Ancaak, 70'li yıllarda, henüz çok net şekilde ifade edilmemiş olsa bile, dolaylı yollardan, kürdçü eğilimli bir fikrî cereyan da, özellikle üniversitelerde şekilleniyor ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları gibi isimler altında bir araya gelen genç üniversite öğrencileri arasında tılsımlı bir heyecanla birlikte dillendirilmeye çalışılıyordu.
*
Ziya Gökalp, Diyarbekir'deki Sıbyan Mektebi'ne (ilk mekteb'e) kaydolunurken, 'Elsine-i kürdiyyeden kurmanç lisânına vâkıf (kürd dillerinden kurmanço lisanını bilen) Muhammed Tevfik Ziyâ Efendi..' diye yazılmıştı. Yani, kavmî açıdan kürd olan bir müslüman ailenin çocuğuydu.. Ama, Osmanlı'nın parçalanması için çeşitli ideolojik ve siyasî entrikalar peşinde olan Avrupa'lı, 'Duvel-i Muazzamâ.. /Büyük Devletler..'in ideolojik savaş ajanları ve stratejistleri onlarca yeni söylemi sosyal buhranlardan kurtulmak için çareler arayan Osmanlı'nın okumuş nesillerine ve subaylarına telkın ediyordu.
*
Ziya Gökalp, İkinci Meşrutiyet yıllarından beri bir fikrî öncü havasındadır.
13 asırdır, Müslümanların Ezân'ı, Kur'an'ı, İslâm'ı anlamadan dinledikleri ve hareket ettikleri gibi iddialar onun yeni söylemlerinden biriydi. Ziya Gökalp, o dönemin Avrupasında modern sosyolojinin önde gelen ismlerinden olan Emile Durkheim'ın, karargâhını Selânik'te kurmuş bir 'gönüllü tilmiz'i çizgisinde, 'intihal' fikirleri piyasaya Osmanlı camiasına adapte ederek ve yeni üretim olarak sunmaya başlamıştı.
'Bir ülke ki, câmiinde türkçe ezân okunur../ Köylü anlar mânâsını, namazdaki duânın.. /Bir ülke ki mektebinde türkçe Kur'an okunur, /Büyük-küçük herkes bilir buyruğunu, Hüdâ'nın..' gibi şiirler o zamanın -güyâ, kurtarıcı- yeni fikirlerindendi.. (Ki, sonraları M. Kemâl, sahnelediği 'inkilab'ları konusunda hocasının Ziya Gökalp olduğunu belirtmişti..) Halbuki, arab olsun veya olmasın, müslüman halkların, Ezân'dan, Kur' an'dan bir şey anlamadıkları iddiası komik olmanın ötesinde belli hedefleri gerçekleştirmek için söz konusu ediliyordu. Nasıl ki, türkçe bir kanun metnini veya mahkeme hükmünü bile tam olarak anlamak için hukukçulara ihtiyaç var idiyse ve onlar dahi, farklı farklı yorumlar yapıyorlar ise, Kur'an'ın hükümlerinin tefsirinde, yorumunda ulemâ ve sair görüş sahiblerinin farklı izahlara yönelmeleri de tabiî idi ve tek tip yorum, yorum olmanın ötesinde 'kesin doğru' dayatmaları olacaktı.. Kaldı ki, bu sadece İslam'da değil, bütün dinlerde ve hattâ beşerî ideolojilerde bile, yorum farklılıklarını ortaya hep çıkarmıştır. Hristiyanlık, hâlen de aslî kaynak olarak lâtince kitablardan öğrenilir; Yahudilik, İbranice kaynaklardan.. Diğer dillere yorum her zaman olmuştur, anlaşılmadan inanmak iddiası kof bir iddiadır. Sadece her din veya ideolojide hüküm çıkarmak konusunda yetkili kimseler belirlenmiştir.
Ama, ferdler ve toplumlar 'kurşun asker' değildirler, 'Benim istediğim gibi düşünecek, inanacak ve yaşayacaksın..' diyen zorbalar her zaman görülse bile, ihtilaf halinde, kendi doğrusunun nihaî teyid mercii olarak kalbini bilen insanlar, 'En sefil hayat, başkalarının istediği gibi yaşanandır..' demişlerdir ve bu anlayış da, hep var olacak; dayatmacılar ise, tarihin dehlizlerinde kendi çağlarının firavunları olarak anılmaktan başka bir isim bırakmadan silinip gideceklerdir.
