Sarıkamış Harekatı ve ‘Mareşal Kış’
(Konunun anlaşılmasında bir kopma olmaması için, son yazıdan birkaç paragrafı tekrar hatırlayalım):
Sarıkamış Harekâtı 22 Aralık (ön hazırlıklarıyla birlikte 14 Aralık) 1914'ten 5 Ocak 1915'e, 20 gün kadar sürdü.
Ve sonuç, evet, tam bir facia olmuştu..
Alman başvekili Prens Bismarck'ın 1870'de Fransız İmparatoru 3. Napolyon komutasındaki 130 bin kişilik Fransız ordusunu, Sedan'da, bir günde, tamamen imha etmesi ve (Birinci Napolyon'un torunu olan) İmparator 3. Napolyon'u da esir alması gibi bir durum.
Bir farkla ki, Enver Paşa ve ordusu, silâhlı bir mücadelede, muharebede düşmana değil, 'Mareşal Winter'e (Mareşal Kış'a) yenilmişti, Allah'u Ekber Dağları'nın 3 bin 500 metre yüksekliklerinden geçmeye çalışırken. Tıpkı, kendisine bir bakıma heyecan veren ve örnek teşkil eden Napolyon'un, 1812'de, Paris'ten taa Moskova önlerine kadar gelip de orada, Rus Ordularına değil de 'Mareşal Winter'e yenilmesi gibi bir tarihî tekerrür...
Evet, ağır kış (winter) şartları, her bir gerçek 'Mareşal'in savaş kabiliyetini ve maharetini sıfıra indirecek kadar çetindi.
Bu durum, öngörülemez miydi?
*
Elbette, o dağların yüksekliğinden; değil Aralık- Ocak aylarının şiddetli kar, tipi ve soğuğunda; yaz aylarında bile geçmenin çetinliği düşünülebilirdi.
Ayrıca, askere yiyecek ve giyecek getiren iki levazım gemisinin İstanbul'dan yola çıkışından sonra Zonguldak yakınlarında, bir Rus savaş gemisinin saldırısıyla batırıldığı ve askerin ince elbiseler ve yırtık çarıklarla o karlı dağlardan geçirilmesinin doğru olmayacağı da anlaşılmaz değildi.
Bu gibi gerekçeler boş değildi ama karşıdaki düşmanın saldırılarını sürdürürken; askere, geri çekilme ve kaçmaları yönünde mi emir verilmeliydi? Yoksa, düşmanın beklemediği yerden bir darbe indirmek ihtimalini uygulamaya koymak mı?
'Asker' demek, herhangi bir inancı, ideolojiyi, devlet düzenini veya benzeri bir sosyal kurum veya fikrî yapıyı yok etmek isteyen düşmanı bedenen ve bütün güç kaynaklarıyla fizikî olarak imha etmek ve bu yolda öldürmeyi ve ölmeyi en başta kabullenmiş kişi demektir.
*
Enver Paşa'nın da, Sarıkamış Harekâtı için, orduyu Allah'u Ekber Dağları'ndan geçirip, Sarıkamış'taki Rus birliklerinin arkasına indirmek isterken, sadece bir hayal ile değil; askerlikte ölümü taa baştan göze almış kimseler olarak, düşman eliyle çaresizce öldürülmektense, düşmana bir darbe indirmek isterken, ölümle karşılaşmayı taa baştan kabullenmekte şaşılacak bir durum olmasa gerek.
*
Hele de, 14 Kasım 1914 günü Halife - Sultan Reşad tarafından 'cihad' ilân edilmesi, her askerin ve asker üniforması taşımasa da; her Müslümanın bir asker anlayışıyla, ölümü göze alan bir dikkatle mücadeleye atılmasını gerektiriyordu.
