1970-71'li yıllar, Türkiye'nin sağ-sol kavgaları ve 12 Mart 1971'deki kemalist-laik askerî darbeye zemin hazırlayan gelişmelerden uzaklaşabilmek için, dünya tarihinin önemli gelişmelerine dair kitaplara yönelmiştim. Çin'deki büyük açlık faciasına, kezâ Maksim Gorki'nin Rusya'dan anlattığı korkunç açlık sahnelerine.. Bir de o sırada Rusya'daki Bolşevik/ komünist devriminin arkasından gelen büyük açlık faciasını da yansıtan Boris Pasternak'ın 'Dr. Jivago' romanı ve daha sonra Mısır'lı ünlü aktör Ömer Şerif'in başrolde oynadığı 'Dr. Jivago' filmi, keza ünlü Rus yazarı Alexander Soljenitsin'in -başta 'Kanser Koğuşu' olmak üzere- hemen hemen bütün eserleri, vs.. Keza, Leopold Weiss isimli bir Yahudi gazetecinin, Rusya'daki açlığa karşı bir 'uluslararası yardım kampanyası' başlatmak için Viyana'ya gelen Maksim Gorki'nin hanımıyla, -diğer gazetecileri atlatarak- yapabildiği röportajdan dolayı ünlü bir gazeteci haline gelen ve sonra da Ortadoğu'da Birinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan büyük karmaşaları yerinde görüp anlatması için bu coğrafyaya gönderilen bu gazetecinin, bu mıntıkada gözlemler yaparken, sonra yavaş yavaş, dünya görüşünü değiştiren ve Muhammed Esed adıyla müslümanlaşan büyük insanın yazdığı 'Mekke'ye Giden Yol' isimli ilginç eseri..
Ayrıca, o sıralarda, Avrupa'da büyük tarihî hadiselerin 100 ve 150'nci yıldönümleri de yaşanıyordu.
*
Prusyalı ilginç devlet adamı, ve sonraları Alman İmparatorluğu'nu kuran Kont Bismarck'ın, 1870'de, Almanya- Fransa sınırındaki Sedan'da, Fransa'yı müthiş bir yenilgiye uğrattığı, ve bir günde 130 binden fazla fransız askerinin öldürüldüğü bildirilen ve Fransa İmparatoru 3. Napolyon'un da esir düştüğü savaş sonunda, Bismarck'ın, savaş karargâhını Paris'de, Versaillles (Versay) Sarayı'nda kurmasının 100'ncü yıldönümü ayrı bir ilginç konu idi.
1789-Fransız İhtilâli'nin 200'ncü yılına yaklaşması dolayısiyle de, ilginç yayınlar yeni iddialarla ortaya çıkıyordu.
Kezâ, 1963'de Amerikan Başkanı iken öldürülen John F. Kennedy'nin türkçeye 'Fazilet Mücadelesi' diye çevrilen ilginç kitabı, özellikle de 1860'lardaki Amerikan İç-Savaşı yıllarındaki siyasî mücadeleleri çok iyi yansıtıyordu.. O savaşın 100 yıl kadar sonrasında yapılan değerlendirmeler ilginçti. (Hele 1865'deki Abraham Lincoln Suikasdi ile , 1963'deki Kennedy Suikasdi arasındaki ilginç ve hattâ tuhaf benzerliklerin dile getirildiği, Amerikan Kongresi'nce oluşturulan Warren Komisyonu'nun araştırmasındaki bilgiler..)
Kezâ, Avrupa için bir traum (rüya) olduğu kadar, bir travma mahiyetinde de olan Napolyon döneminin 1814'de Waterloo Savaşı Yenilgisi'yle sona ermesi üzerinden 150-160 yıl geçiyordu ve hâlâ tartışmalara dair yayınlar devam ediyordu.
İran'da suikasdler oluyor, başbakan Hasan Ali Mansur ve diğer ünlü siyasetçiler ve kumandanlar öldürülüyor, komünistlerin silahlı mücadeleleri sonunda onlarca kişi halinde kurşuna dizildiklerinin haberleri devamlı geliyordu.
