'31 Mart Vak'ası' diye bilinen ve milâdî 1909 tarihinde, Selânik'ten, -tabiatiyle Başkumandan da olan- Sultan Abdulhamîd'in emir ve izni olmaksızın, yani başına-buyruk olarak yola çıkan ve bu yüzden kendilerine 'Hareket Ordusu' adını veren Mahmûd Şevket Paşa komutasındaki askerî birlikler, taa İstanbul'a kadar, hiçbir mukavemet olmaksızın gelip, sosyo-politik hayata hâkim olan güçler, II. Abdülhamîd'in 33 yıllık iktidarına, 27 Nisan 1909 günü son veriyorlardı.
II. Abdülhamîd, (Halife-i Muslimîn) sıfatı da olduğu halde, onun emrindeki birilerince onun hakkında azil fetvâsı verilmesinin mantıken de şer'î hukuk açısından da bir itibarı yokken, uyduruk bir fetvâya boyun eğmesinde, Şazelî Tarikatı'nın lideri olan Medineli M. Fahreddin Efendi'yle yaptığı bir görüşmede, devlet idaresinden habersiz Şeyh'in, 'Oğlum Hâmid, buraya kadar.. Saltanat için 33 sene yeter.. Kan dökülmesin..' gibi bir tavsiyede bulunmasıyla makamını devretmesi, herhalde, ibretlik bir tarihî ve yanlış karar ânı olarak görülmelidir.
*
Bütün bu gelişmeler sırasında Enver Paşa, İttihad-Terakkî'nin en güçlü ismidir; sonra Tal'ât ve Cemal Paşa'lar gelir..
Yeni Sultan Reşad ise bir 'kukla' durumundaydı.. Ve yayınladığı fermanlar için bile, 'Enver ne der; Tal'ât ne der?' korkusu içinde, iradesizce, tereddütler içinde hareket ederdi.. (Cumhuriyet döneminde, Sultan II. Abdülhamîd ve son Padişah Vahdeddin, bir asra yakın bir süre boyunca ağır şekilde eleştirilmişken; Sultan Reşad'a hiçbir eleştiri getirilmemesinin sebebi onun bu iradesiz tavrından da anlaşılabilir..)
Sultan Abdülhamîd'in devrilmesinden sonra, payitaht İstanbul'da bozulan düzen, büyük bedenin her tarafında daha derin bir ruhî çöküntü ve kramp sancıları halinde kendisini hissettiriyordu.. İşte tam o sırada, Balkan Savaşı patladı, Rumeli bütünüyle kaybedildi.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, üç ay süren 'Sadrâzamlığı'ndan sonra, Ekim-1912'de istifa etmişti ve yeni bir hükûmet kurulamıyordu. İşte o sırada, İttihadçıların ünlü sergerdesi Yakub Cemil'in çılgınca eylemleri ve Bâb-ı Âli'yi basması, Harbiye Nâzırı Nâzım Paşa'nın bile öldürülmesinden sonra, İttihad ve Terakki Cemiyeti (Partisi) devletin tek sahibi oldu.
Hele de ordunun hemen bütün subaylarının İttihadçı olmak ve olmamak şeklinde tam bir ayrışmaya uğramasının ve bu ayrışma yüzünden, darda olan askerî birliklerin imdadına yetişmek imkânı olduğu halde, sırf bu siyasî zıddiyet yüzünden karşıt komutanların zafer kazanmasına yardımcı olmamak körlüğüyle bile nice askerî birliklerin düşman tarafından imhâ olunmasının da sevkıyle Balkan Harbi'nin ilk merhalesi ağır yenilgilerle noktalandı..
Sultan Abdülhamîd, Selânik'e sürgüne gönderilmişti, ama bütün bu ağır ve acı gelişmeler sırasında, 450 yıl boyunca Osmanlı'nın elinde olan Selanik de Bulgar ordusunun eline geçmek üzereyken, 'mahlû sultan' Abdülhamîd, İstanbul'a getirildi... Selanik'teki ordunun başındaki kumandan Hasan Tahsin Paşa ise, 'Ben bu şehri Bulgar ordusuna bırakmam!' diyerek, Yunan ordusuna teslim etti, savaşsız olarak.. (Yunan Hükûmeti de onun kadr-u kıymetini bilerek, bir heykelini dikti...)
Bu arada, İtalya da Ege'deki Osmanlı adalarının en önemlilerinden olan On İki Ada'yı işgal etmişti.
