeyeceğim. Çünkü o, Amerika'nın dostu değil ve Türkiye'yi bir İslâm Devleti'ne götürüyor..' dediğini sadece hatırlamakta değil, bir de asla unutmamakta fayda var..

Elbette ki, 'faillerinin ve hem de Amerika tarafından heyecanla sahiplendiği o darbenin, Amerikan emperyalizmine, NATO'dan müttefiki olduğu Türkiye'ye karşı sorumluluklarına göz yumup, darbe karşısında haftalarca sustuktan sonra, Ankara'ya gelen ve istemeye-istemeye, 'Çok üzüldük, bir NATO üyesi olarak geç gelmekte de yanlış yaptığımızı kabul ediyoruz..' diyen riyâkâr müttefiklerin davranışları da unutulmamalıdır.. Ki, onlardan birisi de şimdi Amerikan Başkanı olan Joe Biden idi ve o zamanki Amerikan Başkanı Barack Hussein Obama'nın Başkan Yardımcısı olarak Ankara'ya gelmiş ve 15 Temmuz 2016 Darbe Teşebbüsü günlerinde yaşananları üzüntüyle karşıladıklarını ifade etmişti.

Ama, aynı Biden, Amerikan Başkanı seçilmeden 1 sene kadar öncelerde bir Amerikan tv. kanalına verdiği röportajda, 'Türkiye'de muhalafeti destekleyerek Erdoğan'ın demokratik yollarla iktidardan uzaklaştırılması gerekliliği'nden açıkça söz edebilmişti.

Ama, 14 Haziran günü, Bruksel'de tertib olunan NATO Liderler Zirvesi'nde Amerikan Başkanı Joe Biden'ın, Türkiye Başkanı Tayyib Erdoğan'la görüşmesi sırasında, iki taraf da o, 1,5 yıl öncelerde Biden tarafından dile getirilen düşmanca sözleri unutmuş değillerdi. Ama, işte o noktada, yine de diplomatik görüşmelerin gereği yerine getirilmiş, simalardan tebessümler taşmıştı, dünyaya..

Evet, Türkiye ve B. Amerika Başkanları Erdoğan ve Biden hassas bir görüşme yapacaklardı.. Kasım-2020'deki tartışmalı seçimi kazanan Joe Biden'ın seçimlerdeki sloganının, 'Amerika Geri Dönüyor/Döndü..' cümlesi olduğunu unutmamak lâzım.. Biden, şimdi o geçmişin en zâlim güç gösterilerini sergilemeye çalışıyordu. Cismanî bakımdan yaşlılığın getirdiği zaaflarına rağmen, o nihayet, USA Derin Devleti tarafından alınan kararlara ve uygulamalara kanunîlik kazandırmak için bir imza atmaktan ibaret bir mevkıde bulunuyordu.

Biden'ın karşısında da, Türkiye Başkanı Erdoğan.. O da şimdilerde, emperial dünyanın medya organlarında 'Osmanlı'nın Dönüşü' alt yazılı karikatürlerle anlatılıyor.

Nasıl mı?

Pehlivan yapılı, fesli, beli kuşaklı bir Osmanlı Veziri'ne benzetilen çizgilerle anlatılan Erdoğan, bir elinde bir bilgisayar cihazı.. Havada uçan küçük bir İHA veya SİHA aracını yönetiyor..

Bu karikatürü, hava savaşlarında, Türkiye'nin küçücük ve ucuz 'insansız hava araçları' İHA ve SİHA'larla; göklerde, 'pahalı ve güçlü savaş uçaklarını etkisiz hale getiren, yeni bir güç..' gibi makaleler takib ediyordu.

*

Başkan Erdoğan, NATO Liderler Toplantısı'na katılmak üzere Bruksel'e giderken, Amerikan Başkanı'yla yapılacak müzakerelerde 'bir geri adım atma durumu'nun asla sözkonusu olamayacağına işaret ediyordu. Bu söz, aslında, Amerikan Dışbakanı Blinken'ın 'Türkiye ile müttefikiz, ama, onun yaptıkları müttefiklik ilişkilerine zarar veriyor' şeklindeki sözlerine bir cevap mahiyetindeydi.

