İslâm Birliği arayış ve ideallerinden bugüne...
İslâm Birliği arayış ve ideallerinden bugüne..
*
Açıktır ki, cemiyet/ toplum halinde yaşamak zorunda olan insan toplumlarında, asıl soru, 'yönetim mekanizmasının başında bulunanların hangi kuralları uygulayacağı'ndan önce, o 'yönetim mekanizmasının nasıl ve hangi yetkiyle oluşturulduğu'na dair olmalıdır. Yani, birisi bir toplumun karşısına, elinde 'zer' veya 'zor' (altın veya silâh) gücü ile çıkıp, 'Bana /bize itaat edeceksiniz? Size, filan ilkelere, kanun ve kurallara göre hükmedeceğiz' dese; akla ilk gelen sual, herhalde, 'Bize hangi ilke, kanun ve kuralları uygulayacağınızdan önce, bizi yönetme gücünüzü nereden alıyorsunuz?' olur- olmalıdır.
*
Normali, olması gereken budur.
Biz Müslümanlar, Hz. Peygamber (S)'i bize Allah'u Teâlâ'nın haberlerini getiren olarak kabul ederken, (ki, Peygamber kelimesi de Farsçada, kendisine haberler verilen ve o haberleri nakleden mânânasına, peygam/ peyâm ve ber kelimelerinin terkibidir); bunu hiç bir baskı ve zorlama altında kalmadan benimsediğimiz ve iman ettiğimiz gibi, aynı zamanda, kendi rızamızla bağlanıp onun tarafından yönetilmeyi de kabullenmişizdir. Ve 'Müslümanların idarelerinin, işlerinin aralarında 'istişare ile olduğu- olacağı' da, Âl-i İmrân- 159 ve Şûrâ Sûresi'nin 38. âyetinde yer alan hükümlerle kesindir.
Bu hükme, bizzat Hz. Peygamber'in örnek şekilde öncülük ettiği tarihen de sâbittir.
Ancak, Hz. Peygamber (S)'in irtihalinin, ebedî hayata geçmesinin ardından, 'Şûrâ' yöntemiyle tesis olunan ve 30 yıl kadar süren 'Hulefâ'y-ı Râşidîn' dönemi, ilk Halife Hz. Ebû Bekr'den sonraki Halifeler olan Hz. Ömer'in 10. yılında, ve Hz. Osman'ın da 12. yılında, Hz. Ali'nin de 4. yılında katl ve şehîd edilmeleri ile kapanmış; Benî Umeyye (Emevîler) saltanatı, Hılâfet'i de temsil ettiği iddiasıyla başlamış ve amma o saltanat da 90 yıl kadar sonra, zulüm uygulamalarının ortaya çıkardığı çetin isyan ve mücadelelerle sona erdirilmişti.
*
Abbâsî Hılâfeti de Bağdad'da 508 yıl sürmüştü. Ama, onun da çok güçlü ve sahih olarak kabullenilebilecek parlak uygulamaları fazla değildir.
Gerçi, her ne kadar müslüman coğrafyalarında ortaya çıkan güç odakları, mahallî sultanlıklar oluşturmuşlarsa da, herbirisi, 'vâcib-ur'riaye..' (şer'an itaat edilmeleri gerekli) olduklarına dair teyidi, Bağdad'daki Halife/Sultan'a gönderdikleri hediyeler ve itaat / bey'at bildirimlerine karşılık Halife/ Sultan'ın göndereceği 'menşur' ve 'hil'at' ile destekleniyor ve böylece o mahallî beyler, melikler, sultanlar, Halife/ Sultan'ın teyidiyle 'meşruiyyet' kazanıyorlardı.
Ama, o dönem de gitti ve Moğol İstilası her şeyi mahvetti.. Moğolların, sadece Bağdad'da katlettiği insan sayısının 750 bin civarında olduğu belirtilir, tarihlerde..