(Sonunda On İki Ada, 1913'de, bir antlaşmayla İtalya'ya bırakıldı, ama 'İtalya, ileride bu adaları terk etmek durumunda olursa, Osmanlı Devleti'ne iade edeceği' de antlaşma metninde yer aldı.
Ancak İtalya, Almanya'nın yanında girdiği İkinci Dünya Savaşı'ndan ağır bir yenilgi alarak çıkarken, On İki Ada'yı Almanya ve diğer bazı ülkelerin diplomatik kanallarıyla Türkiye'ye iade etmek niyetini duyuracaktı. Türkiye ise, 'İkinci Dünya Savaşı' başında 'silâhlı tarafsızlığı'nı ilan ettiğinden; yani, 'tarafsızım, ama, bana saldırılırsa, karşılık verecek silâhlı gücüm vardır' diyecek ve savaş sona ererken;Türkiye o zamana kadar tarafsız kaldığı bir Dünya Savaşı'nın sonunda, İtalya'dan o adaları alacak olsa, 'Savaşa girmiş olmayacak mı?' sorusunun cevabını verecek kimse göremeyecekti, ortada... Savaşan devletler ise, her şeyden önce kendileriyle birlikte olanların maslahat ve menfaatlerini düşüneceklerdi tabiatiyle.. Ayrıca, Yunanistan da, savaşta Hitler Almanyası'nın saldırısına mâruz kalmış bir devlet olarak, galib gelenlerin tarafında olduğundan onlar tarafından himaye edilmeyi, ödüllendirilmeyi bekliyecekti elbette... İşte o anda, İtalya, her taraftan askerlerini çekerken, Yunanistan ise o adalara kendi bayrağını çekiverecek ve Türkiye öyle bir durumda, yapacak başka bir şeyinin olmadığını düşünerek, sadece seyirci kalacaktı.
Biz yine dönelim, Birinci Dünya Savaşı öncesinin şartlarına...)
*
O sırada, Almanya ve İngiltere'nin karşılıklı güç gösterileri ve dünya siyasetinde asıl söz sahibi olanın kendileri olduğunun propagandalarını gizli-açık, var gücüyle yaptırırken, Avrupa, bir barut fıçısı durumundaydı.. Avusturya- Macaristan İmparatorluğu Veliahdi Ferdinand ve eşinin Saraybosna'da, 28 Haziran 1914 günü, bir Sırb şovenistinin tertib ettiği suikast sonucu öldürülmeleri ve Avusturya'nın hemen Sırbistan'a savaş açması, Sırbistan'ın Rusya'dan yardım istemesi üzerine devreye Rusya'nın da girmesi, bu durumda Almanya'nın karşısında da Avusturya yanında; İngiltere ve Fransa'nın da Rusya'yla aynı safta yer almasıyla patlayan Birinci Dünya Savaşı'yla karşılaşılınca.. Yığınla problemler ve düzensizlikler giderek bütün bedeni felç ederken, patlak veren bu savaşa, 'kaybedilen yerleri, istirdat etmeye, geri almaya vesile olabilir..' ümidiyle girilmesi eğilimi giderek güç kazanıyordu. Her ne kadar, neyin, nasıl yapılacağını belirlemek ve kararını vermekte zorlanılıyor idiyse de..
Bu savaşa girişte de kararı veren isim Enver Paşa ve yanındaki Tal'ât ve Cemal Paşa'lar idi.. Önce İngiltere'ye gitti ve Londra'da 20 gün kadar nabız yokladı.. Ancak, İngiltere, Balkan Savaşı'ndan ağır şekilde yenilerek çıkan zayıf bir devletle işbirliği yapmaya yaklaşmadı. O zaman da Enver Paşa Almanya'yla görüşmelere başladı ve Almanya'nın Osmanlı ordusunun silah, teçhizat ve levazımâtı için yardımcı olacağını taahhüt etmesi üzerine, o sırada Akdeniz'de olan Goben ve Breslau isimli zırhlı savaş gemileri, İngiliz donanmasının takibinden korunabilmek için, Marmara'ya sığındı ve oradan da Osmanlı bayrağı takılıp Yavuz ve Midilli isimleri verilerek Karadeniz'e çıktı ve o zaman Çarlık Rusyası'na (şimdi Ukrayna'ya) ait olan Odesa liman şehrini, hiçbir haber vermeden veya diplomatik bir gerginlik olmadan ve savaşta taraf olunduğu açıklanmadan topa tuttu... Rusya bu durumu şaşkınlıkla karşıladı. Çünkü, Rusya Sırbistan'ın yanında ve Avusturya- Macaristan İmparatorluğu ve Almanya'ya karşı savaşa girmişti..