Ancak, emperial dünyanın medya organlarının Erdoğan'a kızgınlıklarını gösteren o kadar çocukça algı yöntemlerine başvurduklarını bütün dünya gördü.

Nitekim, NATO Liderler Zirvesi'yle ilgili olarak, emperial dünyanın medya organlarının en dişlilerinin birinci sahifelerinde sadece kocaman bir fotoğraf yer alabilmişti. O fotoğrafta, Erdoğan, Biden'ın önünde eğilmiş ve elini öpmeye çalışıyor gibi bir görüntü sözkonusu idi. Halbuki, o toplantıda, görüşlerini NATO'nun patronu Biden'a, açıkça söyleyebilen en, -belki de tek- etkili lider, hattâ bir oyun bozan rolünde olan, Erdoğan idi. O fotoğraf oyunundan bunun için faydalanılmaya kalkışılmıştı.

*

Gerçek ise, neydi?

Türkiye Başkanı Erdoğan, yoğun görüşme trafiği arasında bir koltuğa oturmuş, etrafındakilerle sohbet ediyordu. O sırada Amerikan Başkanı Biden'ın da heyetiyle birlikte gelmekte olduğu kameralara yansıdı. Ama, Erdoğan onu ya görmemişti, ya da görmezlikten gelmişti.

Biden da, hiç beklemediği bir anda ve tebessüm ederek Erdoğan'a doğru yönelmişti. O durumda, Erdoğan'a düşen de oturduğu koltuktan kalkıp kendisine tebessümle gelen ve birbirleri hakkında soğuk duyguları bilinen iki kişi arasında sıcak bir mukabelede bulunmak idi. İşte o anda, Erdoğan ayağa kalkarken; Biden, 'Kalkmayın' dercesine bir hareket yapmıştı. Erdoğan'ın kalkması da 2-3 saniyeyi geçmemişti. Her ikisi de birbiriyle nezaketle ve mütebessim bir tavırla selâmlaşmış ve birkaç cümlelik bir ilk konuşma böylece gerçekleşmiş oldu..

Meselenin aslı bu.. Ama, ing. Financial Times ve diğer bazı yayın organlarının sorumlu yayın md.leri demek ki, Erdoğan'a ne kadar kızgınlar ki, 1-2 saniyelik bir ayağa kalkma sahnesini, Biden'in elini öpmeye çalışıyor veya önünde eğiliyor gibi bir görüntü olarak yansıttılar.

Bu, onların seviyesizliği...

Ama, daha seviyesiz olanlar ise, o basit düşmanlıklardan meded umanların içerdeki yerli uzantıları.. Sosyal medya denilen mâlûm bataklıkta yazılıp çizilenler, evet, o emperial odaklardan daha bir seviyesiz..

Evet, bugün, ülke içinde Türkiye C. Başkanı Erdoğan'ı, Biden karşısında küçültmeye çalışan bir taife var ki, bu gibilerin, Erdoğan'a düşman olmakta, Biden'dan daha geride olmadıkları rahatlıkla iddia edilebilir.

O emperial odakların içerdeki yerli uzantıları bu fotoğraf oyununa öyle bir sarıldılar ki, bunu bir rövanş alma hareketi olarak değerlendirdiler. Çünkü, Ecevit'in Türkiye Başbakanı olarak 1998'lerde, Amerikan Başkanı Clinton karşısındaki, - bir ortaokul öğrencisinin , okul müdür karşısındaymış gibi, Clinton'un bir koltuğun kenarında yarı oturmuş vaziyette ve Ecevit'in de onun karşısında ayakta bir şeyler anlatır vaziyetteki müzakere görüntüsü- bir utanç tablosu yıllarca hâfızalarda kalacaktı.. Ve o görüntünün bir anlık bir hareket olmadığı açıktı. Şimdi, bu fotoğrafla o zamandan kalma ezikliği gidermeye çalışıyorlardı. Ama, hem içerdekilerin ve hem de dışardakilerin Erdoğan'ı küçük düşürmek için başvurdukları bu bir anlık fotoğraf oyunu, dünya kamuoyu tarafından ciddîye alınmadı.

