'Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız!'
17 Kasım 2021 günü öğle sonrası, Sezaî Karakoç ağabeyin -İkindi namazından sonra kılınacak olan- cenaze namazına yetişmek üzere, Mimâr Sinan'ın 'çıraklık eserim' dediği Şehzâde Camii'ne geçmek niyetiyle harekete geçtiğimde..
Zihnimde bir sual vardı: 'Niçin Şehzâde Camii?'
Bu kimin tercihiydi? Merhûmun vasiyeti miydi; yoksa, yakın çevresinin bir tercihi mi?
Çünkü, bu gibi, toplumun geniş kesimlerine mal olmuş isimlerin hayatlarındaki ideolojik ve sosyal tercihlerine göre, İstanbul'da belli semtlerdeki camiler seçilir.. Boğaz'ın batı yakasında, Fatih Camii ile Şişli Camii, doğu yakasında ise, Marmara-İlâhiyat Camii ile Kadıköy'deki herhangi bir cami, sıradan, rastgele tercihler değildir.
Ve bu denklemde, -Fatih Camii'ne çok yakın olmakla beraber, Şehzâde Camii pek tercih edilir yer değildi. Yoksa, Sezaî ağabey, bu mekânın kenarda kalmasıyla, kendi münzevi hayatı arasında bir benzerlik mi kurmuş ve 'Benimle gönül bağı olan, yol bulur-gelir, tıpkı Yusufpaşa'daki büroma geldikleri gibi..' diye mi düşünmüştü?
Ama, sonra anlaşıldı ki, Sezaî ağabey, Şehzâde Camii'nin bir kenarında oturmayı hayal ettiği mısraları varmış... O bu mısraları zihninde şekillendirirken kim bilir, neleri düşünmüştü...
"Yerleşecek yer aramak
Camiinin avlusunda
Soğuk bir taşa oturmak
Gün doğmadan Şehzadebaşı'nda"
*
Üsküdar'dan Şehzâde Camii'ne gitmek üzere, Marmaray metrosuna indiğimde, saat 14.30 civarıydı ve Marmaray, o saatte pek rastlanmayan şekilde tıklım-tıklım ve çoğu genç insanlarla doluydu. O binler, Yenikapı'da inip Taksim tarafına giden metroya yöneldiğinde de, doğrusu merak ettim, 'Bunlar, bu saatte nereye gidiyorlar böyle..' diye.. Ancak itiraf edeyim, hani Müslümanlar, bazılarının simasına bakarak, 'Bunlar iman ehli olsalar gerek..' gibi tahminlerde bulunurlar ya; işte öyle bir duygu da uyanmadı değil, içimde.. Ama, Yenikapı'dan bir durak sonra, Vezneciler Durağı'nda bu büyük kalabalıklar boşalıp da Şehzâde Camii'ne yöneldiklerinde ise, o merakım mesrûr edici bir hayrete dönüştü.. Bu kitleler, Sezaî ağabey'in, 'Biz yarış bittikten sonra da, koşmaya devam eden atlarız..' mısraını hatırlatacak şekilde, biten bir fâni hayatın, bundan sonra başlayan ebedî kısmına çıkılan bir yolculuğa şahid olmak ister gibiydiler.
Şehzâde Camii'ne vardığımda, caminin içi ve iç avlusu ve dışarısı sadece gençlerle değil, her yaş grubundan binlerle dop-doluydu.. Ki, o camide normal bir ikindi namazında cemaat birkaç 100'ü geçmezdi. Şimdi ise, neredeyse dörtte birini genç kızların, hanımların teşkil ettiği, kadınlı- erkekli, o, binlerden oluşan dev cemaat, orada sırf, ebediyet âlemine çıktığı yolculukta Sezaî ağabey'in uğurlamak için toplanmıştı ve cemaatin yüzde 65'inden fazlası da 30-35 yaşın altında ve gençlerin hemen tamamı da üniversite öğrencisiydi. Yani, 'Ne yapsalar boooş.. Göklerden gelen bir karar vardır; / Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimâr vardır..'
Namaz öncesi, okunan Kur'an'lardan sonra, 350 yıl öncelerde Buhûrîzâde Mustafa Itrî'nin bestelediği o mehâbetli 'tekbir', o binlerin hançeresinden yükselirken, o binleri bir yürek halinde aynı potada eritiyordu âdeta..
