Edebiyat öğretmeni olduğunu belirten bir okuyucu, Adnan Menderes'in asılarak öldürülmesi cinayeti günlerinde, o dönemin birçok -sözde- aydın'larındaki 'Menderes düşmanlığı'na örnek verirken, A. Hamdi Tanpınar'ın Menderes ve arkadaşları için sınır tanımaz bir düşmanlıkla yazdığı saldırgan yazılarından söz edişime içerlemiş ve, '60 yıl önce, 16 Eylûl 1961 günü, Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdî Zorlu ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan 'idâm' olunmuşlar; Adnan Bey ise, biriktirdiği uyku haplarıyla intihara teşebbüs etmiş, yapılan tıbbî müdahalelerle komadan çıkarılıp 17 Eylûl 1961 günü 'idâm' olunmuş, asılarak öldürülmüştü; 'O bir defa değil, 100 defa idâm edilmelidir!.' diye tepindiği yazılarıyla ünlü edebiyatçı Ahmet Hamdi Tanpınar başta olmak üzere, yazar-çizer takımı ve matbuattaki sivil general edâlı kalemşörlerin dârağacı'ndan medet uman nâraları arasında..'
şeklindeki satırlarımla, Tanpınar'a haksız bir isnad ve bühtanda bulunduğumu belirtmiş ve ayrıca Tanpınar'ın bizim geçmiş medeniyetimize hayranlıkla bağlı olduğunu filân da eklemiş...
Şahsen, Tanpınar hakkında, iki sene önce yazdığım ve Star'da yayınladığım bir makalemde, onun bizim -genel çerçevesiyle İslamî temeller üzerinde yükselmiş olan- aslî medeniyet ve kültürümüzü benimsediğinden değil, orada gördüklerini estetik bir unsur olarak kullandığından söz etmiştim.
*
Tanpınar'ın Adnan Menderes hakkında yazdıklarını, o günlerdeki yazılarından bizzat okuyan birisiydim, gençlik yıllarımda.. Yani, o yazdıklarım, bizzat yaşadığım günlere aiddir. O yazılardan bir kısmını, onun günlüklerinin yayınlandığı kitabdan da okuyabilir, isteyenler..
Ayrıca bu okuyucuma, değerli bir edebiyatçı olarak ve şahsen de tanıdığım merhûm Prof. Orhan Okay 'ın Tanpınar'la ilgili olarak yayınlanan biografik eserinde yazdıklarından bir bölümü de aktarırsam, ona haksız bir isnad ve bühtanda bulunmadığımı kabul eder herhalde..
Buyursun:
('Merhûm' Prof. M. Orhan Okay'ın 'Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar' isimli kitabından..)
'…Tanpınar'ın 'kader'le beraber aynı veya yakın mânada kullandığı anlaşılan talih kelimesi hem edebî metinlerinde, hem de deneme ve makalelerinde olağanüstü denilebilecek bir sıklıkla geçer. (…)
Herşeyden önce Tanpınar'da 'kader' kavramının dinî mânada veya doğrudan doğruya İslamî bir terim olarak kullanılmadığını belirtmeliyiz. Ona göre insan hayatını geriden idare eden bir güç vardır. Fakat insan, 'talih'iyle mücadele edecek, galip veya mağlub olacaktır ve çok defa mağlub olacaktır. Muhtemelen bu fikrini dinî mânadaki 'kader' anlayışında bulamadığı için hep bu alanın dışında dolaşmıştır. 'Edebiyat Tarihi'nin Giriş'inde, "Sünnî akıdede ne kadar inkâr edilmiş görünürse görünsün, insanın hayatta yeni bir yeri vardır. Kaza ve kader meseleleri bir yığın şübheyi ve mesuliyeti kendiğinden doğuruyordu. Tasavvuf bu endişeleri ortadan kaldırıyor. Daha doğrusu onlara büsbütün başka yönler veriyordu" diyerek tasavvufu bu konuda açık bir firar kapısı olarak düşünüyordu. Ancak bu kapının bile "hayatın çerçevesini genişletmediğini, belki onun dışında sadece istiğrak içinde veya kalenderce yaşamayı temin ettiğini" (s.39) söylüyordu. Yalnız Beş Şehir'de Konya İnce Minareli'yi anlatırken satırlar arasına sıkışmış bir cümle İslamî inanca bağlanabilecektir: "Allah kelâmının büyüklüğü önünde insan talihinin biçareliğini anlatmak ister gibi mütevazı açılan asıl giriş yerini çerçeveleyen bu kapı" (s.79). Ancak bu ibare de mütevekkil müminlerin inancını aksettirmektedir ve Tanpınar'ın dışından gelen bir sesin yankısına benzer. Yine de "insan talihinin biçareliği" tam bir Tanpınar ibaresidir.