Üstelik, Erdoğan'ın bütün dış görüşmelerinde, karşısındaki muhatab ve mevkıdaşının hareketlerine, vücud diliyle aynen ve ânında aynı şekilde mukabelede bulunduğu, hattâ karşısındaki bacak-bacak üstüne atarak oturmak tarzını hemen gösterdiği ve aynı şekilde davrandığı 20 yıla yakın zamandır sergilenip durulmuştu.

Son NATO toplantısını saatlerce takib ettim.. O toplantıda, genel olarak bir 'maraza' çıkacağı ihtimalinden söz ediliyordu.. Hattâ, Erdoğan'ın yeni bir 'One minute' çıkışı yapabileceğinden bile söz ediliyordu. Çünkü, daha 18 ay öncelerde, 'Türkiye'deki iç muhalefeti destekleyerek Erdoğan'ı iktidardan uzaklaştırmak gerektiği'nden söz eden ve o zaman Amerikan Başkan adaylarından birisi olan kişinin, şimdi bu toplantıya B. Amerika Başkanı olarak gelen Biden olduğu, gizli bir şey değildi. Ve, o, Başkan seçilişi üzerinden 6 ay geçtiği halde, o eski beyanına dair hiçbir söz söylememiş ve tavır sergilememişti. Böyleyken, bu toplantıda Erdoğan'la hangi yüzle karşılaşacaktı?

Ama, NATO Toplantısı'nın yapıldığı mekânda Erdoğan otururken, karşıdan Biden'ın geldiği görüldü ve Erdoğan hiç istifini bozmadı. Ancak, Biden, Erdoğan'ı görünce, hemen ona doğru yönelip tebessüm ederek elini uzatınca..

Erdoğan da tabiatiyle ayağa kalkıp -COVİD salgınının yeni usûlünce- dirsek teması tokalaştı ve.. Biden, dostluk- yakınlık işareti olarak Erdoğan'ın kolundan tutunca.. Erdoğan da bir an bile duraksamadan, aynı şekilde davrandı. Erdoğan bu konuda son derece dikkatli..

*

Nitekim, hatırlanacak olursa, Amerikan Başkanı G. W. Bush'un , daha 2003'de, '1 Mart Tezkeresi'nin reddinin 'Amerika'nın, Türkiye tarafından yarı yolda bırakılması demek olduğunu' söylemesi ve Erdoğan'la yaptığı bir görüşmeden, 'At pazarlığı yapar gibi davranıyor..' diye yakınması bile nasıl bir müzakereci olduğunu anlatmaya yetmişti.

Sonra, Erdoğan'ın bu tavrını ve dikkatini Obama Dönemi'nde de sergilediği görülmüştü.

Hele de, Erdoğan'ın hele de sionist İsrail rejimi C. Başkanı Shimon Peres' le Davos'taki tartışmasında, meşhur 'One minute' çekmesi karşısında hele de Amerikan sosyo-politik çevreleri ve onları yöneten sionist Yahudi kuruluşları şoke olmuşlar ve Erdoğan'ı frenlemeyi ve cezalandırmayı kararlaştırmışlardı.

Keza, Amerika- Türkiye ortak yapımı olacak F-35 savaş uçaklarının parasını Türkiye peşin ödediği halde, Amerika o uçakları vermediği gibi; satış işlemi tamamlanıp Amerika'daki Türkiye makamlarına teslim edilen 5 adet F-35 savaş uçağının gönderilmesini de engelleyince ve de, Türkiye'nin hava sahasını savunabilmesi için ihtiyacı olan Patriot füzeleri de verilmeyince; 'NATO envanterinde olmayan silâhların alınamıyacağı' gibi sert Amerikan ihtar ve tehditlerine rağmen; Erdoğan Türkiyesi'nin hava savunma sistemi için gerekli olan S-400 füzelerini Rusya'dan satın alması kararlılığı, Amerika ve NATO çevrelerini şoke etmişti ve bu konu da hâlâ da tartışılıyor ve daha uzun süre tartışılacağa da benziyor..

Evet, bütün bunlar da Amerika ve NATO'nun Türkiye'ye bir müttefik gibi değil, emrindeki bir askerî güç gibi bakmak şeklindeki anlayışını yansıtacaktı..