*
Cenaze namazı kılındıktan sonra, merhûmu 'tezkiye' bâbında, -önceki Diyanet İşl. Başkanı- Mehmed Görmez hocanın yaptığı kısa ve vecîz konuşma, çok etkileyiciydi.
Müslüman halkın inanç ve duygu dünyasına iğreti bakan mâlûm çevreler ve hele de edebiyat ve san'at çevrelerinde kendi kendilerini 'aydın' diye niteleyenler, Müslüman halkın, Sezaî ağabeye niye bu kadar sevgi ve saygı besleyişlerini anlamaya çalışırlarsa, kendileri kazançlı çıkabilirler. Sezâi ağabey bu kitlelere ne bir siyasî vaadde bulundu, ne onları coşturacak yaldızlı laflar etti.. Sadece, inancını ve tefekkürünü şair ruhunun potasında şekillendirdiği kelimelerle ifade ederek, onların ruhî dünyalarının en hassas tellerini titretti; tıpkı, son asırdaki Mehmed Âkif ve Necîb Fâzıl merhûmlar gibi.. Yani, bu ilgi, onların şairliğine değil, kendi inanç dünyalarının ruh tellerini ihtizaza geçirdikleri içindi.
**
*Sezaî Karakoç adıyla ilk karşılaşışım..
Sezaî Karakoç ağabeyin adını, ilk kez, (merhûm) Şevket Eygi'nin haftalık Yeni İstiklâl'inin sahifelerinde düzyazı ve şiirlerini okumaya başladığımda, sanırım, 1962'lerdi ve ben Konya'da ve Devlet Hastahanesi'nde, memuriyet hayatına yeni atılmış bir sağlık elemanıydım.
Konya'da, Valilik binasının da bulunduğu Saray Meydanı'nda İslâmî hassasiyet sahibi -her yaştan- ruhları genç insanların uğrak yeri olan ve (merhûm) Fevzi Özçimi ağabeyin işlettiği kitabevinde, inancımızın çerçevesi içinde, edebiyat sohbetleri ve edebiyattaki yeni eğilimler üzerine değerlendirmeler yapılırken, Sezaî Karakoç'un şiirleriyle edebiyata yeni bir nefes geldiğini de dikkat çekilirdi.
Onun sadece şiirlerinde değil, nesirlerinde de değişik bir uslûbu vardı.. Ele aldığı konular, benim dünyama hitab ediyordu. Şiirlerinde kullandığı ifadeler, ibareler ve 'Peygamber çiçeğinin aydınlığı' gibi, gönlümüzü okşayan nitelemeler, onun bize, o dönemin yazar-çizer kesimlerinden farklı bir dünyadan hitab ettiğini hissettiriyordu.
Aynı dönemde, (merhûm) Necîb Fâzıl'ın İslâmî kimliğini en net çizgilerle ve bir manifesto havasında haykırdığı 'Çile' isimli uzuun şiiri de yeni yayınlanmış ve onun üzerinde de heyecanlı değerlendirmeler yapılıyordu.
*
1964 sonunda Diyarbekir Hıfzıssıhha Enstitüsü'ne tâyin olunduğumda, orada, benden 20 yaş kadar büyük; namazında-niyazında ve ayrıca, emsali elemanlarla mukayese edilemeyecek derinlikte irfanî konuları, biraz ağdalı da olsa, kürdçe-arabca,-farsça -türkçe terkiblerle anlatan, ancak fazla konuşmayan, içine kapalı ve ancak kendisinin tefekkür tarzına ilgi duyduğumu hissedince, bana biraz daha açılan bir ağabey vardı. Bu zat, Ergani'liydi ve Sezaî Karakoç'un amcaoğluydu. Ergani'ye gittiğimde, o aile efradında, Ergani ilçesi ortalamasının üstünde, bir tefekkür derinliği olduğunu görmüştüm.
