Selahaddin E. Çakırgil

‘Sarıkamış Faciası’ ve Enver Paşa üzerine

Son yıllarda, Aralık ve Ocak aylarında, '1915- Sarıkamış Faciası' üzerine anma toplantıları yapılıyor. Eskiden o da yapılmaz ve pek bilinmezdi. Tıpkı, o facianın cereyan ettiği yıllarda da, tam 7 sene, 1922'ye kadar bir 'askerî sır' olarak resmen açıklanmayışı ve sadece halk kitleleri arasında rivayet olarak dilden dile ve korkularak, ve de yürekler yanarak anlatıldığı gibi...

Kitleler 'seferberlik' denilen o meş'ûm yıllarda giden gönderdikleri yavrularından hiçbir haber alamamışlardı. Ne zaman ki, Enver Paşa'nın Anadolu'ya dönme ihtimali ortaya çıkmıştı, işte o zaman, onun dönmesinden ve halk kitlelerinin onu muhabbetle karşılamasından korkan ve 'İttihad- Terakkî' kadroları içinde de liderlik yarışı söz konusu olduğunda acımasızca birbirlerini saf dışı etmeyi âdet edinmiş ve Enver karşısında tutunamıyacaklarının endişesini taşıyan bir takım kişi veya gruplar, Sarıkamış'ta 100 bini aşkın büyük bir ordunun 'Allah'u Ekber Dağları'nda dondurulduğunu ve bir 'ihanet' derecesindeki bu facianın sorumlusunun da Enver Paşa olduğunu, 'yarı resmî' bilgiler halinde efkâr-ı umûmiyeye/ kamuoyuna sızdırmaya, yansıtmaya başlamışlardı. Halbuki, 'ihanet' olarak gösterilen o facianın benzeri, hemen her askerî mücadelede yaşanabiliyordu ve emrindeki askerlere, 'Ben size ölmeyi emrediyorum..' diyen nice kumandanlar vardı ki, birliklerinden geriye, kendilerinden başka kimse kalmamıştı ve bu durum, bir ülkenin ve milletin hayatına yön veren aslî değerler, inançlar söz konusu olunca tabiî ve üstelik de şerefle kabullenilen bir 'kaçınılamaz kader' olarak görülüyor, gösterilebiliyor, kabullenilebiliyordu. Evet, savaşın hele de askerî olanında, dünyevî hayat açısından canlı kalmak ve kayıpları daha sonra telafi etmek, zayıf bir ihtimaldi. Savaşın soğuk yüzü böyleydi.

Şimdilerde, son 30-40 yıldır, artık Sarıkamış Faciası az da olsa, yarım-yamalak bilgilerle konuşulmaya başlandı. Ama, bugünkü Tacikistan diyarında, Türkistan yaylalarından Belçivan'da, Sovyet Rusya komünist rejiminin Kızılordusu'na karşı, Türkistan diyarlarının müslüman halklarının istiklali için teşkil olunan İslâm Orduları'nın başkumandanı olarak savaşırken 4 Ağustos 1922 tarihinde vurularak -inşaallah şehid olan- Enver Paşa'nın kemiklerinin, Anadolu'ya getirilmesinin bile, 'kamalist darbeci kesimlerin biraz zayıflatılabildiği' Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı döneminde düşünülmeye başlandığı ve 1996 yılında, Demirel'in Cumhurbaşkanlığı zamanında, Enver Paşa'nın dünyaya gözünü kapamasından 74 sene sonralarda, 1996'da gerçekleştiği, resmî itibarının ancak o zaman iade edildiği ve törenle, İstanbul'daki Hürriyet-i Ebediyye Şehidliği'ne nakledildiği hatırlanmalıdır.. (Yine bu vesileyle hatırlanmalı ki, 1950-60 arasında 10 yıl Türkiye'de başbakanlık yapmış olan Adnan Menderes, ordu ve siyaset içindeki 'İttihad-Terakki' kalıntılarının gerçekleştirdikleri 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden sonra uyduruk mahkemelerde yargılanmış gibi gösterilip, maddî ve manevî nice işkence ve zulümlerle, ve iki Bakan'ı, Fatin Rüşdî Zorlu ve Hasan Polatkan'la birlikte asılarak öldürülmüşler ve onların cenazeleri ailelerine bile verilmemiş, 'idâm' edildikleri Marmara Denizi'ndeki İmralı Adası'nda defnedilmişler, hiç kimse onların mezarlarını bile ziyaret edememiş ve kemikleri, Turgut Özal'ın Cumhurbaşkanlığı zamanında, oradan alınıp, İstanbul'da, Vatan Caddesi'nin -şimdiki adıyla Adnan Menderes Caddesi'nin- Topkapı surlarıyla kesiştiği mekâna, ancak 29-30 sene sonralarda, askerî törenle defnedilebilmişlerdir.. Ve, yazık ki, tarihimizin bu utanç sahifelerinin hesabı âdilâne bir şekilde henüz de görülmemiştir.)

