Bu sohbetimizde geliniz, son zamanlarda sosyo-politik kamuoyunda üzerinde çokça konuşulan-tartışılan bazı meselelere, günlük tartışmalara fazla dalmadan, bir başka açıdan, bir-kaç fırça atalım…
14 Mayıs 1950'den, 14 Mayıs 2023'e, uzanan bir çizgi...
Başkan Erdoğan'ın yaptığı açıklamaya göre, seçimin 18 Haziran'da değil, 14 Mayıs'ta yapılacağı neredeyse kesinleşmiş gibi...
21 Aralık 2022 günü, yani bu son açıklamadan 1 ay kadar önce Star'da yazdığım yazının başlığının, 'Seçim tarihi' olarak, 14 Mayıs 1950'nin 73. yıl dönümü belirlenir mi?' şeklinde olduğunu hatırlayanlar, 'O bir ön bilgiye mi dayanıyordu, yoksa bir önseziye mi?' diye sordular. Ne ön bilgi, ne de önsezi… Sadece, 18 Haziran'da pek çok seçmen vatandaşın, mevsim şartları açısından seçimin erkene alınması bir hatırlatma ve de 14 Mayıs'ın da 1950'nin 73. yıl dönümü olması açısından bir temenniden ibaretti. Bunun için de, 'Bu konuda en müsaid tarih olarak 14 Mayıs'ın açıklanması gerekir, derim. Çünkü, 14 Mayıs 1950 tarihi, 27 yıllık diktatörlüğe, kısmen de olsa son verilen bir 'millet darbesi'nin 73. yıl dönümüdür.
Milletimizin, etkileri hâlâ da devam eden 1950 öncesindeki Şeflik dönemlerinde neler çektiğinin ve sonraları karşılaşılan bütün askerî darbelerin de 1950 öncesindeki tahakküme duyulan hasretle sahnelendiğinin unutulmaması açısından iyi bir vesile olabilir' notunu koymuştum.
*
Evet, o yazının başlığının gerekçeleri hatırlatılarak, şöyle söylenmişti: 'Normal olarak, Haziran-2023 ortasında yapılması gereken Başkanlık ve milletvekilliği 'seçimleri'nin tarihi etrafında birtakım görüşler belirtiliyor.
Tayyib Bey'in açıkladığı bu seçim tarihi, üç çeyrek yüzyıllık geçmiş siyasî hâfızâmızın yenilenmesi açısından da önemli... Çünkü, 14 Mayıs 1950'de Adnan Menderes'in 'Yeter artık.. Söz Milletin!..' şiarıyla, / sloganıyla meydana çıktığı ve CHP'nin 27 yıllık Tek Parti döneminin öyle sona erdirildiği bir tarihtir.
*
Bu vesileyle ekleyeyim ki, geçen hafta, Sâdık Albayrak ve İstanbul miiletvekili Hasan Turan dostlarımızla, -Sâdık Bey'in yazıhanesinde- derin bir tarih sohbetine daldığımızda Sâdık Bey, Ocak-1951 tarihli Sebilürreşad dergisini çıkardı. Söz konusu derginin kapağından bir paragrafı aktarmak, Adnan Menderes'in niçin idam olunduğunu izaha yeter… Şöyle deniliyordu o derginin kapağında:
'Müslümanız, Müslüman kalacağız…' İnkilâp bezirgânlarının yaygaralarına rağmen…
Başbakan Adnan Menderes diyor ki;
(--Şimdiye kadar baskı altında olan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermiyerek Ezan-ı Muhammedî'yi arabçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini Kabul ettik. Radyoda Kur'an okuttuk. Türkiye devleti müslümandır, ve müslüman kalacaktır. Müslümanlığın icabları yerine getirilecektir.)
Başbakan bu sözleri İzmir Demokrat Parti Kongresinde söylemiştir. 27 senedir hiç bir hükûmet reisi müslümanlık hakkında bu kadar yüksek bir sevgi ve alaka göstermemiştir. Bu, ilâhî bir mazhariyettir..(…)'
*
Bu konuyla ilgili olarak tekrar hatırlatalım ki, 15 Temmuz 2016'daki Darbe teşebbüsü Hıyaneti'nden sonra Meclis'de oluşturulan 'Darbeleri Araştırma Komisyonu'na davet olunan eski Genelkurmay Başkanları'ndan İ. H. Karadayı'ya, Adnan Menderes'in idâmıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 Darbesi'nin 'meşruiyyeti konusundaki kanaati sorulduğunda, 'Sadece Ezan'ın arabca olarak okutturulması bile, o Darbe'nin meşruiyyeti için yeterli sebeptir..' demiştir.