*

Ama, bütün geçmiş darbeler gibi, Amerikan izni olmaksızın yapılamayacak olan 15 Temmuz 2016'daki askerî darbe teşebbüsünün başarısız oluşu da Amerika'yı hışımlandırmıştı. Bu yüzden, o darbeyi perde önünde yaptıran irade görünümündeki ve amma kendi güdümlerindeki F. Gülen ve adamlarının Türkiye'ye iade edilmesine asla yaklaşmadı, Amerika.. Ayrıca, Irak ve Suriye'deki PKK terör örgütünü var gücüyle destekledi- destekliyor..

*

Obama'dan sonra ise, her tarafa olduğu gibi Erdoğan Türkiyesi'ne de direktifler vermeye kalkışan Trump, istediği neticeyi elde edemiyeceğini anlayınca daha yumuşak bir diplomasi takib etmek yolunu seçti. Bu durum, Trump'ın karşısında Demokrat aday olacağı belirlenen Joe Biden'ın dikkatinden kaçmamış ve Ocak-2020 ortasında bir Amerikan tv. kanalında açıkça, 'Erdoğan'ın iktidardan düşürülmesi için, Türkiye içindeki bütün muhalif unsurlarla işbirliği yapılacağını' açıkça ifade etmişti. Bugün Türkiye'deki muhalefet de bu çerçeveye göre şekilleniyor.

*

Aynı şekilde, 14 Haziran akşamında kararlaştırılan Erdoğan- Biden görüşmesinde de Erdoğan, çok dikkatli bir diplomat olarak muhatabının her davranışına aynen karşılık verdi.

Erdoğan'ın ingilizce bilmemesini bir noksan olarak görenlere, bir ünlü iş adamı, 'İngilizce bilenleri de gördük. Erdoğan ise, muhatablarıyla beden diliyle anlaşıyor ve bütün geçmiştekilerden çok daha başarılı..' demişti..

Erdoğan- Biden arasındaki ve 40 dakika kadar sürdüğü bildirilen ikili görüşmede, Biden'ın yanında bir tercüman hanım vardı..

Erdoğan'ın yanında da İslâmî örtüsüyle dikkati çeken genç bir kız vardı, tercüman olarak.. İçerde, hangi çevrelerin o güzel manzaradan dolayı küplere bindiklerini gördük.. Çünkü, bu tercüman kız, 1999 Nisanı'nda yapılan seçimlerde (merhûm) Erbakan'ın Fazîlet Partisi'nden İstanbul m.vekili seçilen ve Türkiye Meclisi'ne İslâmî tesettüre riayet ederek, başörtülü olarak gelen ilk hanım olması hasebiyle, Başbakan Ecevit'in, 'Bu hanıma haddini bildirin, burası devlete meydana okuma yeri değil..' diyerek, şiddetli protestolarla Meclis'ten kovdurduğu ve aylarca -yıllarca sadece Türkiye iç siyasetini değil, haber çevrelerinde de tartışılan Merve Kavakçı hanımın kızı olan ve o zamanlar ilkokula giden küçük bir kız olarak azgın laik çevrelerce , annesiyle birlikte günlerce – aylarca yuhlanan, protesto gösterilerine, annesiyle birlikte mâruz kalan Fatıma Gülhan idi ve şimdi o küçük kız çocuğu, büyümüş, hem de mükemmel ingilizcesiyle dünyadaki en üst seviyeli diplomatik görüşmelerde Erdoğan'ın yanında bulunuyordu. Evet, Erdoğan, 22 sene öncelerdeki o laik saldırının rövanşını şimdi, dünya siyasetinin en yüksek seviyede dikkati çeken bir NATO Liderler Toplantısında da almış oluyordu. İçerdeki bir kısım laik çevrelerin, Erdoğan'ın bu, bir rövanş alma hamlesi olarak gördükleri tavrı karşısında nasıl tepkiler verdiklerini, Erdoğan'a nasıl bir kin ve nefret beslediklerini ise, medya günlerce yapılan saldırgan sataşmalardan anlamak mümkündü.

*

NATO Liderler Toplantısı dolayısiyle, NATO ile Türkiye arasında 70 yıla varan münasebetlerin son durumunu yansıtması ve içerde ve dışardaki sonuçları açısından bu konuya sıcağı sıcağına genişçe değinmek sanırım, gerekliydi.

Yoksa, bu görüşmelerde daha nelerin olduğu yarınlarda daha net olarak değerlendirilecektir herhalde..