*

Ve ilginçtir, Sarıkamış Faciası'nın anılmaya başlanmasından sonra, bu anmaların da, câhillikle veya kasıdlı olarak bir folklorik gösteri halinde sergilenmeye başlanmasının önü alınamamıştır.

Aralık-Ocak ayları gelince, sımsıkı giyinmiş insanlar, ayaklarında botlar... Sırt çantalarında vücud sıcaklığını arttıracak çeşitli içeceklerle, Sarıkamış yaylalarına gidiyorlar, ağır bir yenilgi ve facianın hâfızalarda yaşatılması adına ve amma hangi mantığa, akla ve de inanca göre ve -ne ilgisi varsa veya ne demekse-, kardan heykeller yapıyorlar, biraz da nutuk çekiyorlar... (Gerçi Kur'an okunarak yapılan anma merasimleri de olmadı değil, ama, onlar gölgede kaldı; medya, kamuoyunu, daha çok bu folklorik gösteri mahiyetindeki haberlerle ilgilendirdi..)

Anılmak istenenler ise, üzerinde paltosu ve hattâ kalınca bir kazağı bile olmayan, ayaklarındaki çarık veya eski ayakkabılar olan, ve 'Allah'u Ekber Dağları'nda donarak veya bir kısmı da yarı donmuş olarak Rus ordusu tarafından katledilen 90 ilâ 120 bin arasındaki askerler...

İslâm inanç, kültür ve medeniyet ve hattâ örfünün son 14 asrında, şehidleri ve vefat edenlerini anmak gerekçesiyle böyle bir anlayış ve âdet görülmemiştir ve gayet açıktır ki, bu âdetler, Sarıkamış'ta da 'şehid' olanların ülkemize hâkim olmasını asla istemedikleri emperial kültürler karşısında eziklik duyan, aşağılık duygusuna kapılmış, kültürel esareti 'aydınlık ve aydınlanmak' zanneden kesimlerin uydurmalarıdır.

Eğer, o facianın birkaç dakikalık bir bölümünü olsun, hissetmek, yaşamak isteyenler varsa, bırakalım gecenin karanlığını, gündüz ışığında bile, incecik gömleklerle, ayaklarında yırtık çarık veya eski ayakkabılarla tırmansınlar bakalım Allah'u Ekber Dağları'nın yamaçlarına... Üstelik de şimdi bir kaybolma ânında, hemen kurtarma ekipleri, konum bildirme ve ulaşım imkânları da devreye girebiliyor.

İşin daha da acı tarafı, bu faciadan dolayı, konuyu bilen-bilmeyen hemen herkesin, hâlen de, Enver Paşa'yı lânetlemesi...

*

O halde, Enver'i yetiştiren sosyal şartların iyi anlaşılması açısından o döneme kısaca bakmak da gerekiyor.. Ama, maksadımız, Enver Paşa'yı temize çıkarmak değil; henüz 100 yıl geride kalmış ve büyük babalarımızın, nenelerimizin halk türkülerine karışmış ağıtlarını çocukluk yıllarında, hiçbir iletişim imkânının olmadığı bir zaman diliminde; tarlalarda çalışırlarken, hayvanlarını dere boylarında, kırlarda otlatırlarken gözyaşları içinde terennüm ettikleri yanık türkülerden dinlediğimiz o dönemi biraz yakından anlamaya çalışmak..

