Bugünlerde NATO Liderler Zirvesi yapıldı ya, NATO'nun da merkezinin bulunduğu, Belçika'nın başkenti Bruksel'de..
NATO bizim çocukluk yıllarımızdan beri adını duyduğumuz, ama ne demek olduğunu bilmediğimiz bir heyulâ, bir gulyabanî gibi idi..
Bu konuya biraz gerilerden bakmakta fayda var..
Ortaokulda, öğretmenlerimizden NATO'nun ne demek olduğunu sorduğumuzda, onlar da çok net cevaplar vermiyorlardı.. Gerçi, başında Amerika'nın bulunduğu bir büyük güç olduğunu biliyorduk, NATO'nun.. Ancak, Amerika'nın ne veya nerelerden ibaret olduğunu bilmiyorduk..
Amerika, Atlas'a baktığımızda Büyük Okyanusla Atlas Okyanusu arasında, Kuzey Kutbu yakınlarından, taa Güney Kutbu yakınlarına kadar uzanan, ortasından sanki kopacak gibi olduğu bir Orta Amerika yöresinin de bulunduğu bir kıta idi ve üzerinde onlarca devlet veya devletçik vardı.. Sadece -her ne sebepleyse- 'Latin Amerika' da denilen Güney'de irili ufaklı 20 küsur devlet vardı; Orta Amerika denilen daracık bölgede de 7-8 küçük devletçikler..
Kuzey Amerika'da ise, Meksika, Birleşik Amerika ve Kanada bulunuyordu.
Ama, Amerika denildiği zaman bunlardan hangisi veya hepsi de mi Amerika idi? Ya da, 'Amerika Birleşik Devletleri' denilen güç odağı, nereden ibaretti? Ne demekti, Birleşik Devletler?
Sonra anlıyorduk ki, Kuzey Amerika'da, Kanada ile Meksika arasında bulunan büyük topraklarda irili-ufaklı 50 kadar devlet kurulmuş ve sonra bunların tek bir devlet otoritesi altında birleşmesi, bazan gönüllü iltihaklarla, bazan da zorla baş eğdirilerek sağlanmıştı.
Ancak, yine de bir belirsizlik vardı ortada.. 'Amerika neresiydi ve buralarda yaşayan halklar kimlerdi?' sorusunun cevabı net olarak söylenemiyordu. Ve eğitim sisteminde de, sanki 'Amerika bizim dayımız imiş gibi bir duygu algılaması' zihinlere şırınga ediliyordu.
*
Tarih kitaplarındaki bilgiler çok sınırlıydı.
Milâdî-1492'de ise, Cristoph Columbus (Kristof Kolomb) isimli Cenevizli bir denizci, 'Mâdem ki dünya yuvarlaktır, Atlas/ Atlantik Okyanusu'na açılıp hep Batı'ya giderek de sonunda Hindistan'a, Hindistan'ın doğu sahillerine varılabilir.. Varılacaktır..' diye düşünerek bir maceraya atılmıştı.
Pek uzaaak bir tarihten değil, henüz 500 yıl öncelerden söz ediyoruz.
Columbus, yola çıkmış, aylarca süren yolculuk çetin geçmiş, gemisindeki elemanların bir kısmı ölmüş, bir kısmının dişleri, içmek için su bulamadıklarından, deniz suyu içmek zorunda kalıp dökülmüştü.
Ve nihayet, kara parçası görünmüş ve Columbus, tayfalarına, 'işte Doğu Hind sahillerina geldik' müjdesi vermiş, bulundukları yeri Honduras (Doğu Hind) diye isimlendirmişti. Ama, sonra, orada gördüğü insanlara bakıp, bunların Hind'le ilgili bilgileriyle uyumlu olmadığını anlayınca, kararını değiştirmiş ve bu toprakların, farklı coğrafyalar olduğunu düşünerek, 'kutsal topraklar' mânâsında 'San Salvador' demişti, oralara..