O dönemi anlamak için, herhalde, tarihçi Qudbeddin Nehrevânî'nin, Moğol İstilâsı öncesindeki Bağdâd'ı anlatırken çizdiği son derece ibret verici tabloyu da -özet olarak- gözönüne getirmekte de fayda vardır: 'Bağdad halkı, Dicle kenarında, koyu gölgeler altında, yumuşak minderler üzerinde, sabahtan akşamlara ve akşamdan sabahlara kadar yerler- içerler, eğlenirlerdi..'
*
Bağdad'daki Abbasî saltanat ve Hılâfeti son bulunca, bu kez de Fâtımîler devreye girdi. İktidarlarını Tunus'ta oluşturduktan sonra merkezlerini Kahire'ye taşıyan ve Fas, Cezayir, Libya, Malta, Sicilya, Sardinya, Korsika, Tunus, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye'de hâkimiyet sağlayan İslam'ın Şiâ yorumunun 7. İmam /İsmailîye mezhebine bağlı Fâtımîler'in (909-1171 yılları arasında) 250 yıl kadar süren saltanat ve Hılâfeti de Eyyubîler eliyle sona erdirilmiş, Hılâfet ondan sonra da Mısır'daki Memlûkler tarafından üstlenilmiş, onlar da Sultan 1. Selim'in Mısır Seferi'yle tarih sahnesinden silinmiş ve Halife sıfatını taşıyan Mütevekkil de, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'nden dönüşünde, İstanbul'a getirilmiş ve böylece, Hılâfet'in Osmanlı Sultanları'na geçtiği nazarî olarak kabul edilmiştir.
Ama, bu sıfat'ın ve Hılâfet kurumunun şer'î gücünden daha çok Sultan 2. Abdulhamîd zamanında istifade edilmeye ağırlık verilmiş ve bu durum müslüman coğrafyalarında etkili de olmuştur.
*
Ve amma, 3 Mart 1924 tarihinde, Türkiye Meclisi, Hılâfet' kurumunu fiilen kaldırmış, tepkileri azaltmak için ise, 'Hılâfet'in, Meclis'in manevî şahsiyetinde mündemiç olduğu / (onun manevî şahsiyetiyle bütünleştiği) gibi kelime oyunlarına başvurulmuştur. Halbuki, Hılâfet kurumunun bazılarınca tartışıldığı 1922'lerde, 'Hılâfet konusunun, bütün Müslümanların yetkisinde olduğu ve Türkiye Meclisi'nin yetkili olmadığı'na dair görüş belirten de M. Kemal idi.
(Nitekim, M. Kemal, -Hılâfet konusunda alınan karardan sadece 1,5 sene önce- 'Saltanat'ın kaldırılması' kararının alındığı 1 Kasım 1922 tarihinde, Meclis kürsüsünden şu görüşleri açıklıyordu: -Özetle ve (U. Mumcu'nun, 'Kâzım Karabekir Anlatıyor' isimli kitabındaki) sadeleştirilmiş şekliyle- : '(…) Efendiler.. …Halifelik yönetimi, Müslümanlar için çok yararlıdır. Çünkü Peygamber Halifeliği, Müslümanlar arasında bağ oluşturan yönetim biçimidir. Müslümanların tek bir sözle bir araya gelmelerini sağlar. (…)
Şimdi Efendiler.. Halifelik makamı kalmak şartıyla, onunla ulusal egemenlik makamı -Meclis- elbette yan yana durur. …Bütün Türkiye halkı, bütün güçleriyle o Halifelik makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya, yalnız vicdanî ve dinî bir vazife olarak üstleniyor. …Bugün de sultanlık ve hâkimiyet makamıyla Halifelik makamının yan yana bulunabilmesi, en doğal durumlardandır. …Böylece, bir yandan Türkiye halkı çağdaş bir uygar devlet halinde her gün daha dayanıklı, sağlam, her gün daha mutlu ve bolluk içinde olacak, insanlığını ve benliğini her gün daha çok anlayacak, kendisine kişilerin ihaneti tehlikesini yaşatmayacaktır. Öte yandan Halifelik makamı da bütün İslâm dünyasının ruh ve vicdanının, imanının bağlantı noktası müslüman kalblerin ferahlık kaynağı olabilecek bir saygınlık ve yücelikte belirecektir. …Bundan sonra Halifelik makamının da Türkiye Devleti ve bütün İslam dünyası için ne kadar yararlı olacağını, gelecek, bütün açıklığıyla gösterecektir. Türk ve İslam.. Türkiye Devleti iki mutluluğun ortaya çıkmasına kaynak olmakla dünyanın en mutlu devleti olacaktır.'