Bir de Huzur'da, Emirgân'daki musıkî faslının sonunda İhsan, Suat'a, kaderin dinle ilişkisini ifade eden bir değer yargısında bulunur: "İnsan, talihinin mahpusudur. Ve bu talih karşısında imandan ve bilhassa ıstıraba katlanmaktan başka silahı yoktur" (291).
Tanpınar'ın inanç ya da iç dünyasıyla ilgili olarak yaptığı bu tesbitlerden sonra, (merhûm) Prof. Orhan Okay, ondaki, 'sevenlerini rahatsız edecek kadar' bir başka noktaya dikkati çeker ve 'Üstelik bir kısmı 'Ne yapalım, geçim derdi!' parantezi içine alınabilecek ezilmeler, tabasbuslar, kırgınlıklar ve çelişkiler yığınıdır' der ve ondan sonra da 'Şimdi, Tanpınar'ın siyaset takviminin yapraklarını çevirebiliriz' diyerek şöyle devam eder:
'Erzurum'daki ilk hocalığı sırasında Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşmasından, ona medreselerin kapatılması hakkındaki kanaatlerini ifade ettiğinden, bu tarihten yirmibeş yıl sonra bu kanaatleriyle çelişen yazılarının (…bazıları) 'Beş Şehir'in ilk basımında yoktur. Tanpınar'ın günlüklerinde ve mektuplarındaki günah itirafları tek parti milletvekilliği yıllarında bazı çelişkileri açıklamada yardımcı oluyor. Beş Şehir'in yeniden basımı için Hasan Âli'ye yazdığı mektubunda ilk baskısı hakkında şöyle diyor: 'Bu kitabın bütün kusuru yer yer mebus ağzının bulunması idi.' (Tanpınar'dan Hasan Âli Yücel'e Mektuplar, s.20.)
Orhan Okay, 400 sayfalık geniş hacimli kitabında Tanpınar'ın 1949 yılında kendisiyle yapılan bir mülâkatta, (…) 'Şurası da var ki geçirdiğimiz inkılaplar, dil değişmeleri, terbiye ve tahsil sistemlerinin tebeddülü mazi ile bağımızı çok derinden kırdı. Öyle ki nesiller ve yarım nesiller kendi başlarına adacıklar halinde kaldı. Yeni edebiyatımızın en büyük kusuru, bu devam zincirinin kırılmasıdır. (…)' (s.287-88) dediğini aktarır.
Tanpınar ayrıca , 'günlükler'inde de şöyle der:
"Hakikat şu ki, biz sadece abesle iştigal ettik. Küçük emr-i vâkıleri inkılap ve ilerleme sandık. Din derslerinin, Arapça ve Acemce (farsça)nin mektep programlarından çıkarılması gibi.. Arkasından dil inkılâbı, arkasından münevver enflasyonu ve bütün bir konformizm. Kadrosuzluk." (s.326)
Orhan Okay , Tanpınar'ın bu görüşlerini Meclis'de bulunduğu sıralardaki konuşmalarında dile getirmeyip, çok sonralarda günlüklerinde dile getirmesine hayıflanarak sonra şöyle diyor:
"Evet dil inkılâbı da! Pekiyi, ya Anayasa dilinin bir günde Türkçeleştirilmesi gibi tepeden inmeci ve zecrî müdahaleyi 1945'de Ülkü dergisinde "milletçe ne kadar sevinsek azdır" diye alkışlayan Tanpınar hangi Tanpınar'dı. Yoksa onu da Parti'ye ve Meclis'e tıkan kuvvet mi böyle istemişti?"