*
Ve o 'kutsal topraklar'daki insanların ellerinde, parlak sarı ve pas tutmayan madenler vardı, ama, bunların ne işe yaradığını bilmiyorlardı.. Bu 'altın' madenlerinden bol mikdarda alıp dönen Columbus, Avrupa'nın iştahını kabartmış ve 'altın'a tapınan insanlar diyarı' durumundaki Avrupalılar, kendilerine yeni ufuklar aramaya koyulmuşlardı. Üstelik, Avrupa büyük açlık tehlikesi içindeydi ve Bizans İmparatorluğu'na son veren Müslüman orduları, Avrupa'lıların 'zengin bir gıda ambarı' olarak bildikleri Hindistan'a gitmelerinin yolunu kesmişlerdi, yarım asır öncelerde, 1453'de..
(Sözün burasında, İstanbul'u fetheden, Doğu Roma/ Bizans İmparatorluğu'na son veren Müslüman güçlerin, daha sonra, o coğrafî keşiflere ilgisiz kalmaları, eseflenilecek bir durum değil midir, diye kendimize sorabiliriz?)
*
Evet, Columbus'un neresi olduğunu bilemediği ve ancak, Amerigo Vespucchi isimli Floransalı/ İtalyan bir gemicinin, 'Yahu, burası yeni bir dünya, biz buraları hiç bilmiyormuşuz.. Gelin buraya, burada her şey var.. Altın da var, yiyecek de..' demesiyle, Avrupalılar o yeni dünyaya akın ettiler.
Ve, asırlardır İnka ve Aztek medeniyetleri kurmuş olan yerliler, Kızıl Derililer 'Beyaz' insanların saldırısına uğradılar.
1892'de, yani Amerika kıt'asının keşfedilişinin 400. yıldönümü şenlikleri sırasında, Amerikalı ünlü mizah yazarı Mark Twain , 'Columbus, Amerika'yı keşfetmekle büyük bir iş yapmıştır.. Ama, keşke keşfetmeseydi de, çok daha büyük bir iş yapmış olsaydı, insanlığa hizmeti daha fazla olurdu..' demişti.. Haksız da değildi galiba..
Çünkü, 250 sene öncelerde, ünlü Fransız filozofu Voltaire, Avrupa'dan Amerika kıt'asına giden devletler veya sosyal gruplarca, kitleler halinde öldürülen yerli insanların sayısının 12 milyon olduğunu yazmıştır. Bu rakamı, o zamanki dünya nüfusunun ne kadar olduğu açısından da hesab etmek gerekir.. Benim ortaokulda okuduğum yıllarda, 1955'lerde Türkiye'nin nüfusunun 22 milyon kadar olduğu söyleniyor ve dünya nüfusunun da 1,5 milyara doğru ilerlediği yazılıyordu.
Ve biz ilk olarak ortaokul yıllarında ilk olarak Amerikalıları görmeye başlamıştık.. Dev yapılı, kara kara adamlardı.. Samsun'dan 45 km. içerde, Ankara yolunda yaşayan bizler, Amerikalılarla ilk olarak o zaman, Samsun'a giden Amerikan askerî araçlarının şoförlerini gördüğümüzde, bizim köylerin yaşlıları, dev yapılı kara adamları, 'İnsan şeklinde yaratıklar... Ve kamyon da kullanıyorlar' diye tarif ediyorlardı..
*
Evet, bizim zihnimizde şekillenmeye başlayan ilk Amerikalı tipi böyleydi.. Sonraları ise, sarışın, mavi gözlü, beyaz insanlar da geçmeye başlamışlardı..
Arabaların dışında kocaman NATO yazısı vardı ve bir de ortasına süslü bir yıldız çizilmiş bir mavi bayrak.. Hemen yanı başında da Amerikan bayrağı..
NATO yıldızı denilen resmin, gerçekte 'yıldız' şeklinde kamufle edilmiş bir HAÇ işareti olduğu sonradan anlaşılmıştı!..
Hattâ, Türkiye de NATO'ya üye olmak istediğinde, dönemin İngiltere Dışbakanı, 'NATO bayrağı'ndaki HAÇ da gösterir ki, NATO bir Hristiyan ülkeler savunma paktıdır.. Türkiye ise, Müslüman olan bir ülkedir.. NATO'da yeri yoktur..' diyor; bizdeki resmî yetkililer ise, 'Evet ama, biz rejim olarak laikiz.. Müslüman olan halktır..' diye taleplerinde ısrar ediyorlardı.