*

Enver Paşa, 1880-81 doğumlu, henüz 29-30 yaşlarındayken, Balkanlar'da, İttihad ve Terakki'nin entrika faaliyetlerinin içinde yer alıp, Sultan 2. Abdulhamîd'in tahttan indirilmesi konusunda önde gelen rolleri üstlenmiş ve o günlerde, altında 'Battal-ul'Hurriyye.. (Hürriyet Savaşçısı..)' yazısı bulunan, beyaz bir at üstünde, kılıcını çekmiş bir kahraman şekilde resmedilen birisidir.

Ekim-1911'de Libya, İtalyanlar tarafından âniden (ve de İttihadçıların, Paşalık rütbesi vererek) Osmanlı Hariciye Nâzırlığı' (Dışişleri Bakanlığı)'na bile getirdikleri Osmanlı Ermenisi Noradunkyan Paşa'nın da İtalyanları üstü kapalı ifadelerle teşvik etmesiyle) işgal edilince, o işgali kırmak için Enver Bey, gizlice Derne, Bingazi ve Trablusgarb'a geçer arkadaşlarıyla.. (M. Kemal'in de Enver'in câzibesine taa o zamanlardan kıskançlıkla baktığı anlaşılıyor.. Nitekim, Fâlih Rıfkı, bir gün M. Kemal'e sorar: 'Libya'ya niçin gitmiştiniz?'

Cevab ilginçtir: 'Enver gittiği için..' /Yani, 'Ondan geri kalmamak için..' mânasında..)

*

'Halife-i Muslimîn /Müslümanların Halifesi' sıfatını da uhdesinde bulunduran Sultan 2. Abdulhamîd, tahttan, Elmalılı Küçük Hamdi Efendi nâmiyle mâruf ve o zaman henüz 30 yaşlarında olan -sonraların- ünlü Elmalılı Hamdi Yazır'ın hazırladığı uyduruk bir fetvâ ile ve amma, İslâm şeriati adına, 31 Mart 1909'da, özellikle 'alaylı' ve 'mektebli' diye anılan askerî birlikler arasında patlak veren karışıklıkları bastırmak adına, Padişah'ın emri olmaksızın, Selânik'ten Mahmûd Şevket Paşa komutasında yola çıkan, (aralarında Enver ve M. Kemâl gibi küçük rütbeli subayların da bulunduğu ve) Hareket Ordusu' isimli, kendi başına buyruk askerî birliklerin İstanbul'da duruma hâkim olmasından sonra indirilmiştir. Sultan 2. Abdulhamîd, (Cumhurbaşkanı Tayyib Erdoğan'ın 15 Temmuz 2016'daki askerî darbe ihanetine karşı halkının başına geçip, halk kitlelerini direnmeye çağırması gibi bir irade göstermek yerine, yazık ki) boyun eğdi ve 27 Nisan 1909'da tahtından indirilerek yerine kardeşi Sultan Reşad oturtuldu, darbecilerce...

*

Sultan Reşad döneminde, Saray'a da damad olan Enver Bey'in yıldızı daha bir parlar ve 'paşa'lık rütbesine yükseltilir ve dahası, Osmanlı Ordularının başkomutanı bizzat Sultan olduğundan, Enver Paşa da Saray'ın damadı olması hasebiyle Osmanlı Orduları Başkumandanı Vekili olur; gerçekte ise, bütün Osmanlı Ordularının fiilî Başkomutanı konumuna gelir. Henüz, 32 yaşındadır.

O zamanın hemen bütün subayları gibi (sonraları Paşa olan) Enver Bey de, 2. Abdulhamîd döneminde açılan yüksek okullarda yetişmiş yeni nesillerin üniformalı ve herbirisinin hayalinde, kendilerinden 100 yıl öncelerde bütün Avrupa'yı sarsan büyük sosyal ve askerî çalkantıların aslî faili olan bir Napolyon ya da Prusyalı generaller gibi, birer 'yarı tanrı' oldukları havasına kapılmış olan kadrolardı.

1908'de 2.Meşrutiyet'in ilânından önceki senelerde, muhaliflerin tek bir hedefi vardı: Sultan Abdulhamîd'i devirmek.. Ve, İstibdâd (diktatörlük) dedikleri döneme son vermek, hayâl ettikleri bir Hürriyet Baharı'na erişmek..