Biden'ın, görüşmeden sonra, 'Erdoğan'la oldukça verimli ve iyi bir görüşme oldu..' şeklindeki açıklaması dünya medya organlarında dikkatlice yansıtıldı. Biden, 'Erdoğan'ın iktidardan düşürülmesi' için daha 1,5 sene önceki o sözleri söylememiş ve Erdoğan da o sözleri âdetâ hiç işitmemiş gibi davranmışlardı.

Erdoğan, bu ikili görüşme sonrasında yaptığı basın toplantısında, ele alınan ve iki taraf arasındaki pürüzlü pek çok meselenin açık yüreklikle dile getirildiğini; F-35 savaş uçakları konusunu, S-400 füzeleri konusunu; Amerika'nın çekilmesinden sonra Afganistan'da bir boşluk meydana gelmemesi için, Kabil Havaalanı'nın güvenliğinin, muhtemelen Türkiye tarafından -Pakistan ve Macaristan'la birlikte- üstlenilmesi konusunu; PKK ve YPG'ye olan Amerikan desteğinin sona erdirilmesini, Irak ve Suriye siyasetlerini, Ukrayna ve Kırım konularında Türkiye'nin tavrını ve teröristler arasında, 'iyi terörist-kötü terörist tanımlamasının yapılmaması', Türkiye'nin Libya'daki siyasetinin çok net olarak ortaya konulmasıyla, bir karşı görüş belirtilmemesi konuları dikkat çekiciydi.

*

Fakîr, 60 yıldır Türkiye'nin dış siyasetini takib eden birisi olarak, bu gibi NATO ve BM. Genel Kurulu vs. toplantılarda, temsil ettiği halkı ve dünya görüşünü Erdoğan çapında, şahsiyetli, vakarlı olarak en üst derecede temsil eden ikinci bir isim hatırlamıyorum.

Sadece bir örnek olarak belirtmek gerekirse, Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanı olmadan önceki son aylarında 1992'de Londra'da İngiliz siyasetinin büyük patronları karşısında yaptığı konuşmayı hatırlamak ve hatırlatmakla yetiniyorum:

Demirel o toplantıda, muhatablarına, sözlerinin başında çok yüksek bir şahsiyetli tavır gösteriyor ve 'Arkadaş, bana iyi iyi bak,.. Ben sizin Ortadoğu'daki jandarmanız değilim..' diyordu. Ama, bu cümlenin devamında ise, söyledikleri bambaşka bir tablo çiziyor ve 'Çünkü, ben, Batı'nın yüksek kültür ve medeniyyet değerlerinin taa Orta Asya'ya kadar taşıyıcısı birisiyim..' diyordu..

Şimdi, Erdoğan ise, dünyaya 20 yıla yakın bir süre yansıtmaya çalıştığı üzere, denilebilir ki, Demirel'in o konuşmasının ilk cümlesini tekrarlıyor ve amma, ikinci kısmına fiilî bir reddiye getiriyor ve zımnen, 'Ben farklı bir kültür ve medeniyyet dünyasının bir temsilcisi olarak, sizinle eşit şartlar altında dünya siyasetinde nasıl bir işbirliği içinde olabileceğimizi tartışıyor, görüşüyorum..' demiş oluyordu.

Evet, NATO dünyasının 20 yıldır rahatsız olduğu yeni bir Türkiye vardı, artık karşılarında; 'Erdoğan Türkiyesi..'

*

Şimdi, ilginç bir noktaya daha değinmek gerekiyor: Türkiye'de Amerikan karşıtlığının sembolü olan, o eski marksist /komunistlerin bu gelişmelerden hiç memnun olmadıkları ve rahatsız oldukları anlaşılıyor. Dünlerde Amerikancı diye suçlanan bazı ideolojik eğilimlerin bugünkü sözcüleri, NATO'yu ağır şekilde suçluyor ve sorguluyor; 'NATO'nun Türkiye'ye ne kazandırdığı'nı soruyor.

Evet, bunlardan birisi de MHP lideri Devlet Bahçeli.. O da, bu toplantı sonrasında yaptığı bir değerlendirme konuşmasında, 'NATO Türkiye'ye ne kazandırmıştır..' diye soruyordu. O, elbette bilmiyor değildi, 'NATO'nun Türkiye'ye neler kazandırdıkları'nı..