Ama, Sezaî Karakoç'un çocukluğunun, babaannesinin yaşadığı Palu ve Pirân'da geçtiği de kendi hâtıralarından anlaşılmakta:
'Ben oyun oynarken, çocuklar Şeyh Said'den bahsediyorlardı. Şeyh Said onların gözünde bir evliya idi.. Savaşırken gelen kurşunların bedenine tesir etmediğine ve patır patır yere döküldüklerine inanıyorlardı. Sonra askerler gelince Şeyh Said birdenbire kaybolmuş.. Şeyh, menkıbeleşmiş, efsaneleşmiş gibiydi, onların nazarında. Yakalanıp idam edildiğini bilmiyorlardı..' der. (Sanat ve Düşünce Dünyasında SEZAİ KARAKOÇ, LİM Yayınları,2015- İstanbul, Şakir Diclehan)
Şakir Diclehan, o bölgelerde türkçeden ayrı olarak kürdçe ve zazacanın da konuşulduğunu, büyük ihtimalle Sezaî Karakoç'un da bu dilleri bildiğini, ama, o dillerde hiçbir şiirine rastlanmadığını , tek bir kelime kürdçe ve zazaca konuşmadığını da belirtir. (Sh.50)
(Pirân, Ergani'ye sanırım, doğuda, 30-40 km. uzaklıkta, Eğil kasabasına yakın bir yerleşim birimidir. Eğil, bir kartal yuvası gibidir, yüksek ve yalçın dağların , kayalıkların arasında.. 500 metre kadar aşağılardan, Dicle kıvrılarak akar-gider, ama, oraya inmek o kadar kolay değildir. Bu yerler, 1925'lerde Şeyh Saîd Hareketi'nin şekillendiği coğrafyalardır. Ben oralarda 1966-67'lerde, üzerinden henüz 40 yıl geçmiş olan Şeyh Said Hareketi'nin kanlı şekilde bastırıldığı yerlerde, o silahlı mücadelelerin içinde yer almış veya kazaen taraflar arasında kalıp kolunu, bacağını, gözünü, kulağını kaybetmiş insanlarla uzun uzun konuşmuştum.. O zamanlar bile doğru dürüst yol yoktu. Sezaî bey ise, çocukluğunu anlatırken, oralarda binek veya yük hayvanı olarak sadece at ve katırlar olduğunu, atlara şeker yedirildiğini ilk kez Piran'da gördüğünü de zikreder.) Sonra Sezaî, Ergani'ye gelir ve ilkokulu orada okur.
*
*Ergani, irfan çeşmelerinin bulunduğu bir şehir...
'Gül Muştusu' isimli küçük hacimli şiir kitabında Ergani'yi anlattığı şiir, oradaki gençler tarafından sevinç ve gururla okunurdu:
'Gül dağıtır
Gül satarlar
Bir gençlik gibi açılan sokak ağızlarında
En çok gül sebilinin kenti, bu kentttir,
Her evin penceresinde dizili gül şişeleri..
(…)
Şimdi gençliğim şu son yıllarında..
Karıştırdığım gençliğimin kitapları arasında
Elim tozlanır bir gül yaprağının kuru çıtırlarıyla..(…)'
*
Görüldüğü gibi, bu şiir tarzında, hattâ gizli kafiye bile yoktur; ama, mısralar gibi alt alta dizilmiş düz satırların bir iç ahenginin olduğu da hissedilir.
Ama, hece vezniyle yazılmış, kafiye kuralına riayet ettiği şiirleri de vardır, Sezaî ağabeyin.. Onun mısraları, sadece Anadolu coğrafyası içinde değil, dünyanın her tarafında yaşanan sahneleri de resmediyordu..
Sezaî Bey'in şu şiirinde anlattığı sahneyi de gözümüzün önünde canlandırabiliriz..
'Babam lâmbanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse, ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslâm bir sevinçti kaplardı içimizi
Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık
Bedir'i, Hayber'i, Mekke'yi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık...'
Evet, sanki, Ergani'de değil de, Samsun köylerinde yaşayan anam-babamdan dinlediklerimi anlatıyor gibiydi, Sezaî ağabey... Coğrafî mesafeleri ve diğer farklılıkları eritip giden bir gönül coğrafyasında, (Sezaî Bey'in ısrarla ve isabetle kullandığı) İslâm Milleti'nden olmanın terennümleridir bunlar..
Yeri gelmişken, Sezaî Bey'in babasından da söz edelim.. Baba Yâsin Efendi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cebhesi'nde askerken, Ruslara esir düşmüştür. Yâsin Efendi iki yıl esir kalır. Ve o sırada rusça öğrenir.. Sezaî Bey'in anlattığına göre, mütedeyyin, namazında- niyazındadır babası.. Şiir yazmasa da, hâfızasında beyitler vardır, ve yeri geldiğinde o şiirleri okur.. Sezaî Bey, babasından dinlediklerini zaman zaman düz yazılarında olmasa bile, şiirlerinde, şairâne motifler ve ince ruh tahlilleriyle işlemiştir.
(Devam edeceğiz inşallah.)
Selâhaddin Eş/ Çakırgil