Ve 18 Ocak 1923 tarihli İzmit konuşmasında ise M. Kemal şöyle diyordu:
'…Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kutsal şeriat hükümlerinden ibaret olan danışma, adalet, devlete itaat esasına uygun olarak oluşmuştur. Türkiye devleti için Halifelik söz konusu değildir. Bu kanaat, ancak İslam dünyası dikkate alındığı zaman geçerli olabilir. Çünkü Halifelik makamı yalnızca Türk'e değil, yüce İslâm dünyasına aiddir. …'
Bursa'da 22 ocak 1923'de ise, şöyle diyordu:
'… Halifelik, yalnız Türkiye halkını değil, bütün İslam dünyasını kapsadığı için, bu makam hakkında karar vermek Türk milletinin yetkisi dışındadır.'
*
Ve, 3 Mart 1924 günü, Meclis, 'Hılâfet'in, 'Meclis'in manevî şahsiyetinde mündemiç olduğu' gibi bir kelime oyununa tevessülle, bütün yetkileri kaldırılmıştı. Ama, henüz, Anayasa'da (o zamanki adıyla 'Teşkilat-ı Esasiye Kanuunu'nda), 'Devlet'in dini, Dîn-i İslâm'dır' yazılıydı. O kayıt da, 1928 yılında Anayasa'dan çıkarıldı. Artık ondan sonrası, İslâm konusunda tam bir baskı dönemi.. Arab alfabesinin kaldırılması ve yasaklanması ve Lâtin harflerinin kabulü, Müslüman bir topluma yapılacak baskının herhalde en ağırı idi. Çünkü, 14 asırlık ve engin bir İslâm kültürüyle irtibat bütünüyle koparılmıştı. Dünya Müslümanlarının en ortak birlikteliğinin sembollerinden olan 'Ezân-Muhammedî'nin yasaklanması bile gerçekleştirildi.. Ulemadan ve sıradan Müslümanlardan niceleri kitleler halinde sindirildi veya hayattan veya sosyal hayattan saf dışı edildi. Bu anlatılanlar yapılan baskıların mahiyetinin kavranılmasına ipucu mahiyetindedir.
Hılâfet'in fiilen kaldırılması emperyalist dünyayı hoşnud etmişti tabiatiyle.. Çünkü, onlara karşı 'bütün Müslümanları birlikte harekete yöneltebilecek fetvâ sahibi bir kurum' artık yok edilmişti..
Hılâfet'in fiilen kaldırılması karşısında, Hind Müslümanlarının büyük mütefekkir isimlerinden Muhammed İqbâl bile, konuyu önce, 'Hılafet yetkisinin bir 'Şûrâ'ya devri' şeklinde anlayıp bu uygulamayı kabule şâyan bulmuş ve amma, kelime oyunlarıyla, sadece kendisinin değil, dünya müslümanlarının da kandırıldığını anlayıp, bu entrikayı çevirenleri 'Heyhat, bir zamanlar bizim zannettiğimiz kimseler, meğer (…) ' diye ağır şekilde eleştirmişti.. Türkiye'de ise, yok edilen kurumların lehinde tek kelime söylemek imkânının olmadığı bir korkunç sindirme dönemi başlamıştı.