En başta da, her 10-15 yılda bir tekrarlanan bir askerî darbe geleneğini kazandırmıştı.. Hattâ, ordu içinde her ihtimale karşı farklı fraksiyonları planlıyarak.. Yani kim kazanırsa kazansın, asıl kazanan hep NATO olmasını sağlayacak planlamalarla..

Hatırlayalım (merhûm) Turgut Özal'ın, 1989-90'larda, Cumhurbaşkanı olarak, TSK içinde, kimin Genelkurmay başkanı olacağına artık kendisinin karar vereceğini, taa 2000'li yıllarda bile kimlerin Genelkurmay Başkanı olmasını Amerika'nın planlamasının kabul edilemezliğini belirtip, beklenmeyen şekilde, bazı generalleri istifaya zorlayıp, Gen. Torumtay'ı Gen. Kur. Başkanlığı'na getirmesi bile büyük bir şahsiyet gösterisi olarak görülmüştü, haklı olarak.. (İlginçtir, bu konuda, o dönemin muhalefet liderlerinden MDP Gn. Başkanı em. org. Turgut Sunalp, Turgut Özal'ın o söz ve tasarruflarını eleştirirken, 'Sayın Özal, siz öyle söylüyorsunuz, ama, Torumtay'ın Gen. Kur. Başkanı olacağını şimdi Amerikan Kongresi'nde senatör olan eski bir Amerikalı general dostum bana 9-10 ay kadar öncelerde söylemişti..' dediği zaman, Demirel' 'Turgut Paşa, bunlar böyle ulu orta konuşulmaz, aksi halde altında kalırız.. gibi sözler ediyordu.. Bunu da hatırlayalım.)

Evet, Türkiye NATO sâyesinde, kendi ordusunu üzerindeki kontrol ve inisiyatifi bile yitirmişti. Hattâ öyle ki, son zamanlarda üzerlerindeki gizlilik yasağı kalkan Amerikan belgeleri gösteriyor ki, Amerikan Hükûmeti'nin (kezâ, İngiltere Hükûmeti'nin de) 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden, aylar öncesinden haberi vardı.

Şimdi Erdoğan Türkiyesi ise, Türkiye'nin iç siyasetinin dış mihraklarca tanzim edilmesi oyununun sona geldiğini anlatmaya çalışıyor, bu konudaki eski alışkanlıklarını terk etmek istemeyen emperial güç odaklarına..

*

Bu vesileyle ekleyeyim ki.. Zaman zaman, en başta Amerikan başkanları olmak üzere NATO liderleri Türkiye'nin NATO içindeki yerini takdirle ansalar ve de Türkiyeli üst derece siyasetçiler de bu hizmetlerini onlara hatırlatsalar bile, onların da mukabil bir hamleleri arkasından hemen geliyor ve bazı Amerikan Başkanları, 'Unutmayın, eğer biz olmasaydık, tıpkı 1947'lerde Yunanistan'da yaşanan korkunç iç savaş'ta olduğu gibi, Türkiye'de de içerdeki komünistlerle diğer halk kitleleri arasında bir iç savaş çıkardı, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra..' diyerek kendilerine minnet konulmasına dolaylı bir başka tehlikeyle, 'Türkiye'nin de komünistlerin eline düşebileceği' tehlikesiyle karşılık veriyorlardı.

Bu tamamen boş bir iddia da değildi..

*

**

Bu arada hatırlayalım ki, Türkiye'de, birçok alanda olduğundan da önce, özellikle TSK içindeki askerî düzenlemeleri Amerikan emperyalizminin, özellikle de M. Ruzî Nazar' isimli, Özbekistan doğumlu ve 2. Dünya Savaşı'nda Rus ordusunda subay iken Almanlara esir düşen, Almanya savaşta yenilince de, Amerikalıların eline geçen ve onların elinde sıkı bir 'Amerikan casusu'na dönüşen ilginç bir ismin Ankara'da vazifelendirilmesiyle gerçekleştirdiği çok sonraları anlaşılacaktı..

Kimdi bu Ruzî Nazar?

Ve ne gibi bir özelliği vardı?..

Selâhaddin Eş Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.