Bu arada bir Fransız dergisinde bir İranlı komünistin röportajını okumuştum'Biz komunistlerin sesi, dünyada az-çok yine de işitiliyor.. Ama , Şahlık rejimi tarafından 'kara irtica' diye nitelenen hareketlere katılan Müslümanlardan binlercesi öldürüldü, dünyada hiç yansıması olmadı.' diyordu, o kişi ve dikkatimi çekmişti..
Bu arada, Vietnam Savaşı devam ediyor, Amerika'da savaş aleyhdarı gösteriler Beyaz Saray önünde bile yapılıyordu. (O gösterilere katılanlardan bir üniversite öğrencisi olan Bill Clinton'un, 25 sene sonralarda, Amerikan Başkanlığı'na seçileğini kim bilebilirdi.)
Bu konulardaki takib edecek yayınlar çok değildi. Ama, Taksim'de, İstiklâl Caddesi'ndeki Fransız Başkonsolosluğu'na haftada bir gibi aralıklarla gidiyor ve oraya gelen yabancı gazetelerde bu konularda yapılan tarihî nitelikli değerlendirmeleri takib etmeye çalışıyordum.
*
Bu gibi konular, sadece içerdeki siyasî kavgalardan uzak durmak için değil, belki dünya siyasetinin geçmişini anlamak için de..
Tabiî şimdiki gibi bütün günlerimizi dolduran tv. yoktu, cep telefonları ve sosyal medya da olmadığından, kitab okumalarına ve arkadaş çevreleriyle değerlendirmeler yapmaya daha fazla zaman ayırabiliyorduk..
*
Yunanistan, tabiatiyle, 150. Yıldönümü'nü coşkuyla kutluyordu, şimdilerde de 200. Yıldönümünü kutlayışı gibi.. Ve Türkiye kamuoyu, Yunanistan'ın istiklalini, bağımsızlığını elde edişinin 150. yılını bilmezlik ve görmezlikten gelmişti.. Birinci Dünya Savaşı'nda, Irak Cebhesi'nde İngiltere'ye karşı kazandığımız ve 30 bine yakın İngiliz askerini esir aldığımız büyük 'Kut'ul Amare Muharebesi' zaferini de NATO'ya girebilmek için, İngiltere'nin isteği üzerine kutlamaktan kaldırmıştık.. İstanbul'un Fethi'nin 500. Yıldönümünü de 1953'de yine aynı gerekçelerle, gecekondu açılış töreni gibi gizli-kaçak yöntemlerle geçiştirdiğimiz gibi..
Evet, bu hadiselerin kenarından geçmiştik, bizi pek ilgilendirmiyormuş ve çoook uzak bir diyarda meydana gelmiş gibi.. Özellikle Yunan bağımsızlığı sonrasında, Mora Yarımadası'nda, Korint'te, Müslümanların on binler halinde, kadın-çocuk ve yaşlı erkek demeden, her birisinin nasıl korkunç bir hırs ile öldürüldüğünden habersiz imişiz gibi, o konuları hatırlamak konusunda da oralı olmadık..
Evet, şimdilerde bütün Hristiyan dünyasının kutlamak için yarıştığı 200 yıl önceki Yunan İsyanı'nda Mora'da büyük bir Müslüman katliâmı tezgâhlanmış ve on binlerce Müslüman kadın, çocuk ve savunmasız yaşlı erkekler ayırt edilmeden katledilmişti.