Hasan Âli'ye yazdığı 31 Mart 1959 tarihli mektubunda, 'Dilimizi değiştirdikten sonra başımıza gelmeyen kalmadı. Eskiden bir temyiz ve tefrik vardı. Bunu evvela ayırt etmek yaptık, sonra ayırtlamak haline getirdik.. (…)' dediğini aktardıktan sonra, Orhan Okay şu açıklamayı yapar: 'Hatırlanmalıdır ki (Tanpınar'ın) uydurmacılığı alkışladığı yazısı milletvekilliği dönemine, diğerleri Meclis dışındaki yıllarına aittir. (…)
*
Orhan Okay hoca , 'Türk şiirine her biri birer yakut damlası gibi işlenmiş 37 şiir, Türk romanına Huzur ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi yüzakı eserler, türk nesrine Beş Şehir gibi harikulâde şehir monografileri ve Edebiyat Tarihi (…) bırakan Tanpınar, en iyisi, 'tahayyülümüzde kalsın eski haliyle..' (s.299) diyor ama, kalamıyacağını kendisi de biliyor.
*
Nitekim, Tanpınar'ın 27 Mayıs Askerî Darbesi ile yaklaşımlarını da şöyle anlatır:
'Tanpınar'ın 27 Mayıs hükûmet darbesinden sonra yazdığı (…) günlüklerine bu konuda düştüğü notlar da (…) sanatkâr ruhlu bir şaire, bir üniversite hocasına yakışır ifadeler değil.
Türkiye'de kargaşaların, sokak hareketlerinin yayıldığı 1960 yılı Mayıs'ında, Haziran'ın ilk haftasına kadar Tanpınar henüz Paris'tedir. Bu sebeple Türkiye'den gelen haberleri gazetelerden öğrenmektedir. O günlerdeki bu sokak hareketlerini, "En ümit verici şey gençliğin kimseden emir almadan böyle bir cemiyete bir mihverle tutunmuş olmasıdır. Üniversite üniversite oluyor, yeniden doğuyor" cümleleriyle karşılar. (Halbuki, Tanpınar, Edebiyat Tarihi'nde, Yeni Osmanlılar Hareketi'nden bahsederken, "Bu cinsten siyasî huzursuzluk devirlerinde muhtelif zümre ve muhitlerin, genç ve idealist teşekkülleri istismar ettiği daima olagelmiştır.." (s.208) dediğini unutmuş olmalıdır.) Türkiye'ye döndükten sonra da darbenin gerekçesi olarak gösterilen, yalan haberlerle zihnini ve muhayyilesini beslemiştir. (…) Günlüklerde bu ruh hali biraz daha aydınlanıyor (kararıyor mu demek gerekirdi?). Hepsi Yassıada'ya tıkılmış olan DP milletvekillerinden Samet Ağaoğlu, Faruk Nafiz, Osman Turan gibi eski arkadaşlarına ağır birer küfür sarf ettikten sonra onlara acıdığını söylemeyi de ihmal etmiyor (s.211). Senelerdir görmediği, hattâ dargın olduğunu söylediği İsmet Paşa'yla da o günlerde Hasan Saka'nın cenazesinde karşılaşmış, elini öpmüştür. O esnada İsmet Paşa'nın yüzünü öbür tarafa çevirmesini, ağladığının belli olmamasına bağlayarak kendisini teselli eder (s.203). Zaten milletvekilliği yıllarından beri Tanpınar, Paşa'nın umurunda bile değildir. (…) Bir süre sonra da Heybeliada'daki köşkünde onu ziyarete gider (s.211,213).