*
Artık, dünya müslümanları olarak, 'Hılâfet' ve de Müslümanların itaat mecburiyetinin olduğu bir güç odağımız kalmamıştı.
Ve işte öyle bir dönemde, 150 yıla yakın zamandır İngiliz müstemlekesi olan Hindistan'da istiklal mücadelesi giderek daha etkin ve yaygın şekilde şekillenirken, Hind Müslümanlarının yetiştirdiği büyük bir ârif, şair, filozof ve 'allâme' olarak bilinen Muhammed İqbâl, Hindistan halkı arasında neredeyse üçte bir nüfusa sahib Müslümanların, istiklâl elde edilmesi halinde, diğer dinlerden ayrı olarak müstakil /bağımsız bir devlet halinde ve İslâm şeriatine göre yaşamaları ve, kurulmasını hayal ettiği bu devletin adının da 'pâk' insanlar ülkesi mânâsında Pakistan olması gerektiğini yüksek sesle ifade etmeye çalıştı.
Bu fikir, Hindistan'ın istiklâl kazanması fikriyle birlikte büyüdü ve 14 Ağustos 1947 günü, resmî adı, 'Pakistan İslâm Cumhuriyeti' olan yeni bir devlet varlığını Muhammed Ali Cinnah liderliğinde dünyaya ilân etti.
Amma…
Evet, amma..
Daha ilk günden, bir problem çıkmıştı.
Çünkü, yaşayış ve yetişme tarzıyla 'bir İngiliz kadar İngiliz..' anlatılan Muhammed Ali Jinnah, 14 Ağustos 1947 günü, Pakistan Meclisi'nin ilk oturumunda bir konuşmada, Pakistan İslâm Cumhuriyeti'nin sadece bir isimden ibaret olacağını, bundan sonra 'laik bir siyaset izleyecekleri'ni açıklıyor ve bu konuşmanın Pakistan'da yayınlanması da yasaklanıyordu ve bu yasak, 30 yıl kadar sürecekti.
Ve böylece Osmanlı'nın tarih sahnesinden silinmesinden sonra, sahneye İslam Devleti arayış ve idealleriyle çıkan Müslümanlar büyük bir hayal kırıklığıyla karşılaşıyorlardı.
Ama, olsundu.. Bu tökezletilme, Müslümanları ümidsizliğe değil, nice iç ve dış etkenlerle yollarının kesilmek isteneceğini bütün sosyal acıları ve sancılarıyla düşündürüyordu.
Aradan 75 sene geçti.. Cezayir'de Fransız emperyalizminin 130 yıllık işgaline karşı 1,5 milyon kurban veren Müslümanların elde ettiği zafer, Cezayir'in kendi evladlarınca katledildi, tıpkı Pakistan İslam Cumhuriyeti gibi.. Ve diğerleri..
Bu arada İran İslam Cumhuriyeti denemesi yaşandı.. Daha sonra Afganistan'da yaşananlar..
Ama, bütün bunlar dünyada inançlarına göre bir dünya hayatı ve düzeni kurmak isteyen Müslümanları daha bir azimli ve dikkatli hale de getirdi denilebilir.
*
Amma.. Bugün de, dünya Müslümanları, 8 milyarlık dünya nüfusu içinde 2 milyara yakın, 4'te 1'lik dev bir kalabalık oluşturuyorlar; evet, dev bir kalabalık..