Osmanlı ordusu, Yunanlılar'ın Rus-İngiliz ve Fransız ordusunun iş birliğiyle mağlup edilebilmişti. İngliz şairlerinden Lord Byrın da heyecana gelip, Müslümanlara karşı savaşmak için Mora'ya gelmiş ve o savaşta ölmüştü. Teslim olurlarsa, öldürülmeyeceklerine dair sözlerle teslim olmaları sağlanan Müslümanlar da katledilmişlerdi. Osmanlı'nın, 'Medine-t-ul' hukemâ' (hakîmler/hikmet sahibleri şehri) diye andığı Atina'da, Müslüman halktan 400 kadar insan, caddelerde canavarlaşmış halk sürüleri tarafından parçalanmış, Navarin'deki Müslümanların hepsi kadın, erkek ve çocuk demeden katledilmiş, çocuklar denize atılarak boğulmuştu..
Mora Yarımadası'nın merkezi Tripoliçe'ye on binlerce Müslüman sığınmıştı. Âsiler 1821 sonbaharında beş ay süren bir kuşatmadan sonra 10 Ekim 1821'de Tripoliçe düşmüş ve on binlerce Müslüman öldürülmüştü.
"War of Greek Independence" isimli eserinde Alison Phillips, Tripoliçe Katliâmı için şöyle der: "Perişan Türk halkı, üç gün süreyle vahşi haydutların hırs ve zulmüne maruz bırakıldı. Yaşına ve cinsiyetine bakılmadan hepsi katledildi. Öldürülmeden önce kadın ve çocuklara işkence yapılmıştı. Katliam o kadar mahşeriydi ki, çete lideri Kolokotronis'in kendi anlatımına göre, kasabaya girdiğinde, hisar kapısından itibaren atının nalları toprağa değmedi. Onun zafer yolu, halı gibi insan cesedleriyle kaplanmıştı. İki günün sonunda, sağ kalabilen fecî haldeki 2 bin kadar her yaş ve cinsiyetten Müslüman, bilhassa kadın ve çocuklar merhametsizce toplanıp, yakındaki bir dağdan uçuruma yuvarlandı ve orada sığır gibi parçalandılar (…) Ağızdan ağıza dolaşan 'Mora'da hiç Müslüman kalmasın; hattâ bütün dünyadan silinsinler' şarkısı, bir yok etme savaşının başlangıcını haber verdi. Mora'daki Müslüman sayısının 40 bin olduğu sanılıyordu. İsyanın başlamasından sonraki üç hafta içinde kaçabilen birkaç kişi haricinde hiç Müslüman kalmamıştı".
Adalarda isyan eden Rumlar, yakaladıkları gemilerdeki hattâ Hacc'a giden Müslümanları da öldürdüler. Yunanlılar, Müslümanların kesik kafalarıyla sokaklarda top oynadılar.
Prusyalı bir subay, "Eski Yunanlılar artık yoktur. Solon, Sokrates ve Dimosthenis'in yerini kör cehalet almıştır. Antik Atina'lıların yerini barbarlık almıştır. " diye yazmıştı.
İngiliz tarihçi Walter Alison Phillips, "The War of Greek Independence" (Yunan Bağımsızlık Savaşı) isimli eserinde ; "Nisan ayında isyan yaygınlaşmıştı. Sanki bir yerden işaret almış gibi köylüler birden her tarafta ayaklandılar ve ellerine geçirdikleri bütün Müslümanları / Türkleri çocuk, kadın, erkek ayırt etmeden katlettiler.' der.
Bir diğer ingiliz tarihçi David Armine Howarth de, "The Greek Adventure" (Yunan Macerası) isimli eserinde; "Yunanlılar, bu cinayetleri işlerken, herhangi bir gerekçe aramıyorlardı. Kan dökme şehvetine kapıldıkları için öldürüyorlardı' diyordu.
*
(Halbuki, ünlü fransız yazarı François-René de Chateaubriand'ın 1805'lerde yaptığı ve 'Paris- Jerusalem' eserimde anlattığı yolculuğu sırasında Helen / Grek / Yunan halkını da gördüğünü ve bu halkın Osmanlı yönetiminde, hele de Osmanlı Paşaları karşısındaki pısırıklığının kendisini hayal kırıklığına uğrattığını yazmıştır ki, o uyuşuk halkın 15 sene sonralarda , Osmanlı'nın başa çıkamayacağı bir ayaklanmayı gerçekleştirmiş olması şaşırtıcıdır. O da ayrı bir konu..)