Çünkü, Stalin Sovyet Rusyası, 2. Dünya Savaşı sonunda Doğu Avrupa'yı yuttuktan hemen sonra Türkiye'ye de yönelmiş, bir takım taleplerde bulunmaya başlamıştı. Ve Türkiye NATO'ya işte o ağır tehditler içinde girmişti.
Anlatıldığına göre, NATO ve Amerikan askerleri bizi 'urus' gâvurundan, Moskof'tan ya da komünistlerden kurtarmak için gelmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı /Seferberlik' yıllarında veya daha öncesindeki '93 Harbi' felaketinde gidip de dönmeyen on binlerin ağıtları yaşlı ninelerimiz tarafından, tarlalarda, ağlaya-ağlaya okunurdu..
Komunistlerin-Bolşeviklerin kimler olduğunu da pek bilmiyorduk, ama, onların aile kavramının olmadığını aktarmışlardı bize.. Halkın komunistliği anlaması açısından bu açıklama oldukça etkili bir yöntemdi.. Hattâ, 'Bir evin kapısında bir erkek şapkası varsa, oraya ikinci birisi giremez..' filan derlerdi..
*
Amerikalılar ise, bizi kurtarmaya geliyorlardı.. Üstelik de önceden onlarla hiç savaşmadığımız da söyleniyordu köylerde. Çok da güçlü imişler.. Atom Bombaları varmış onların.. Atom Bombası'nın ne olduğunu bilmesek bile, çok korkunç bir şey olduğu anlatılıyordu.. Bir de ortaokul seviyesindeki çocukların elinde bile Mike Hammer polisiye romanları vardı ki, o Mike Hammer karakteri, aşağılanan, ezilen, yoksul insanların imdadına yetişen, bizdeki Köroğlu benzeri bir halk kahramanı rolündeydi.. Öyleyse, Amerikalılar iyi insanlardı ve bizi de seviyorlardı, bizi korumak için kendi ülkelerinden o kadar zahmetlere katlanıp buralara kadar geliyorlardı.
Dev askerî araçlarını kaplayan brandalarda 'Amerika Amerikalılarındır..' yazısını görüyorduk da, ama, Amerika'nın sınırlarının neresi olduğunu bir türlü yine kavrayamıyorduk.. Hâlen de olduğu gibi..
Sonraları öğrenecektik ki, Amerika'nın menfaatlerinin bulunduğu her yer, ya Amerika'dır; ve Amerikan menfaatlerine zarar verenler de nerede olurlarsa olsunlar, Amerika'nın düşmanıdırlar ve öyleleri her yerde ezilmeyi hak ediyorlardı.
Ortaokul- sonrası ve de üniversiteye kadar geldiğimiz 1970'leri düşündüğümde yine anlıyordum ki, şehirlerin büyük meydanlarında, hâlâ, M. Kemâl'e aid olduğu söylenen 'Türklük âleminin en büyük düşmanı komünistliktir, görüldükleri yerde ezilmeli!.' şeklindeki sözler, geceleri kocaman ışıklı tablolar halinde karşımıza çıkıyordu.
*
Sonraları öğrenecektik ki, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Doğu- Batı veya komünizm -kapitalizm kutuplaşmasının kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan ideolojik Soğuk Savaş'ın rüzgârları, bir "Sıcak Savaş"tan daha az tahrib edici değildi. Sovyet Rusya, Doğu Avrupa'yı yutmuş, iki dünya arasına ideolojik açıdan bir 'demirperde' çekilmişti. Bu Stalin tipi komünist yayılmacılık siyasetine karşı 0 şartlarda, 4 Nisan 1948'de 'Kuzey Atlantik Andlaşması Organizasyonu / 'North Atlantic Treaty Organisation (NATO)' kurulmuştu. Kuzey Atlantik'ten maksad, Atlantik /Atlas Okyanusu'nun kuzey yarım küredeki kısmını işaret ediyordu. Buna, Akdeniz'in kuzeyindeki Batı Avrupa ülkeleri de dâhildi.