Osmanlı Devleti ise henüz savaşa girmemiş ve tarafını da belirtmemişti..
Rusya Çarlığı, Osmanlı'ya bir ültimatom vererek, 'bir yanlışlıkla yapıldıysa, özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi'ni isteyip, bunun için de '1 haftalık mühlet' verildiğini bildirdi.
Sadrâzam Said Halîm Paşa, kendisinin bilgisi dışında yapılan bu saldırıdan dolayı Rusya'dan özür dilenmesini ve tazminat ödeneceğinin bildirilmesi gerektiğinde ısrar edince, Enver, Tal'ât ve Cemal Paşa'lar, böyle bir tavrın Osmanlı Devleti'nin şânına uygun olmadığını belirterek, kabul edilemeyeceğini söylediler. Said Halîm Paşa o durumda istifa edeceğini söylediyse de, başta Mehmed Âkif gibi, Said Halîm Paşa'ya yakın isimler, onu, 'Siz gidince sizden daha iyisi mi gelecek? Böyle bir ihtimal söz konusu değil..' gibi gerekçelerle istifadan vazgeçirdiler ve Rusya da Osmanlı'ya savaş açtı ve böylece Osmanlı da sadece Rusya'ya karşı değil, Birinci Dünya Savaşı'na da 28 Eylûl 1914 günü, yani savaşın başlamasından 3 ay sonra resmen girmiş oldu.
Halbuki, 1913'de Yunanistan'a teslim edilen Selanik'ten İstanbul'a getirilmiş olan 'mahlû' / (hal'edilmiş, tahtından indirilmiş olan) önceki Sultan Abdülhamîd, 'savaşa girmekten kesinlikle kaçınılması gerektiği'ne dair görüşlerini sorumlulara ulaştırıyordu. Hattâ bu konuda Enver Paşa'nın da Abdülhamîd'le görüştüğü, ancak, İttihadçı yönetimin onun tavsiyelerine kulak asmadığı görülüyordu.
*
Sultan Abdülhamîd'in ardından birkaç yıl içinde, İttihad ve Terakki, iktidardaki etkisini pekiştirmiş, ama hele de Balkan Savaşları'nda uğranılan ağır yenilgi sonrasında, İttihad-Terakkîcilerin karşısında, Miralay Sâdık Bey önderliğinde Hürriyet ve İ'tilâf Fırkası adında güçlü bir muhalefet hareketi de ortaya çıkmış ve İstanbul'daki ara seçimi de kazanmıştı. Ancak 'hürriyet' aşkına ihtilâl /darbe yapan İttihadçıların iktidarı kaybetmeye tahammülü yoktu.
Ancak, 'Hürriyet ve İ'tilâf Fırkası' da çetin cevizdi. İçinde eski İttihadçılar vardı. Komitacılığı da çok iyi biliyorlardı. 'Hâlâskâr Zâbitân' adıyla gizli bir teşkilat kurdular; Rumeli'nde dağa çıktılar. Bir grup da İstanbul'u karıştırmaya başlamıştı.
Öte yandan, özellikle 'Ermeni şovenistleri'nin 1856'larda, ilk kez Erzurum'da, Sansaryan Ermeni Mektebi'nde açılan Ermeni bayraklarıyla isyan işaretleri ve silahlı mücadele /terör teşkilatları olan Daşnaksutyun ve Hinçak teşkilatları, sadece İstanbul'da değil, Osmanlı ülkesinin başka yerlerinde de Selanik, Edirne, Adana'da, Merzifon, Kayseri, Konya, Bursa, İzmit, Samsun, Trabzon, Sivas, Malatya, Diyarbekir, Harput/ El'Aziz, Mardin, Kars, Bitlis, Ardahan, Van, Şam, Beyrut, Bağdâd, Haleb, Musul, Kudüs gibi önemli merkezlerinde ikide bir terör eylemleri sahneliyorlardı.
Sultan Abdülhamîd'i tahttan indirmek ve hattâ öldürmek konusunda en hızlı grupların başında ermeni Daşnaksutyun (Vatanseverler) ve Hinçak (Çan Sesi) isimli silâhlı mücadele ve terör teşkilatları geliyordu..