Ve Kafkas cebhelerine binlerce asker gönderiliyordu, ancak yiyecek ve giyecek sıkıntısı had safhadaydı, silâh noksanlığı da söz konusuydu. Dahası, askerlerin barınacağı yerler de ihtiyaca cevap vermiyordu. Köyler, kasabalar ve şehirlerde evler askerlere açılmıştı. Ama, bitlenme ve kolera hem askerleri, hem de yerli halkı mahvediyordu.. Hastahane yoktu, yeteri kadar sağlık personeli ve ilaç da yoktu.
*
İşte bu coğrafî ve manevî atmosferde, Enver Paşa'nın 16 Aralık 1914 günü Köprüköy'e gelip, orada, bir toprak evin daracık odasında, durum muhakemesi yaptığı, oradaki 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa ve Alman generali Bronsart Paşa ile durumu gözden geçirdiği ve -bu plana başlangıçta karşı çıkmış olan Hasan İzzet Paşa tarafından da- plânın başarılı olacağının kabul gördüğü anlaşılıyor. Hattâ, bu plânın Mareşal Hindenburg komutasındaki Alman ordularının Rus ordularını Tananberg'de yendiği savaşın planı gibi olduğu belirtilmişti. Ancak, arada 'küçük' (!?) bir fark vardı, o savaş yaz mevsiminde sahnelenmişti. Ve onların karşısında 'Allah'u Ekber Dağları' gibi yalçın kayalıklar ve derin vadiler yoktu..
*
(Ancak burada bir nokta var ki, hele de askerlikteki beşerî ilişkiler açısından, 'Ast-üst ilişkilerindeki bu çarpıklığın etkisi ne ve nasıl olur?'un cevabının da düşünülmesi gerekirdi. Ayrıca, İttihad-Terakki'nin fedaî tipli ideologlarından sayılan ve askerlikle hiçbir ilgisi olmayan -şimdi, Berlin'de Türk Şehidliği denilen mekândaki bir mezarda yatan- Bahaeddin Şakir ve benzeri elemanların, İTT cemiyeti adına askerî konularda bile emirler vermelerinin de ayrı bir problem oluşturduğu bu arada hatırlanmalıdır.)
Kezâ, Hasan İzzet Paşa, Enver'den 10 yaş büyüktü ve Enver, Harbiye'de okurken, Hasan İzzet Paşa, onun hocası idi. Şimdi ise Enver, 'dâmâd-ı şehriyârî' olması hasebiyle, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili sıfatıyla, hocası üzerinde kesin itaat edilmesi gereken bir en üst komutan konumundaydı.
Halbuki, Enver, Saray'a dâmâd olmasaydı, Hasan İzzet Paşa'nın emri altında olacakken, şimdi bütün Osmanlı ordularının âmiri durumundaydı ve dünkü öğrencisine karşı çıkmak, hele de savaş şartları içinde, en hafifinden, azledilmek olan ağır cezalandırılmaları getirecekti. Nitekim, Sarıkamış Harekâtı'nın ortasında, Hasan İzzet Paşa istifa edecek ve harekâtın komutanlığını direkt olarak Enver Paşa üstlenecekti.)
*
14 Aralık 1914 gecesi başlayan 5 Ocak 1915'e kadar devam eden ve sonunda Osmanlı ordularının, düşman karşısında değil de iklim ve coğrafî şartları karşısında uğradığı ağır felâket, büyük bir facia olmasının ötesinde, neticesi itibariyle askerî açıdan da evet korkunç bir yenilgidir. Çünkü, savaşması için hazırlanmış 100 bine yakın bir askerî güç erimiş ve silâhlı mücadele olmaksızın saf dışı kalmıştır.
*
Şimdi burada her şey sadece Enver Paşa'nın hayalciliğiyle anlatılıyor.