Yunan yazarı Nikos Kazancakis'in Girit Ayaklanmaları'nı anlattığı, 'Ya istiklal, ya Ölüm..' romanında yer verdiği bir marştaki, 'Ey benim, ince, keskin kılıcım, sen Osmanlı'yı iyi kesersin!..' sözleri bize başka ufuklar açıyordu. Çünkü, Osmanlı döneminde bu konulara, genel olarak, 'Girit bizim canımız /Fedâ olsun kanımız..' sloganlarından öteye , toplum planına fazla bir şey yansıtılmamıştı.
*
Girit İsyanları 1839- Tanzimat döneminden beri Osmanlı'yı daha derinden meşgul ediyordu. Hatta, bir resm-i kabulde, Fransa İmparatoru, Osmanlı Sefiri Keçecizâde Fuad Paşa'ya, 'Şu Girit'i bize satın da kurtulun..' der. Belki biraz da, Fuad Paşa'nın nüktedan ve hazırcevap birisi olduğunun de sevkıyle..
Fuad Paşa da 'Satalım..' der hemen..
3. Napolyon (ki, ünlü Napolyon Bonapart'ın yeğenidir) 'Kaça satarsınız..' diye sorar.. Fuad Paşa da 'Aldığımız fiyata..' der..
'Kaça aldınız?' sorusuna ise, Fuad Paşa'nın cevabı, '40 yıl savaşarak..' demişti..
Fansa İmparatoru'nun, 'Osmanlı neye güvenerek, bizimle 40 yıl savaşı nasıl göze alabiliyor?' sözüne Fuad Paşanın cevabı şöyle olur: 'Ekselans, 100 yıldır siz dışardan, biz içerden çıkmaya çalışıyoruz, yıkılmıyor, işte o güce güveniyor!..'
Evet, Girit, özellikle Yunanistan'ın Mora yarımadasında bağımsızlık kazanmasından sonra Osmanlının başını ağrıtan ikinci bir çıbanbaşı olmuştur. Anlaşılmaktadır ki, Girit'te bir hayli müslüman nüfusu varsa da; Osmanlı, iskan konusunda Girit'in nüfus yapısını (demografisini) zamanla değiştirecek bir siyaset takib etmediğinden, Helen / Grek/ Rûm/Yunan nüfus, ekseriyetini korumuş ve alevlenen nasyonalist cereyanlar karşısında bocalamıştır. Yine hatırlayalım ki, 1923'lerden sonra TC'nin resmî yazışmalarında bile 'büyük' diye anılan ünlü Yunan lideri Elefterios Venizelos da mücadelesine Girit'te ve bir Osmanlı vatandaşı olarak başlamıştı ve Osmanlı'dan sonra Girit Parlamentosu, Atina'daki Yunan Meclisi'ne en etkili grup olarak katılmış ve Yunanistan'ın dizginlerini de ele geçirmişti.
*
Girit İsyanları sırasında ve hâlen de Yunan ulusal marşının, nasıl barbarca bir düşmanlığı nesilden nesle aktardığı konusunda durulmaya değmez mi?
Yunan Ulusal Marşı'nı ise buraya aktaralım. Yani, bizim devlet adamlarımız oraya gittiklerinde ve diplomasi gereği de olsa, dostum filan gibi cümleler kursalar bile, aslında kendilerine resmî marşta neler denildiğini de düşünmeli değil midirler?
(Imnos is tin Eleftherian - Ὕμνος εἰς τὴν Ἐλευθερίαν (Hürriyet Marşı) Dionysios Solomos'un 1821'de Osmanlı Devleti'ne karşı giriştiği Yunan Ayaklanması'ndan ilham alalarak yazdığı uzuuun şiirden alınmıştır ve Kıbrıs (Rûm) Hükûmeti de, Yunan Ulusal Marşı'nın müziğini kendilerinin de resmî ulusal marşı olarak kabul etmiştir, 16 Kasım 1966 tarihinde..