Her ne kadar günlüklerde sebeb-i ziyaret hakkında bir bilgi bulunmuyorsa da, (…) "parlamenter heveslerim bir anda söndü" (s.312) demesinden niyetini kestirmek mümkün.
Tanpınar o günlerde Yassıada'dan gazeteler veya başka kaynaklar yoluyla haberler almaktadır. Milletvekillerinin, bakanların dövülmesi gibi haberlerin karşısında Tanpınar'ın keyfi ibret vericidir.
"Herkesin Samet'te ve Zorlu'da bir hıncı var. (Menderes'in, -ileride idâm edilecek olan- Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdü Zorlu'dan bahs edilmektedir.) Hemen herkes dövüldüklerini hikâye ediyor ve mesut oluyorlar. Benim de Zorlu için hoşuma gidiyor" (s.213).
Bu kadarla da kalmıyor. O âdeta Yassıada mahkûmlarının idam iplerini çekmeye hazırlanan sadistçe bir duygunun esiri olmuştur. Yassıada mahkemeleri başlamıştır. Ama Tanpınar işin hukukla yürüyemeyeceğini düşündüğünden ihtilâlin gereğinin yapılmasını ister:
"…Bir ihtilâli zaruri kılan psikolojik sebepleri ceza kanunu her zaman karşılayamaz. (…) Bu adamlar Türkiye'yi yıktı, manen ve maddeten yıktı. Bu, ceza kanunu ile isbatı hiç de kolay olan bir cürüm değildir. (…) Fakat bunlarla idama gidilir mi?
(Meclis Başkanı) Refik Koraltan'ı sevmediğim mâlum. Asılmasına şimdi imza ve karar verebilirim. (s.224-241)
Bence kansız ihtilâl yapmaktansa hiç yapmamak evlâdır." (s.325)
*
(…) Tanpınar'ın politik ve daha kötüsü zalimane tavrı 27 Mayıs hükûmet darbesi üzerine 'Suçüstü', 'Yakın Tarihimiz Üzerine Dikkatler' ve 'İçtimai Cürüm ve İnsan Adaleti' başlıklı yazıları onun bibliyografyasına olduğu kadar biyografisine de çamurlanmış sayfalar halinde girecektir. Henüz Yassıaada mahkemesi duruşmalarının bile öncesinde, idâm edilmeleri, âdeta bir olup bitti gibi görünen parlamentonun bütün bir iktidar kadrosu hakkında Tanpınar'ın bu yazıları biraz da usta bir aktör rolüyle iddia makamına çıkan bir savcının özentili hitabetini çağrıştırır. Darbenin üzerinden henüz iki hafta geçmemişken başladığı ve Harbiye'nin imha edilmesine kadar dönemin sansasyonel gazete haberlerine (…) inanmış göründüğü bu yazılarında Tanpınar'ın, sanatkâr ruhlu bir insan sıfatıyla, değil alelâde bir yazarı, herhangi bir vatandaşı bile tekrar okunduğunda azaba (vicdan azabına mı?) sokacak ifadeleri vardır. 'Kaatil saltanatı, refah düşmanı, imar çılgınlıkları, irinli hücumlar , sar'a nöbetleri, entrika, ihanet, yaban domuzu sürüsü, psikopatlar sürüsü…' gibi onun vokabülerinde görmediğimiz bir yığın tahkir sözü..