Stalin Sovyet Rusyası, Türkiye'den de Boğazlar'ın güvenliğini sağlamakta söz sahibi olmak istediklerine ve Kars -Ardahan yörelerinde miladî-1877-78 (Hicrî 1293) Harbi'nden beri sık sık sürtüşme konusu olan isteklerde bulununca, zamanın C. Başkanı İsmet İnönü, Stalin Sovyet Rusyası'nın gizli ültimatomuna, o talepleri reddederek, 'Tarih boyunca Türk halkının vatanına karşı vazifesini yerine getirmediği bir örnek yoktur...' diyordu, 'cesaretle'.. Ama, o cevabî ültimatomun altına da, 'Bu ültimatomun muhtevasından büyük dostumuz Amerika Birleşik Devletleri de haberdar edilmiştir..' gibi bir not düşülüyordu. Ve Amerika, vereceğinden fazlasını almadan ve kendisine sığınanı iyice kul-köle haline getirmeden yardım elini uzatmazdı.. Nitekim, Türkiye'ye, savaş sonrasındaki yeni dünya dengeleri içinde yer almak isteyenlerin, Almanya ve Japonya'ya savaş ilân etmeleri şartını getirmişti. Eski 'Cemiyet-i Akvâm /Milletler Cemiyeti' çökmüştü, şimdi 'Birleşmiş Milletler' adında yeni bir uluslararası teşkilat kurulacaktı. Savaş'ın kazanan tarafında olan 5 devlet (B. Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) daimî kontrolünde bulunacak olan dünyada artık bir daha savaş olmayacaktı..
Ne boş bir hayal..
Buna rağmen, Türkiye, Ocak-1945'in başında, artık teslim olmanın eşiğinde (nitekim, 8 Mayıs 1945 günü, kayıtsız-şartsız teslim) olan Almanya'ya ve 6 Ağustos 1945 günü de Japonya'nın Hiroşima şehrine, Amerika tarafından atılan ve 100 binlerce sivil insanı kavuran Atom Bombası'nı …
Ama, Amerika kendi Sovyet Rusya tehdidine karşı kendi kucağına atılmaya çalışan bir Türkiye'yi bulunca, eline geçen fırsatı kaçırmak istemedi.. O yıllarda, Türkiye'nin Vashington'daki büyükelçisi olan Münir Ertegün, Kasım-1944'de bir kalb krizi sonunda vefat etmişti.
İsmet İnönü'nün Sovyet Rusya'ya verdiği cevabın ve Stalin tehditlerinin üzerinden aylar sonra, Amerika, 2. Dünya Savaşı'ndaki ünlü savaş gemisi Missouri Zırhlısı'nı Türkiye'ye gönderiyordu. Ama, ilginçtir, bu gemi, güvertesine yerleştirilen ve Türkiye Bayrağı'na sarılan kocaman bir tâbutla, -Kasım-1944'de vefat eden- büyükelçi Münir Ertegün'ün cenazesini 15 ay kadar sonralarda, 5 Nisan 1946 günü getiriyordu, İstanbul'a.. Ve daha da ilginç olan şu ki, Missouri Zırhlısı Çanakkale Boğazı'ndan geçip Marmara'ya geldiği gün, Hükûmet, o günü resmî tatil olarak ilan ediyor; İstanbul'da yüzbinler yollara dökülüyor, ellerinde Türkiye ve B. Amerika bayrakları, 'Heyy Stalin, hey Rusya, haydi gel!.. Biz buradayız!.' diye sevinç gösterileri yapıyorlardı.
*
Türkiye, 18 Şubat 1952'de NATO'ya kabul edildi.. Ama bu öyle kolay bir kabul değildi, âdetâ yalvarırcasına girmişti. Türkiye, Stalin Sovyet Rusyası'nın tehditleri altındaydı çünkü.. Hatırlayalım, 1952'de dönemin C. Başkanı Celâl Bayar, selefi İsmet İnönü'yle konuşurken, 'Paşam, NATO'ya girmekte çok geç kalmışız..' diyor; o da, 'Celâl Bey, aldılar da mı girmedik?' diyordu..
*
Selahaddin Eş / Çakırgil