2. Meşrutiyet'ten 20 yıl öncelerde vefat eden Nâmık Kemâl'in, o zamanlar ifade ettiği, (Ne kadar sihirleyici imişsin, âhh, ey hürriyet'in güzel yüzü../ Gerçi esaretten kurtulduk, amma, şimdi de senin aşkının esiri olduk..) mânasındaki, 'Ne efsûnkâr imişsin, âhh, ey didâr-ı hürriyet../ Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten..' mısraları, 2. Meşrutiyet sonrası için daha bir geçerliydi.

Her şeyden önce de, hürriyet'ten anlaşılan neydi, ne anlaşılmalıydı? Görülen sanki, bir ağıl veya ahırdakilerin, kapılarını açılmasıyla sokağa, hiçbir sınır tanımaksızın çıkıvermeleri gibi bir anlayış hâkim idi, 'hürriyet' konusunda.. Hani, Muhammed İqbâl'in bir şiirinde anlattığı tablo karşımızdaydı:

'Deryalar Kralından fermandır: 'Artık denizlerde tam bir özgürlük vardır..'

Kazlar bayram ettiler, büyük sevinç gösterileri tertiplediler..

Timsah ise dedi ki: 'Aynı özgürlük benim için de var..'

(Ve tabiatiyle, timsah, o özgürlük şöleninin sarhoşluğu içinde olan kazları birer birer avladı.)

*

İkinci Meşrutiyet'in ilânı sonrasında ortaya çıkan tablo böyleydi..

'Hürriyet' adına, İstanbul caddelerinde, Rum, Ermeni, Makedon, Bulgar komitacıları, teröristleri veya diğer ayrılıkçı unsurlarla, genç Osmanlı nesilleri ve katolik kardinalleri, ortodoks piskoposları, yahudi din adamları (hahamlar) ve hattâ bazı hocalar, imamlar; kolkola girip 'hürriyet' şarkıları söylüyorlar ve bu durum, emperyalistleri, Türk etnisitesinden olmayan Arab, Kürd, Arnavut gibi diğer Müslüman halkların da kavmiyetçi istiklâl mücadelelerinin programlarını hazırlamaları yolundaki ayrılıkçı düşüncelere yöneltmekte daha da ümitlendiriyor, cesaretlendiriyordu.

Sokaktaki sıradan Osmanlı vatandaşları için ise, 'hürriyet'in ne mânaya geldiğini, Ömer Seyfeddin, 'Efrûz Bey' isimli hikayesinde çok mizahî /ironik bir şekilde anlatır..

Şöyle ki: Çocuk, gazete satan bir çocuk, bağırmaktadır: 'Yazıyor, yazıyooor.. Hürriyet'in ilân edildiğini yazıyor!..'

Efrûz Bey, bir gazete alır ve 'hürriyet'in ilan edildiği haberini 'İlânlar' köşesinde arar!

*

Evet, Abdulhamîd gitmiş ve İttihad ve Terakki Cemiyeti, memlekete yavaş yavaş hâkim olmaya başlarken İstanbul'daki belirsizlik imparatorluğun her tarafına sıçramış; Arnavutluk ayaklanmış; (Sonralarda M. Kemal'le uzlaşan ve bizde, tıpkı onun gibi 'büyük' diye anılan) Elefterios Venizelos liderliğindeki Girit Meclisi, Yunanistan Meclisi'ne de hâkim olmuş, Balkanlar'daki ayrılık ve bağımsızlık hareketleri daha da güçlenmeye başlamıştı.

2. Abdulhamîd dönemi, Enver ve onun yaşıtı olan ve imparatorluğun; onun dağıtılması ve parçalanmasından sonra da, emperial güçlerin daha etkili oldukları sosyo-politik düzenlemelerin şekillenmesinde önemli roller oynayan isimlerin etkili oldukları bir zaman dilimidir.