Doğrudur, Enver Paşa, gelecek tasavvuru ve tahayyülü güçlü olan bir kumandandı. Ama, nasıl bir geleceğe ulaşmak istediğini düşünmeyen, tasavvur ve tahayyül gücü ve kabiliyeti olmayan bir kumandan, sadece elindeki silâhlar ve silâhlı güçlerle kendisini kuşatan şartların esiri olmaz mı
Enver Paşa, Sarıkamış Faciası'ndan sonra elbette hayal kırıklığı içinde oradan ayrıldı ve İstanbul'a döndü. Ama o facia, 6-7 sene boyunca en mahrem askerî sır bilgilerden olduğu için topluma duyurulmamıştı.
*
Ama, her şeyin sıfırdan ve yeni baştan kendi ideolojilerine ve liderlerinin görüşüne göre kurulduğu iddiasına dayalı kemalist tarih anlayışını güçlendirmek için Sarıkamış Faciası'nı delil göstererek, Enver Paşa'yı suçlayanlar, Çanakkale Savaşı'nda M. Kemâl'in kumandanlığını yaptığı 57. Tabur, -kumandan hariç-, tamamen katledilirken, -kumandan'a hiçbir şey olmamasını, sadece onun hayatta canlı kalmasının izah edemediklerinden-, o konuyu kumandanlık dehâsı olarak geçiştirip, askerlerine, 'Size ölmenizi emrediyorum.' diye 'emirnâme'ler yazdığını ve bu emrin yerine getirilmesinin tarihte pek rastlanmayan bir destansı tavır olduğunu söylerler.
*
Gerçekte ise, M. Kemâl'le İsmail Enver arasında aynı yaş grubundan olmalarının da etkisiyle, çok eskilere, gençlik yıllarına dayanan bir şahsî rekabet ve hattâ husûmet olduğu konusu, mes'eleyi daha iyi açıklamaktadır.
Nitekim, M.Kemal Bey, binbaşılığa yükseldiği haberini bildiren telgrafı alınca, sevinecektir, ama, hemen ardından da, Enver'in paşalığa ve Saray'a dâmâd olması hasebiyle hızla yükselip, kaymakamlığa (Osmanlı Orduları Başkomutan Vekilliği'ne) yükseldiğini öğrendiğinde, 'Padişah dâmâdıysan, askerî mânâda bir muvaffakiyetin olmasa da, rütbe üstüne rütbe verirler, adama.. Yakında Harbiye Nâzırı olursa, hiç şaşırma Fuad..' der, arkadaşına. 'Enver onunla da yetinmez, Sadrâzam , Padişah olmak isteyecektir.'
-Hadi canım sen de.. Daha neler?'
-Enver'deki hırs kimsede yoktur. Ne verirsen ver, daha fazlasını almak için uğraşır da uğraşır. (Aziz Üstel, Osmanlı'nın Son Kartalları.. -S.214)
*
Bu değerlendirmelerin tersi de, Enver Paşa tarafından M. Kemal Bey için söylenir:
Nitekim, Enver Paşa, bir gün Harbiye Nezareti'nde gelişinde, girişte subaylar kendi aralarında konuşmaktadırlar. Tabiatiyle hepsi ayağa kalkıp selâm dururlar ve Paşa, doğru makam odasına geçer ve emir subayına, 'Ne konuşuyordunuz?' der.
'Emir Subayı' da, 'Hükûmetçilik oynuyorduk Paşam.. M. Kemal bey, gelecekte Sadrâzam olursa kimleri nerelerde vazifelendireceğini söylüyordu; (Seni sefir yaparım, seni ordu kumandanı, seni nâzır..) diyordu.
O zaman da Enver Paşa, 'Sadrâzam olsa onunla yetinir miymiş.. O, o zaman da Padişah olmak ister; Padişah olsa, o zaman da Tanrı olmak ister!.' der.