Tekrarlamak gerekirse, Ziya Gökalp'in varmak istediği hedef, sadece yukardaki mısralardan ibaret değildi ve hemen bütün kemalist 'inkilab'larda, onun Durkheim'den 'intihal' ettiği/ aşırdığı 'yeni fikirler' yeni rejimin şefinin de yol haritası oluyordu. Gökalp, 'Tanzimatçılar, dinin hâkimiyetini daraltamadıkları, yani, Garb'ı bütünüyle benimseyemedikleri için başarısızdılar.. Tek bir çare vardır: Avrupa medeniyetine girmektir.. (…) İslamiyet'in siyasî ve içtimaî hayat üzerineki hâkimiyetine son verme'nin; ve 'teokrasinin ve klerikalizmin bütün artıkları'nın temizlenmesinin zamanı gelmiştir..' diyordu.. Nitekim, Gökalp'in ölümünden bir-kaç önce, M. Kemâl, 'Hılâfet'i, 'Meclis'in şahs-ı mânevisinde mündemiçtir, (orada cem'olmuştur..) ' mantığıyla, fiilen sona erdiriyordu.
Gökalp'in diğer bütün teklifleri de, 100 yıldır, hâlâ da dayatmacı bir anlayışla uygulamada tutulmaya çalışılmaktadır, birtakım -sözde- anayasa hükümleriyle de korunarak..
Gökalp'in ölümünden sonra da onun fikirleri her sahada kemalsit 'devrimler'in hareket noktası oldu.. Nitekim, onun zamanında başlanmış olan çalışmalar 1926'da, yeni bir meyva daha veriyor ve Kiİise ve Kanonik hukuk metinlerinden hazırlanmış olan İsviçre Yurttaşlar Kanunu'ndan aynen tercüme edilen Türk Medenî Kanunu kabul ediliyordu.. Ki, o kanunun ruhunu ifade ettiği belirtilen, 'Esbâb-ı Mûcibe Lâyihası'nın, aslında İslâm'a duyulan derin düşmanlık ve hattâ nefreti de yansıtmakta olduğu ap-açıktır. O kanun, 'milletimizi 13 asırdır geri tutan itiqadât-ı müzebzebe'den / ilkel ve bozuk itiqadlar'dan (!?) kurtarmak iddiasındaydı ve 'din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet , bir mâna ifade etmezler.. (..) Bu itibarla, dinlerin sadece vicdan işi olarak kalması asr-ı hâzır medeniyetinin esasâtından birisidir..' deniliyordu.
Bu konuları, bir araya gelip, birbirimize düşman olmak için değil, kardeş olabilmek ümidiyle tartıştığımızda, ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Bu tartışmalar o zamana aid, geride kalmış diyemiyorlardı. Çünkü, ideolojik tartışmalarda resmî ideoloji kılavuz kabul ediliyordu, kemalist söylemlerle.. Gökalp'in, 'Osmanlı medeniyeti, behemehal ortadan kalkacak ve onun yerine Garb medeniyeti kaim olacaktır. İşte türkçülüğüm vazifesi, bir taraftan halk arasında kalmış olan Türk harsının (kültürünün) arayıp bulmak, diğer yandan Garb Medeniyetini, tam ve canlı surette alarak millî harsa aşılamaktır. Bir millet ya Şarklı olur, ya Garblı.. İki dinli bir ferd olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz.. (…) Türkçüler Şark medeniyetini büsbütün terkederek Garb medeniyetini tam bir sûrette almak istediklerinden, azimlerinde muvaffak olacaklardır.. (…)' şeklindeki sözler, milletimizin aslî değerlerine açılmış bir savaş hükmümde olup, müslüman ailelerden gelen Anadolu çocukları, bu sözleri kabullenemiyorlar, ama, içinde bulundukları sosyal gruptan da ayrılamıyor ve iki arada bir derede tereddütlü kalıyorlardı.