1876'da ilân olunan Birinci Meşrutiyet'in, Sultan Abdulhamîd'in taht'a geçişinin hemen ardından patlak veren Rus- Osmanlı Savaşı'nın 1877-78'deki (Hicrî takvime göre 1293 yılında olduğu için, tarihimizde kısaca, '93 Harbi' diye anılan) ağır yenilgisinin şartları içinde, Meclis-i Meb'ûsân'ın kapatılmasından 30 sene sonralarda, İkinci Meşrutiyet'in ilânıyla, İttihad-Terakki'ciler, en büyük desteği, Avrupa'nın 'Duvel-i Muazzama' denilen büyük devletlerinin başkentlerinden ve de Avrupa başkentlerindeki Jöntürkler'den yükselen alkışlardan alıyorlardı.

İttihad-Terakki'ciler ise, hayal âleminde yaşıyorlar ve emperial güçlerin kendilerini alkışlamalarındaki aslî saiki kavrıyamıyorlar ve ellerinde sihirli bir değnek varmışçasına, her şeyi kısa zamanda düzelteceklerini sanıyorlardı. Nitekim, Sultan Abdulmecid'in torunu ve Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı olan Naciye Sultan'la evlendiği için, Saray'a dâhil ve Başkomutan Vekili de olan ve daha sonraların güçlü ismi olacak olan Enver Paşa, hâtıralarında askerî mekteplerdeki öğrencilik günlerinden söz ederken, '...Soba başında toplandığımız istirahat zamanlarında hükümetin aczinden; mutlakiyet idaresinin, özellikle de Sultan Hamid'in fenâlığından bahsederdik. ...Bu hâin herif, istese bir anda her şeyi düzeltir; memleketi bahtiyar eder; etrafındaki alçakları dağıtır; hem memleket ve millet bahtiyar olur, hem de kendisi, diyordum. Fakat bu adamın senelerden beri kan içmeye alışmış olduğunu ve insanın alışkanlığından vazgeçemeyeceğini düşündükçe, şahsına karşı fevkalâde bir düşmanlık hissediyor ve vücûdunun ortadan kalkmasının en iyi çâre olacağını düşünüyordum…' diyordu. Evet, o dönemde kendilerini, 'münevver/ aydın' olarak niteleyen çevreler Avrupa'dan estirilen hayalperestlik ve ütopya rüzgârlarının etkisiyle, her bir tarafa savrulup duruyor ve Abdulhamîd'den kurtulduklarında, her şeyin güllük-gülistanlık olacağını sanıyorlardı.

(Bu arada Enver Paşa'nın hanımı Nâciye Sultan ve çocukları hakkında da şu kısa notu burada belirtelim: 1898 yılında İstanbul'da doğan Nâciye Sultan, henüz 1910 yılında, Enver Bey'le nişanlandırıldı ve Nâciye Sultan'ın büyümesi için 4 yıl nişanlı kaldıktan sonra, Şubat 1914'te de evlendirildi. Böylece Saray'a intisab eden Enver Bey, artık Paşa ve de (Padişah'a vekaleten) Başkumandan Vekili olarak da vazifelendirildi ve fiiliyatta Osmanlı Orduları'nın en üst komutanı oldu.

Birinci Dünya Savaşı'nın ağır bir mağlubiyetle neticelenmesinden sonra diğer İttihadçı liderler gibi, Enver Paşa da, muhakeme edilmekten kurtulmak için gizlice yurt dışına çıkarken, Nâciye Sultan'ı, kardeşi Kâmil Bey'(Killigil)e emanet etti ve kendisinin ölmesi halinde Kâmil Bey'le evlenmesini vasiyet ettiği yakın çevresinin güvenilir rivayetlerine dayandırılmıştır. Enver Paşa'nın 4 Ağustos 1922 tarihinde Tacikistan'da, Duşenbe yakınlarında, Orta Asya'da hâkimiyet sağlamaya çalışan Sovyet Rusya'nın Kızılordu'suna karşı oluşturulan İslam Ordusu'nun kumandanı olarak savaşırken, -inşaallah- şehîd düşmesinden sonra, onun vasiyetine uyarak, Kâmil Bey'le evlenen Nâciye Sultan 1952 yılında çıkarılacak olan yasaya kadar yurtdışında yaşadı. 1952 yılında yurda dönen Nâciye Sultan, 4 Aralık 1957 tarihinde öldü. Nâciye Sultan'ın Enver Paşa'dan Mahpeyker (1917- 2000), Türkan (1919 - 25 Aralık 1989) ve Ali (1920 -1971) adlarında üç çocuğu ile Kâmil Bey'den Rânâ Eldem (1926 -2008) adında bir kızı bulunmaktaydı.)