*
Bu ikili arasındaki rekabet ve husûmet o kadar derindir ki, 'Kafkas dağlarında çiçekler açar.. Altın ordu ışıklar saçar.. Çok yaşa sen Enver Paşa..' gibi sözleri bulunan ve muzikal armonisi halkın kulak zevkine çok hoş gelen Kafkas Marşı, İzmir Marşı'na dönüştürülüp, (bir nev'î intihal yapılarak) aynı ahenkle, 'İzmir dağlarında çiçekler açar, Altın ordu ışıklar saçar, /(….)'ın nokta-nokta geçilen yerine Enver yerine, M. Kemal okunmaya başlandı ve 100 yıldır, hâlâ da o şekilde okunmakta. Halbuki, plak koleksiyoncularında, o marşın ilk hali hâlâ da mevcuddur ve bazı televizyon kanallarından da yayınlanmıştır.
Kafkas Marşı'ndan İzmir Marşı icâd olunması..
Kafkas dağlarında çiçekler açar
Altın ordu ışıklar saçar
Çok yaşa sen Enver Paşa! Yaşa!
Kafkas dağlarında oturdum kaldım
Şehid olanları deftere yazdım
Öksüz yavruları bağrıma bastım
Kader böyle imiş ey garip ana!
Canım feda olsun güzel vatana
Yaşa sen Enver Paşa! Yaşa!
Adın yazılacak, dağa- taşa
*
(Bu arada, M. Kemal'in de -tıpkı Enver Paşa gibi-, yüksek makamlar elde etmek ve hattâ Harbiye Nâzırı olmak için, Sabiha Sultan'la evlenip Saray'a, 'Dâmâd' olmak niyetiyle epeyce çaba harcadığı ve amma, 'Sultan Vahdeddin'in bu konuya sıcak bakmaması yüzünden, o emelinin gerçekleşmediği de hatırlanmalıdır.)
*
En hızlı kemalist- laiklerden Fâlih Rıfkı Atay'ın bile, Kültür Bakanlığı tarafından 1981 yılında yayınlanmış olan 'Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri' isimli eserinde; 'Mustafa Kemal – Enver' başlıklı bölümde şöyle der:
'Afrika çöllerinde İtalyan orduları ile Libya'yı kurtarmak için savaşan hürriyet kahramanları, Balkan Harbi bozgununun ancak sonunda vatana gelebildiler. Mustafa Kemal de bunların arasında idi. Bir gün kendisine, Afrika'ya niçin gittiğini sormuştum:
'--Enver gittiği için!' cevabını verdi.
Akılsızca da olsa kahramanlık şöhreti veren hiçbir sergüzeştte ondan geri kalmamalı idi. Boşuna da olsa ölüme göğüs açmalı idi.
Yoksa Enver'in 'hassa'sı cür'et, Mustafa Kemal'in 'hassa'sı basiretti. Hırslar ve heyecanlar devri ise cüreti elinden tutar ve basireti çiğner geçer.
Mustafa Kemal 1914'de Harbiye Nâzırı olsaydı, devleti Birinci Dünya Harbi'ne sokmazdı. Ve 1922'de Enver İzmir'e girmiş olsaydı, o hızla döner, Suriye ve Irak üzerine yürür, kazanılanı da kaybederdi.'
*
Evet, bu da bir görüş.. Ancak, tarih, geçmişte şöyle olsaydı, böyle olmazdı demek üzerine değil, olanların niçin ve nasıl öyle olduğunu anlamaya çalışıp, onlardan ders çıkarmak üzerine kuruludur.
Bu vesileyle belirtelim ki, Kâzım Karabekir Paşa, 'İstiklâl Harbimizde Enver Paşa ve İttihad ve Terakki Erkânı' isimli eserinin ilk giriş paragrafında, ' İstiklâl Harbimizde Enver Paşa etrafında dahi, hayli entrikalar çevrildi. Vesikalar ile görülecektir ki, bütün bu işlerde haricî eller, millî harekâtımızı muvaffakiyetsizliğe sürüklemek için müthiş (rol) oynamışlardır.' der.