Başsız bir gövde.. Bu büyük kitlelerin bir daha bir araya gelememesi için, Osmanlı'dan sonra, yığınla 'ulus devlet'lerin ve hattâ kabile ve aşiret devletçiklerinin ortaya çıkarılması, Müslümanların kendi irade ve isteklerinin sonucu değildi. Ve bugün, İslam İşbirliği Teşkilatı'nda 55 kadar devlet var.. Ama, dünya siyasetinin şekillenmesinde bu teşkilatın hiç bir gücü yok.. Ve üye devletlerin hemen her birisi de, diğerleriyle menfaat veya güç çatışmalarının etkisiyle, dünya Müslümanlığının büyük potansiyel gününü iç sürtüşmelerde tüketiyorlar. Halbuki, Müslüman halklar ise, dünya çapında ve hemen her yerde, İslam ve müslümanlar aleyhindeki her olumsuzluk karşısında, 'Yahu, müslümanlar niye birlik olamıyoruz?' diye hayıflanıyorlar.. Yani, halkların kalbî mânâda birliği hâlâ da var, ama, bu kalbî birliği, siyasî birliğe dönüştürmekten söz edince, Müslümanların içinde olan, ama, emperyalistlerin himayesinde kukla olarak yaşamayı tercih eden kadrolar hemen ayağa fırlıyorlar, hışımla..
*
Bu duruma karşı birkaç örnek hatırlayalım:
1963 yılında, Pakistan'ın Devlet Başkanı Mareşal M. Eyyûb Khan, 'Pakistan, İran ve Türkiye'nin, uluslararası hukukî şahsiyet ve varlıklarını sürdürerek bir Konfederasyon olmalarını' teklif etmiş ve böylece (ki, bugünkü Bangladeş de o zaman Doğu Pakistan idi) Bengal Körfezi'nden Balkanlar'a kadar uzanan bir coğrafi şerit üzerinde o zamanki nüfusları itibariyle 200 milyona yakın muazzam bir kitlenin dünya sahnesinde bir güç olacağı'nı belirtmişti. Ama, Türkiye'de Başbakan İsmet İnönü, 'Bu proje, bizim Batılılaşa siyasetimize aykırıdır..' diye hiç itibar etmemişti. Ve İsmet İnönü o sıralarda, 'Avrupa Ekonomik Topluluğu' diye anılan ve ileride Avrupa Birliği idealini gerçekleştireceği hedeflenen çalışmalar içinde, Türkiye'nin de yerini alması için Ankara Andlaşması'na imza atıyor ve, 'Burada attığımız imza, bizim 200 yıllık Garblılaşma/ Batılılaşma rüyâmızı gerçekleştirecek siyasetlerimizin ifadesidir ' diyordu.
*
Ve ufukta Avrupa Birliği'nin şekillenmekte olduğundan söz ediliyordu. 'Tek para birimi, tek savunma ve dış siyaset, birlik içinde vizesiz seyahat …vs.
1968'lerde bizim için hayal idi bu, ama, 2000'lere varmadan gerçekleşti..
Ve amma, oldu ve 2000'li yılların başında Euro isimli tek para sistemine geçildi ve devletler kendi varlıklarını iç siyasetlerinde koruyorlar, ama, dış siyasette, savunmada, birlikte hareket ediyorlar.
*
Bütün bunları niye hatırlatıyoruz?
'Müslüman dünya' böyle bir birliği niye düşünemiyor?..
(Devam edeceğiz, inşallah.)
Selahaddin Eş Çakırgil
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- ‘Kutlu Feth’in 570. yıl dönümü sabahı (27.05.2023)
- ‘İbrahîm veya Nemrud tarafında olmak’ seçimi! (10.05.2023)
- ‘Seçim’, depremin ağır tahribâtını giderecek bir iradeye yol açmalı; yeni sosyal depremlere değil.. (18.04.2023)
- ‘Depremler var, depremlerden içeruu…’ (06.03.2023)
- ‘Bir dokun, bin ‘Âhh…’ dinle; ‘Kâse-i fağfûr’dan.. (26.01.2023)
- ‘Cumhuriyet’ Cumhuriyet miydi?.. (20.12.2022)
- Tarih, sadece dün değil, bugün ve yarındır da... (12.12.2022)
- Asıl niyet gizlenerek gerçekleştirilen entrikalar (04.12.2022)