*

Sultan Abdulhamîd'i öldürmek niyetiyle ermeni terörist Joris öncülüğündeki bir terör ekibinin, Yıldız Câmii'ndeki Cuma Selâmlığı sırasında patlattıkları bomba ile onlarca insan öldüğü halde, bombanın patlatıldığı noktaya, -beklenmeyen/ hesab edilmeyen câmiin imamıyla yaptığı konuşmanın birkaç dakika uzun sürmesiyle, bir-kaç dakikalık bir gecikmeyle geldiği için, Sultan Abdulhamîd'in öldürülemeyişi, bütün Abdulhamîd muhaliflerini ve düşmanlarını hayal kırıklığına uğrattı.

O kadar ki, (ateist bir şair olan) Tevfik Fikret, 'Bir Lâhzâ-i Teahhur/ Bir anlık gecikme) isimli şiirinde, 'Ey şanlı avcu, dâmını (tuzağını) beyhûde kurmadın/ Atdın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın..' diye teröristi alkışlarken.. Fikret'in en şiddetli muarızlarından olan Mehmed Âkif ise, o hadiseden sonra, Sultan'ı korumak için, 'Cuma Selâmlığı' merasimleri sırasında kuş uçurtulmaz şekilde sıkı güvenlik tedbirleri alınması üzerine, 'Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı, / Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!' diyecek kadar, saf kimselere doğru gibi gelebilecek bir şeklî ve sathî mantık sergiliyor, Sultan Abdulhamîd'den 'ödlek, korkak, Yıldız'daki baykuş' diye bahsediyordu.

Sultan Abdulhamîd'in iktidardan uzaklaştırılması için, kendilerinin tam karşısındaki din-iman tanımaz kimselerle bile işbirliğine girip aynı safta buluşan, o dönemin en seçkin Müslümanları olarak bilinen (Mehmed Âkif, Babânzâde Ahmed Naim, Said Nursî, Elmalılı Hamdi Efendi, -o dönemin en ateşli müslüman fikir adamlarından sayılan tarihçi- M. Şemseddin -sonraların Günaltay'ı-, Hasan Basri (Çantay) ve sair nice isimlerden, sonraki dönemde yaşanan büyük facia ve yıkımları gördükleri halde, pişmanlıklarını, yanlış yaptıklarını, aldandıklarını itiraf eden hiç kimse çıkmamıştır. (Halbuki, '95'e Doğru..' isimli şiirinde Kur'an-ı Kerîm'e, 'Ey kitab-ı köhne.. Yırtılır bir gün matqel-i fikr olan sahifelerin..' diye en ağır hakaretlerle saldıran o dönemin en hızlı 'ateist'lerinden Tevfik Fikret hakkında yazdığı şiirleri, 'Gelecek nesillere intikal etmesin..' diye Safâhât'ından çıkaran Mehmed Âkif bile, Sultan Abdulhamîd'in aleyhindeki şiirlerini ise, kitabından çıkarmamıştır. Ama, o zamanlar İttihadçı'ların önde gelen isimlerinden 'İstanbul Dâr-ul'Fünûnu (üniversitesi) Reisi (rektörü) olan ve daha sonra onlardan ayrılan (Feylesof unvanıyla mâruf) Rıza Tevfik (Bölükbaşı) ,'Abdulhamîd'in Ruhâniyetinden istimdâd.. (İmdâd dileyiş)' isimli ilginç şiirinde, nelere ve kimlere âlet oldukları itiraf etmiştir..

(Bu şiir ilk olarak, 1937'de Kahire'de 'Müsâvât' dergisinde neşredilmiştir.

Necîb Fâzıl tarafından da, 'Büyük Doğu' dergisinde, Haziran-1947' sayısında yayınlandı.)

*

Bu şiirin bir-iki yerini noktalı olarak geçip, o dönemi ve sonrasını anlamaya çalışabiliriz:

* *

Sultan Abdulhamîd düşmanı bir şairin, daha sonra yazdığı pişmanlık şiiri…

SULTAN ABDULHAMÎD HAN'IN RUHÂNİYETİNDEN İSTİMDÂD

Nerdesin şevketli Sultan Hamid Han?!
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,
Şu nankör milletin bak günâhına..