*
Bu şiirin, ulusal marş olarak okunan kısmı şöyledir:
Derin okyanus, işte böyle uğuldasın isterdim.
Ve dalgasında boğulsun, her Türk tohumu.
Neden muharebe yavaşladı bir an?
Neden azaldı dökülen kan?
Hem palaskalar, hem kılıçlar
Etrafa saçılmış beyinlere,
Baştan başa yarılmış kafataslarına,
Kımıl kımıl oynayan iç organlarına bulanmış
Köpekler azalıyordu
Ve Allah diye bağırıyorlardı, Allah!
Fakat Hristiyanların dudakları daha doğruydu
'Ateş!' diye bağırıyorlardı, 'ateş!'
Aslanlar gibi vuruşuyorlardı.
Hep 'ateş!' diye bağırıyorlardı.
Ve pislikler ölüyorlardı,
Allah diye böğürerek.
Pis kanları nehir olmuş
Ovada akmakta
Masum otlar su yerine
Kan içmekte
En cesurları sarsıldı
Kör adımlarıyla
Korint'ten kovuldular.
Saklandılar ve kaçtılar.
Ölüm, meleğini gönderir,
Kıtlık ve hastalıkla dolar
İskelete benzer şekilleri,
Yürürler öyle yan yana.
Çimlerin üzerinde uzanıyor
Ve her yerde ölüyorlardı
Sefil ve umutsuzca
Bu terk edilmiş sefil artıklar.
*
**
Dahası,
Ege'nin karşı yakası bunları söylerken, edebiyatta ve şiir vâdisinde de epeyce dolaşmış olan ve siyasette sivrilen Bülent Ecevit'in 'Yunanlıyla kardeş olduğunu, gurbet ele düşünce anlarsın..' gibi mısralarının bulunduğu şiiri ise gündemde bir tuhaf hümanizm rüzgârı estiriyordu..
'TÜRK-YUNAN ŞİİRİ
sıla derdine düşünce anlarsın
yunanlıyla kardeş olduğunu
bir rum şarkısı duyunca gör
gurbet elde istanbul çocuğunu
türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
olmuşuz kanlı bıçaklı
yine de bir sevgidir içimizde
böyle barış günlerinde saklı
bir soyun kanı olmasın varsın
damarlarımızda akan kan
içimizde şu deli rüzgâr
bir havadan
Bu yağmurla cömert
bu güneşle sıcak
gönlümüzden bahar dolusu kopan
iyilikler kucak kucak
bu sudan bu tattandır ikimizde de günah
bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
bir iklimin meyvasından sızdırılmış
bir içkidir kötülüklerimiz
aramızda bir mavi büyü
bir sıcak deniz
kıyılarında birbirinden güzel
iki milletiz
bizimle dirilecek bir gün
Ege'nin altın çağı
yanıp yarının ateşinden
eskinin ocağı
önce bir kahkaha çalınır kulağına
sonra rum şiveli türkçeler
o Boğaz'dan söz eder
sen rakıyı hatırlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
sıla derdine düşünce anlarsın
Londra, 1947
Bülent ECEVİT
*
Evet, bu konuya da bu kadarca dikkati çekelim ki, Amerika ve Fransa başta olmak üzere emperialist dünyanın büyük şeytanî entrika odakları, bugünlerde Yunanistan'ı, yeniden 100-200 öncelerdeki barbarlıklarına yeniden teşvik etmeye çalışıyorlar ve Yunanistan ve Türkiye iki ülke de NATO üyesi olduğu halde, Fransa Yunanistan'ı hava gücü bakımından Türkiye'den üstün duruma getirmeye çalışırken, Amerikan emperyalizmi de, Meriç'in karşısında, Dedeağaç ve Ege adalarında 7 üss kurmuş bulunuyor ve bunların ne için kurulduğunu kimse izah edemiyor.
Selâhaddin Eş/ Çakırgil