Halk arasında da yalnızca Ermenici teşkilatlara değil, giderek Hristiyan Ermenilere doğru yayılma istidadı gösteren bir kırgınlık ve hattâ kızgınlık yaşanmaya başlanmıştı.. Çünkü, gayrimuslim halklar arasında Osmanlı'nın ana gövdesini oluşturan Müslümanlar, Ermenileri isyan ve ihanet etmeyen, 'kavm-i necîb' (asâletli kavim) olarak bilirken ve bu anlayış 800 yıllık bir birliktelik geçmişine sahib iken, '1877-78 /Osmanlı-Rus (93 Harbi) sırasında Doğu Anadolu ve Kafkas yöresindeki bazı Ermeni unsurlarının Rus askerî birlikleriyle işbirliği yapması ve İstanbul'da da Rus orduları bütün Balkanlar'ı geçip taa İstanbul önlerine, Yeşilköy'e kadar geldiği sırada, İstanbul'daki Ermeni Patriği Nersesyan'ın Rus Ordusu Başkumandanı Grand Dük Nikola'nın çadırına gidip bağlılığını bildirmesi, bu en çok güvenilen 'kavm-i necîb'e karşı daha sert bir tepkinin şekillenmesini getirmiş ve bu kızgınlık bu kez de silâhlı ermeni teşkilatlarının etkinliğini kendi halkı arasında ve de Avrupa efkâr-ı umûmiyesi'nin nazarında daha bir artırmıştı.. 1896'da Osmanlı Bankası'nın soyulmasına katılan ve kaçabilen soyguncular Avrupa'da 'özgürlük savaşçıları' olarak karşılanıp himaye ediliyorlardı..
*
Ermeni terörist Joris öncülüğündeki bir terör ekibinin, 1905'de Yıldız Câmii'ndeki Cuma Selâmlığı sırasında patlattıkları bomba ile onlarca insan öldüğü halde, Abdülhamîd'in bombanın patlatıldığı noktaya beklenenden birkaç dakikalık bir gecikmeyle geldiği için öldürülemeyişi karşısında.. (Ateist bir şair olan) Tevfik Fikret, 'Bir Lâhzâ-i Teahhur/ Bir anlık gecikme' isimli şiirinde, 'Ey şanlı avcu, dâmını (tuzağını) beyhûde kurmadın/ Atdın, fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın..' diye teröristi alkışlarken... Fikret'in en şiddetli muarızlarından olan Mehmed Âkif ise o hadiseden sonra, Sultan'ı korumak için, 'Cuma Selâmlığı' merasimleri sırasında kuş uçurtulmaz şekilde sıkı güvenlik tedbirleri alınması üzerine, 'Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı, / Sâde altmış bin adam kaldı namazsız en azı!' diyecek kadar, saf kimselere doğru gibi gelebilecek bir şeklî ve sathî mantık sergiliyor, Sultan Abdülhamîd'den 'ödlek, korkak, Yıldız'daki baykuş' diye bahsediyordu.
*
Gelişen karışıklıklar içinde, Sadrâzam Said Paşa Hükûmeti, İ'tilafçı'ların da baskısıyla istifa etmek zorunda kaldı, Temmuz 1912'de ve yerine, Gazi Ahmed Muhtar Paşa sadrâzamlığa getirildi. Yeni hükûmette, hiç İttihadçı yoktu. İttihatçılar meclisin kapatılacağından endişeleniliyordu. Nitekim, meclis dağıtıldı, Örfî İdare (Sıkıyönetim) ilân edildi.
*
Birinci Balkan Savaşı'na böyle gidildi. Hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Ordu Rumeli'de mağlubiyetler yaşıyor, gelen her haber İstanbul'da yeni bir sosyal karamsarlığa ve huzursuzluğa yol açıyordu.
Nitekim, Ekim-1912 sonunda Sadrâzam Ahmed Muhtar Paşa da istifa etti.
*
Yeni hükûmeti, İttihadçıların hiç sevmediği Kâmil Paşa kurdu.
Edirne üç aydır Bulgar ordusunun kuşatması altındaydı..
Payitahtın, başkentin İstanbul'dan Anadolu'ya nakli bile konuşulmaya başlanmıştı. Bulgar ordusu Çatalca'ya kadar gelmişti. Diplomasiden başka çıkar yol kalmamıştı. 'Ateşkes' ilân edildi. Taraflar Londra'da masaya oturdular. Bulgarlar Edirne'yi kesinlikle istiyordu.