Tahrike yeltenen, tâc u tahtını
Denedi bu millet kara bahtını
Sınadı sillenin 'nerm ü saht'ını
Rahmet et sultanım, 'sûz-ı âh'ına

Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyâsî padişahına.

'Padişah hem zâlim, hem deli' dedik,
İhtilâle kıyâm etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse, biz 'Belî..' dedik,
Çalıştık fitnenin intibâhına!…

Divâne sen değil, meğer bizmişiz
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz,
Sâde deli değil, edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegâhına!

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena
Bir sürü türedi, girdi meydana,
Nerden çıktı bunca 'veled-i zinâ'!
Yuh olsun bunların ham ervâhına!!

Bunlar halkı didik didik ettiler
Katliâma kadar sürüp gittiler,
Saçak öpmeyenler secde ettiler,
Bir âsî zâbitin pis külâhına!

Bu gün varsa yoksa ……. …..
Şöhretine herkes fuzûlî dellâl
Âlem-i mâ'nadan bak da ibret al
Uğursuz tâli'in şu gümrâhına!

Haddi yok alçakla derde girenin,
'Sehpâ-yı kazâ'ya boyun verenin!
La'netle anılan 'cebâbire'nin,
Rahmet okuttu bu en küstâhına!

Çok kişiye şimdi, vatan mezârdır!
Herkesin belâdan nasibi vardır!
Selâmete eren pek bahtiyardır,
Bu 'şeb-i yeldâ'nın şen siyâhına.

Milliyet dâvası fıska büründü!
'Ridâ-yı diyanet' yerde süründü!
Türk'ün ruhu zorla âsî göründü,
Hem Peygamber'ine, hem Allah'ına!

Sen hafiyelerle dem sürdün, ancak
Bunlar her tarafta kurdu salıncak
Eli, yüzü kara bir sürü alçak
Kement attı 'dehrin mihr ü mâhı'na!

Bu itler -nedense- bana salmadı,
Belâlıydı başım, kimse almadı!
Seyrandan başka da bir iş kalmadı,
Gurbet ellerinin bu seyyâhına!

Hoş oldu cilvesi Cumhûriyet'in!
Tadı kalmamıştı Meşrutiyet'in,
Deccâl'a zil çalan böyle milletin,
Bundan başka çare yok ıslahına.

Lâkin sen sultanım, 'gavs-ı ekber'sin!
Ahiretten bile himmet eylersin.
Çok çekti şu millet, murada ersin
Şefaat kıl şâhım, 'medethâh'ına.

*

Lûgatçe:

İstimdâd: Medet ve yardım istemek
bârigâh: yüce huzur ve makam.
'gavs-ı ekber': Tasavvufta, irfan ve kemâl mertebesine olan

'sûz-i âhh': yakıcı bir âhh, feryâd

Âsî zâbit: İsyancı subay

Belî: Evet (farsça)
intibâh: Uyanmak,
gümrâh: yolunu şaşırmış

ervâh: Ruhlar,
sehpâ-yı kazâ: Îdam sehpası.
cebâbire: Zâlimler, zorbalar
'şeb-i yeldâ': Yılın en uzun gecesi (21 Aralık)
meded-hâh: İmdâd isteyen..
tahkîr: Hakir görme, hakaret etme
'nerm u saht': Yumuşak ve sert
ridâ-yı diyânet: Dîn örtüsü
fuzûli dellâl: gönüllü şakşakçı,

dehrin mihr u mâhı: Devrinin güneşi ve ayı
saçak öpmek: Osmanlı Sarayı'ndaki bayramlaşma merâsimlerinde, Padişah'ın tahtından sarkıtılan saçakları öpmek.

*

(Merhûm) Necîb Fâzıl bu şiiri yıllar sonra 'Büyük Doğu' dergisinde yayınlamış tutuklanıp yargılanmıştı.