*
Bu vesileyle, asıl görülmesi gereken şudur ki, o yıkılış ve çöküş döneminde, Osmanlı subaylarının hemen her birisinde bir 'Napolyon Hastalığı' vardı, ya da, 19. asır Prusya subaylarındaki, kendilerini 'Yarı-tanrı hissetmek' eğilimi... Toplumları onlar yönetir, onlar istedikleri şekilleri verirlerdi.
*
Doğrudur ki, İttihad-Terakkî Hükûmetleri 600 küsur yıllık bir devleti 10 yıl içinde ağır bir izmihlâlin çukuruna attılar, o hareketin en baş mes'ulleri olan 3 paşa (Tâl'ât, Cemâl ve Enver Paşalar) içinde en etkili ve halk tarafından da, dünya tarafından da en çok tanınan-bilinen Enver Paşa, baş mes'ul durumundaydı. Çünkü, Osmanlı Orduları Başkumandan Vekili sıfatını taşıyordu. Diğer İttihad- Terakki Cemiyeti liderleri içinde, karakter ve itimad telkın ederlilik açısından en önde gelen bir isimdi. Bu açıdan, 'Osmanlı Devleti, 'Mondros Mütarekesi'ni (silâh terk ediş) anlaşmasını imzalayınca, diğer İTT sorumluları gibi ülke dışına kaçmasaydı da, keşke, karakterine ve yiğitliğine kendisine yakışan şekilde mahkemede hesabını verseydi.' diyenler de olmuştur.
Bu görüş, ilk planda doğru gibi görülebilir. Ama, burada göz ardı edilen konu, o zaman, Enver'i ve diğer İTT liderlerini yargılayacak olan, Osmanlı Devleti'nin mahkemeleri değil, galip devletlerin 'Divan-ı Harb'leri olacağı ve -sözde- mahkemelerde yargılayacağının unutulmasıdır..
(Hatırlayalım, İkinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiye uğrayıp teslim olan Almanya ve Japonya'nın en üst siyasî ve askerî sorumluları, galib devletlerce Nürnberg ve Tokyo'da kurulan -sözde- mahkemelerde yargılanıp, hemen hepsi de kurşuna dizilmişlerdi. İttihad -Terakki liderleri de, Osmanlı makamlarından değil, İstanbul'u da işgal eden güçlerden kaçınmışlar; önce gizlice Berlin'e kaçmışlar ve Enver Paşa oradan da Moskova'ya gitmişti.
Diğerleri ise.. Muhammed Tal'ât Paşa Berlin'de kalmış, Cemâl Paşa Tiflis'e, 1913-17 arası Sadrâzam olan Saîd Halîm Paşa ise Roma'ya gitmişler ve her üçü de, o şehirlerde Daşnaksutyun ve Hinçak gibi silâhlı ermeni mücadele örgütlerinin teröristlerince öldürülmüşlerdi.
Tal'ât Paşa'yı katleden Soghomon Tehliryan isimli terörist, -savaş boyunca Osmanlı'yla ve tabiatiyle Tal'ât Paşa'yla da sıkı işbirliği yapan ve bu yüzden de Tal'ât'ın iltica ülkesi olarak seçtiği- Almanya'da yakalanıp yargılanmış ve 2 günlük bir yargılama sonunda beraet ettirilmişti. (Tal'ât Paşa'nın İttihad-Terakki kadroları içindeki en etkili mason olduğu da unutulmamalıdır. Onun, Edirne'de Osmanlı PTT'sinde küçük bir memur iken, İttihad- Terakkî'nin sivil kanadındaki en etkili beyin olduğu da unutulmamalıdır. Tal'ât'ın 1903'te İtalyan Obediyansı'na bağlı Macedonia Risorta Mason Locası'na girdiği, belgelidir. Osmanlı saltanat rejiminin aleyhdarı olan pek çok ismin de katıldığı bu loca, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin dâhil olduğu daha sonraki örgütlenmeleri yönlendirmekte de etkiliydi.