(…) Hiç şüphe yok ki Demokrat Parti iktidarının, Türkiye'deki hemen bütün iktidarlarda olduğu gibi, teraziye konunca belki diğerlerinden fazla da olmayan, pek çok hatası olmuştur. Her aydın gibi, her eli tutan yazar gibi Tanpınar'ın da tenkid etmek hürriyetini elinden almak kimsenin aklına gelmemelidir. Ancak bütün aklıselim hudutlarını aşan, bu kadar mütecaviz ve gözü görmez bir haldeki saldırılarının asıl kaynağı ne olabilirdi diye kendi kendime defalarca sormuşumdur. Sıhhatsızlığı gibi hayatı boyunca parasızlığından da şikayetçi olan Tanpınar, Maraş milletvekilliği sırasında olduğu gibi şimdi de yine kendisinde var olduğuna inandığı "kıymetlerini daha fazla bir rayiçle işletmek" mi istiyordu? Bütün bu yazılar, 27 Mayıs'tan bir süre sonra Millî Birlik Komitesi'nce kurulmasına teşebbüs edilen ve hemen tamamına yakın çoğunluğunu CHP'lilerin teşkil edeceği Kurucu Meclis içi bir yatırım mıydı? Bu tahminlerimin beni şimdiden tedirgin etmesine rağmen Hamdi Bey'in bu konularda bir takım zaaflarını görmezlikten de gelemiyorum.
(…) Sanatkârlar, özellikle de edebiyatçılar elbette siyasete, teorik olarak veya bilfiil katılabilirier. (…) Ancak bu yaklaşım ve yorumlar, iktidarın uygulamalarını alkışlamak yahut yuhalamak (tebcil ve tehzil) seviyesinde, üstelik bir futbol seyircisi galeyanıyla olursa bu, entelektüel bir yakışıklık olmuyor. Ölümünden beş-altı ay kadar evvel onunla son defa karşılaşan eski öğrencisi ve her zaman dostu Ahmet Muhib "Görüşmemiz de pek tatlı geçmedi zaten, yine de kucaklaşarak ayrıldık. Siyaset denen şeytanın, en yüce duygularla ve mahz akılla kurulmuş dostlukları bile bozabileceğinden ilk defa o gün korkmuştum" diyor. Aynı karşılaşmayı Tanpınar'ın günlüklerinde de okuyoruz:
'Muhib'i aradım. Meyus ve bana dargın buldum. Mutad edebiyattan sonra mesela benim Demokratlar aleyhinde yazı yazmış olmama gücendiğini söyledi. Adnan Bey'e, Menderes'e küfür etmişim. Darılmadım. Çünkü bütün maişet imkânları yıkılmış, bîçare bir halde…(…)' (27 Haziran 1961, s.310)
Son olarak, vefatından on üç gün önce günlüğünün son sayfalarındaki bütün bir hayat hesaplaşmasının satırları arasına bakalım:
'Politika insanı abrutir (sersemletmek, zihnini bulandırmak) yapar mı? Bunu bilmiyorum. Fakat dikkati dağıttığı, yahut başka yerlere çektiği, içinden bir şeyleri yediği muhakkak.. Bazılarını muayyen fikirlerin adamı yapıyor, bir kısmına ihtiraslar aşılıyor ve hayatını orada denemeye, oradan erişmek fikrine götürüyor, bir kısmını da kendi içinde, belki getirdiği ümitsizlik yüzünden dağıtıyor, ayrıca da avare kılıyor.' (Günlükler,s.331-32)
*
Tanpınar'ın siyasî hayatının şu hikâyesinden her üç sonucun da kendisini tarif ettiğini görmek zor değil.
Bu bahis bir şairin, (…) başarısız siyasî takviminin bir özetidir: Ezilmeler, tabasbuslar, kırgınlıklar ve çelişkiler…'
*
Evet, edebiyatçı (ve Tanpınar'ın da öğrencisi olan) merhûm Orhan Okay'ın bu tesbitleri, sanırım, sadece o okuyucuya değil, bu konuda hele de genç nesilden nicelerine bir şeyler anlatmalıdır: Karakter sağlamlığı ve onu korumanın kolay olmadığı gerçeğini..
'NOT: Orhan Okay'ın yazılarını kısalttığımız yerleri (…) şeklinde işaretlediğimizi ve bazı yerleri siyah harflerle verdiğimizi hatırlatayım.)
*
Selahaddin Eş/ Çakırgil