Devletin savaşa devam edecek takati yoktu. 'Duvel-i Muazzama' (Britanya, Fransa, İtalya, Rusya) da Bâb-ı Âli'ye, Balkan devletlerini destekleyen bir nota vermişti. Hükûmet çaresizdi. Edirne'yi hiç olmazsa, uluslararası bir komitenin yönetimine terk etmeye razıydılar.
İttihadçıların harekete geçmesi için ortam uygundu. Öteden beri fırsat kolluyorlardı.
*
Halk, 'Hükûmet'in Edirne'yi Bulgarlara bırakacağı' korkusuyla umudunu yeniden İttihadçılara çevirmeye başlamıştı.
Bu durumu iyi değerlendiren Binbaşı Enver Bey, 23 Ocak 1913 günü öğleden sonra, bir kır at üstünde Bâb-ı Âli'ye doğru yola çıkmıştı. Etrafı, yüzlerce İttihadçı fedaîlerce sarılmıştı.
Enver Bey, ekibiyle Sadrâzamlık (bugünkü İstanbul Valiliği) binasına girince, muhafızlarla Enver Bey ve adamları arasında karşılıklı ateş açıldı ve Sadâret Yaveri ve diğer bazı yetkililer vurularak öldürüldü.
Bu sırada Harbiye Nâzırı Çerkez Nâzım Paşa da odasından çıktı. Binbaşı Enver'i görünce "Ne işiniz var burada?" diyerek ağır sözler söylemeye başladı. İşte o zaman, İttihadçıların en delifişek fedaîlerinden olan Yakub Cemil, Nâzım Paşa'yı bir kurşunla katletti.
Enver Bey, Tal'ât ve yanındaki diğerleriyle Sadrâzam Kâmil Paşa'nın odasına yürüdü. 80'lik Kâmil Paşa'nın kafasına silah dayandı. İstifa mektubunu yazması istendi. Kâmil Paşa "Askerîyenin talebi üzerine istifa ediyorum" diye yazdı. Enver Bey, "Milletin isteği üzerine" diye yazdırdı. 1875'de Sultan Abdülaziz'in hâl'ini tebliğ eden Binbaşı Süleyman'ın 'millet' vurgusu şimdi Binbaşı Enver tarafından tekrarlanıyordu. Enver Bey, mektubu alır almaz, Şeyhülislam'ın makam arabasıyla Saray'a gitti. Yeni hükûmeti Mahmûd Şevket Paşa kuracaktı.
Yani, İttihadçılar yeniden iktidara geliyordu.
*
(Bugün Türkiye'de Tayyib Erdoğan etrafında yapılan tartışmalar, ister istemez, 110-120 sene öncelerde, Sultan II. Abdülhamid'in bertaraf edilmesi için emperyal güçlerin ve onların içerdeki kuklası durumunda olan ve kendilerini, (kendi kendilerine), 'münevver/ aydın' diye niteleyen okumuş sınıfların iş ve elbirliğiyle tezgâhladıkları entrikaları hatırlatmaktadır.
Tek bir hedefleri var, Tayyib Erdoğan'ın işbaşından kenara konulması... Çünkü, Amerikan Başkanı Biden başta olmak üzere, bütün emperyal güçler onun güçlü liderliğinden ve güçlendirdiği Türkiye'den rahatsız oluyorlar. Çünkü, güçlenen Türkiye, sadece Türkiye'yi güçlendirmiyor; Tayyib Bey'in, 'gönül coğrafyamız' dediği ve aynı inanç ve kültür değerleri üzerinde yükselen bir müslüman dünyasının yükselmesinden tabiatiyle kendi aleyhlerine bir tehlike görüyorlar..
Böyleyken, bugünkü muhalefet partilerinin memleketin geleceği için geçerli bir programları yok, sadece 'Hele bir Erdoğan gitsin, gerisi kolay..' diyorlar.. Tıpkı, 120 sene öncelerde olduğu gibi..
Bir farkla ki.. Dün, hele de son 100 senesinde can çekişmekte olan bir devlet vardı; bugün ise son 100 senedir yerlerde süründürülmekte olan bir devlet, yeniden ayağa kalkmaya çalışıyor ve bütün emperyal ve şeytanî güçler ve onların yerli kuklalarına rağmen güçleniyor. Ve Müslüman halkın manevî gücüyle zıtlaşılan 100 yıllık gaflet ve ihanetlerinin etkilerini, adım adım da olsa gidermeye çalışıyor.)
(Konuya gelecek yazıda da devam edeceğiz, inşaallah..)
Selahaddin E. Çakırgil