Necîb Fâzıl bu konuda şunları yazmıştı:
"…Manzûmenin Rıza Tevfik'e aid ve münteşir bulunduğu gerçekleşiyor. Fakat onu bize gönderen okuyucu, mısralardan birini yazdıktan sonra karalamış, eksik bırakmıştır. Onu takib eden mısralarsa belli başlı bir şahıstan bahsedildiğini açıkça gösterdiği için bunun kim olduğunu anlamak lâzımdır. Eksik mısrayı takib eden kafiyelere ayrıca vezinde noksan kalan beş heceye göre bu isim Mustafa Kemal olabilir. Fakat aynı esaslara yüzde yüz uygun olarak tek ve müşterek hüviyet ifadesiyle Enver ve Cemal de olabilir. Rıza Tevfik'in siyasî temayüllerini ve mücadele hedeflerini bilenlerce, birinci hüviyetle ikinciler arasında fark yoktur… Görülüyor ki, tam yüzde ellişer ihtimalle iki hüviyet kutbu üzerinde de temerküz edebilen bir ifade karşısındayız…"

"Yine manzûmenin Rıza Tevfik'e aid olduğunu bilenlere başvuruyor ve şu cevabı alıyoruz:

-Kat'i olarak hatırımızda değil, fakat Enver ve Cemal olsa gerek… Zira 'Abdulhamîd'in Ruhâniyetinden İstimdâd' isimli bir hücum manzûmesinde hatıra ilk gelecek zümre, İttihad ve Terakki, ilk gelecek isimler de Enver ve Cemal'dir. Mustafa Kemal'in Abdulhamîd'le birinci plânda bir alâkası olmamıştır."

"Bu yeni tahmin ve tefsir, karalanmış mısradaki ismin (Enver ve Cemal) olması ihtimalini biraz daha yükseltmiştir. Ondan evvelki mısralarsa, okuyucunun bize apaçık yazdığı gibi:

"Etek öpmeyenler secde ettiler
Bir âsi zâbitin pis külâhına."
şeklindedir.

Bu da Enver ve Cemal ihtimalini, Mustafa Kemal'den daha fazla hatıra getirmektedir. Zira Enver, tâbi olduğu padişaha karşı doğrudan doğruya isyan ve harekete geçmiş bir zâbittir."

*

"Manzûmenin aslını Rıza Tevfik'den öğrenmek istiyoruz. Kendisi müsbet ve menfi hiç bir şey söylemiyor; sadece manzumenin aslını gizliyor ve mâhut isim, hakikatte ne olursa olsun, bizce tam bir meçhul halinde kalıyor. Fakat bütün bunların manzûmenin ruhu ve bizim onu neşretmemizdeki maksat bakımından hiç bir kıymeti yok…

Biz, yepyeni bir ideolocya ve dünya görüşünün bağlıları Büyük Doğu'cular, manzûmeyi, esasen fâni şahıslar-üstü ruh ve mânasıyle ele alacağız. Bunun için de, okuyucunun sildiği kelimeleri, zaten tam tahkik edemediğimiz için noktalıyoruz! "Bir âsî zâbitin" kelimelerini de, kendi elimizle silerek, herhangi müşahhas bir ifadeye kimsenin takılmasını istemiyerek, dâvaya mücerret ve sembolik bir edâ vererek bilhassa askerleri ve zâbitleri tenzih fikrini güderek, noktalarla gösteriyoruz. Yani, noktalarla gösterdiğimiz iki eksik mısradan birini okuyucu silmiştir, öbürünü de biz.

Maksadımız da, dâvayı küçük şahıs planından çıkarıp büyük tarihî, içtimaî, ruhî, ahlâkî teşhis plânına intikal ettirmek, böylece şu veya bu şahısla doğrudan doğruya hiçbir alâkamız olmadığını göstermektedir. Her şey, manzûmenin bütünündeki ruh ve mânadadır."

**

Necîb Fâzıl, ayrıca, Rıza Tevfik'in ölüm döşeğinde şunları söylediğini de yazmıştır:

"Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdulhamîd Han'a edilen iftiraları tesbit gayesiyle yazdım.

31 Mart vak'asını tertiblediği isnadı altında tahtından al-aşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sade iftiraların değil, tertiblerin de en hainine hedef tutulmuştur.

31 Mart'ı tertibleyen İttihadçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben de varım.

31 Mart'ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın.")

Selahaddin Eş / Çakırgil

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.