*
Biz yine dönemin 70'li yılların ilk dönemine.. Evet ideolojik sebeplerle bir ölü sahibi olmak ve hattâ ümidsizlik veya düşmana sır vermemek için intiharlar da olur. Öyle bir ölü elde ettiklerinde, hemen bir bayrakla örtülü tabut İstanbul'un en merkezî ana caddelerinde trafiği kesiyorlar, saatlerce o tabutun arkasından yürüyorlar ve nice başka gruplara da, 'keşke bizim de bir ölümüz olsa..' dercesine bir gıpta havası estiriyorlardı. Yürüyen binlerce genç insanı gören halkımız hem geleceğe ve iktidara yönelik umutsuzluk ve eleştirilerini daha bir arttırtıyor, hem da o tâbut arkasında yürüyen kitlelerin ideolojik hedeflerini kılıflayan câzib sloganlarına yakınlık duyuyorlardı. (Tabiî, bu arada komik durumlar da ortaya çıkıyor, özellikle solcu grupların yükselttikleri 'Bağımsız Türkiye..' lafının, halkımız tarafından, 'Bakımsız Türkiye..' şeklinde telaffuz edildiği hallerle karşılaşılıyordu.) İlginçtir, o zamanlar, marksist gruplarla ortamı tamamen germemeye çalışarak tartışırken, 'Sovyet Rusya uygulaması da olmasa elinizde hiçbir örnek kalmayacak, o zaman n'apacaksınız?' dediğimizde, kendilerine Sovyet kuklası gözüyle baktığımız eleştirisi getirirler ve bu zanlarımızdan dolayı rahatsız olduklarını hissettirirlerdi. Bizim elimizde ise o suçlamalarımız için açık bir belge, bilgi, ifşaat yoktu. Ama, 1990'da Sovyetler Birliği'nin çöküvermesi karşısında eski güçlerinden o kadar yitireceklerdi ki, bu durum bile, onların direkt veya dolaylı olarak nereden beslendiklerini veya desteklendiklerini isbat etmeye yetecekti. O marksistler gruplar o zaman durumu kurtarmak için genelde 3 gerekçeye sığınacaklardı: 1- Lenin'in yolundan sapıldığı, 2-Gorbaçov'un Glasnost ve Perestroika diye anılan açıklık ve serbestleşme siyasetlerinin aslında bir emperyalizm dayatması ve Gorbaçov'un komunist sistemi yıkmak için vazifelendirilmiş bir kapitalist emperyalizm ajanı olduğu ve 3- Afganistan işgali ve orada bir komunist rejim kurmaya çalışmanın yanlışlığı...
Bu konulara yeri gelince yine değinilecektir, inşallah..
*
Ve gençliğin de verdiği bir heyecan ve cevvâliyet içinde olan bu genç kesim de, solcu kesimlerin etkin şekilde kullandıkları ve kendi içlerinden katledilenlerin tabutlarını toplum huzuruna bir hak dâva fedaîsi ve kurbanı olarak sunmaktan kaçınmıyorlardı.
Dahası, kendilerini 'müslüman' ve Akıncı diye gösteren kesim arasında bile, 'Biz de bu mücadeleler içinde pısırık mı kalmalıyız, bizim de kurbanlarımız olmalı değil mi?' diye, gençleri tahrik etmek isteyen bazı taşkın heyecanlı tipler çıkmıyor değildi, ama, o sıralarda hem MTTB , hem de MNP ve sonra da MSP etrafında toparlanan kesim, genelde, fitne zamanlarında, itidal üzere olmaya daha bir dikkat gösterilmesi ve mümin feraset ve basiretiyle hareket edilmesi ve tahriklerden kaçınılması çağrıları yapıyorlar ve bu da etkili oluyordu. O günlerde bu kadar temkinli olmanın gereksizliğini söyleyenlerden birisi de belki ben de olabilmişimdir, ama, sonra yaşananlar göstermiştir ki, o temkinli siyaset doğru idi..
Nitekim, daha sonra yaşanan 12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi'nde de, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'ndeki fizikî ağır darbeler yenilmiştir; ama, 28 Şubat 1997 Askerî zorbalığı da o temkinli davranışla, az kayıplarla atlatılmıştır.
Selâhaddin Eş/ Çakırgil