*
Tal'ât Paşa, 1877-78 Osmanlı-Rus (Hicrî- 1293'e rastladığı için, bizdeki ismiyle, 93) Harbi'nde özellikle hem İstanbul'daki Ermeni Patriki Nersisyan'ın (şimdiki adı Yeşilköy olan) Ayastefanos mıntıkasına kadar gelen Rus Ordularını karşılamaya koşup, o ordunun başındaki Grandük Nikola'ya itaatini ve emirlerinde olduğunu bildirmesi ve Kafkaslar ve Doğu Anadolu'da da, Rus Orduları'na yardımcı olan ermenici şovenist unsurların hıyanetinin tekrarlanmaması için, -İstanbul dışındaki- Ermeni halkın evlerinden, asırlarca yaşadıkların bölgelerden çıkarıp, Rus ordularından uzak, Osmanlı'nın Suriye gibi uzak bölgelerine gönderilmesi 'tehcir'i, / zorla sürgün edilmesi kararını veren ve ağır kış şartlarında, mâsum ve savunmasız çocuklar, kadınlar ve diğer sivil kitlelerin de muhakkak ki, büyük felâketler yaşamasına yol açan 'Ermeni Tehciri'nin baş sorumlusu, Dâhiliye Nâzırı /İçişleri Bakanı olan (ve, 1917'den sonra ise, Sadrâzamlığa da getirilen) kişiydi.
Tal'ât Paşa, 15 Mart 1921 yılında Berlin'de bir parkta öldürülmüştü. Bu suikasd, Ermeni Tehciri'nde sorumluluğu olanların öldürülmesi için Ermenici örgütlerce başlatılan 'Nemesis Operasyonu'nun bir parçasıydı. (Nemesis, antik Yunan'da, tanrılar huzurunda kibirli olanların cezalandırılması gerektiği inancının özü olarak kabul edilir..)
1896 yılında Erzurum'da doğan Soghomon Tehliryan, Berlin'in Charlottenberg bölgesinde yaşamakta olan Tal'ât Paşa'yı öldürmek için Berlin'e gönderilmiş ve o da, tanınmamak için sakal bırakmış olan Tal'ât Paşa'nın yerini belirlemişti. Tal'ât Paşa parkta, yanında iki korumasıyla yürürken, arkasından 'Talât' diye seslenilmesi üzerine arkasına döndüğünde vurulmuştu.
Daha sonra Amerika'ya giden ve California'da yaşayan Tehliryan'ın Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı'nda, mezar taşının başucunda bulunan, pençesinde bir yılan tutan altın kaplama bir kartal kabartması ilginçtir.
Tal'ât Paşa'nın öldürülmesinden 22 sene sonra, kemikleri, 1943'te Adolf Hitler'in emriyle ve 2. Dünya Savaşı şartları içinde, bir dostluk nişanesi olmak üzere, Nazi gamalı haçlarıyla süslü bir trenle İstanbul'a gönderildi.
(Ancak, M. Kemal ile Enver arasındaki rekabet ve husûmeti, kemalist kadrolar da uzun süre devam ettirdiklerinden, Enver Paşa'nın kemikleri, vefatından ancak 75 sene sonralarda affa uğrayacak ve Tacikistan- Duşenbe'den İstanbul'a getirilecektir.)
(Devam edeceğiz inşallah…)
Selahattin E. Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- 31 Mart Vakası’ndan sonra… (14.02.2022)
- 31 Mart Vakası (05.02.2022)
- ‘Sarıkamış Faciası’ ve Enver Paşa üzerine (27.01.2022)
- 70’li yıllarda Avrupa… (19.01.2022)
- Zulme uğrayan bir peygamber: Hz. İsa (AS) (10.01.2022)
- Sezai Karakoç’un medeniyet tasavvuru (02.01.2022)
- Sezai Karakoç’la tanışmadan tanışmak… (14.12.2021)
- Münzevî mütefekkir-şair (04.12.2021)