Ve, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 Askerî Müdahaleleri'nden sonra müslüman halkın ne büyük acılar yaşadığının ve amma, müslüman halkın da seçimlerde kullandığı oylarla o oyunları nasıl bozduğunun ve 27 Nian 2007'deki Askerî muhtıra ve 15 Temmuz Darbe Hıyaneti'ne, ilk kez ve yiğitçe direnen bir Erdoğan'ın tavrının hatırlanması ve unutulmaması açısından, bu örnek üzerinde de daha bir düşünmek gerekir.
*
Bazıları, ekranlardaki tartışmalarda illâ da kafa bulandırmak istercesine, 'Şimdi de milletin, 20 yıllık AK Parti yönetimine aynı şekilde, yeter artık!' diyebileceği gibi abes benzetmelerde bulunmaya çalıştılar. Bunu söyleyenlerin, 1923-1950 arası 27 yıllık ve asla millet iradesinin sözkonusu olmadığı tek parti diktatoryası ile AP Parti'nin 20 yıllık ve defalarca millet iradesiyle seçilen iktidar dönemini aynı imiş gibi göstermeye kalkışmaları tam bir siyasî hokkabazlık olsa gerek.
*
Anlaşılıyor ki seçim yaklaşırken, sadece yersiz- zamansız değil, yalan olduğu da anlaşılan bazı tartışmalara, yenileri de eklenece. Bu ülkenin ve milletin dünya çapında gurur kaynağı olan ve dünyadaki askerî güç dengelerini bile alt-üst eden İHA, SİHA ve benzeri diğer yüksek teknoloji ürünü icadları ortaya koyan bir araştırma şirketini, Devlet desteği alarak büyüdüğü suçlamasıyla lekelemeye çalışan 15 yıllık bir eski bakan ve yeni bir parti lideri, aldığı tepkilerden sonra, her ne kadar 'sözüm çarpıtıldı' diyorsa da, kendi beyanındaki mantık çarpıklığını, yalan ve yanlışlığını kabul edip özür dilemek yerine, suçu başkalarına atmaya çalıştı. (Kaldı ki, öylesine büyük buluşlar için, Devlet, destek vermiş olsaydı da, yanlış olmazdı. Ama, Bayraktar'ların babası merhûm Özdemir Bayraktar'ın, kendisine yapılan Devlet desteği tekliflerine hiç yaklaşmadığı, bizzat Tayyib Bey tarafından açıklandı. Ayrıca, Selçuk Bayraktar'ın Tayyib Bey'e dâmad olması, 2016'da gerçekleşmiştir ve Bayraktar'ların şirketi BAYKAR'ın ise, 35-40 yıllık bir geçmişi var.)
Bunlar devam ederken, hele de yıllar boyu Tayyib Bey'e başdanışmanlık, Dışişleri Bakanlığı ve sonunda da Başbakanlık yapan bir diğeri, son olarak yayınladığı bir videoda, akıl ötesi ve ancak kendisini küçük düşüren yeni iddialara yer vermiş bulunuyor. Ve 'Ben belgeli konuşurum..' diye bir takım iddialarda bulunuyor. Şimdi böyle konuşan kişi, AK Parti'nin Genel Başkanlığı'ndan ayrılırken, 'Benden, Cumhurbaşkanımız aleyhine tek bir kelime bile duyarsanız, yüzüme tükürün!..' diyen kişiydi.
Bugün karşılaşılan tablo bize gösteriyor ki, bu gibi kişiler, on yılı aşkın bir zaman boyunca bulundukları makamlarda güven telkın eden, gerçek yüzlerini ve kimliklerini gizleyen kimselermiş meğer. Bu gibi tipler her zaman olmuştur. Hele de, siyaset ve sosyal sahnede çok gözükülen benzeri mesleklerde, gücü ele geçirmek ve güçlü görünmek, iddialı olmak açısından, bu tipler ne ilktir, ne de son olacaktır.
*
Bu arada Amerikan emperyalizminin BM'de yıllarca baştemsilciliğini yapan ve sonunda da Trump'ın zamanında da Ulusal Güvenlik Başdanışmanı olan John Bolton, Tayyib Erdoğan'a beslediği düşmanlığını tekrarladı ve Türkiye'deki seçimlerde Tayyib Erdoğan'ın safdışı edilmesi için muhalefetin desteklenmesi gerektiğini hatırlattı.
Hatırlanacağı üzere, 15 Temmuz 2016'daki Darbe İhaneti sırasında medya organları, BM'deki USA Baştemsilcisi olan bu kişiye, John Bolton'a Türkiye'deki askerî durumla ilgili olarak sorduklarında 'Evet... Türkiye'de bir askerî hareket olduğunu biliyoruz. Eğer askerler galib gelirse, laiklik güçlenir. Ama, Erdoğan kazanırsa, laiklik zayıflar. Erdoğan iktidardan düşerse, onun için gözyaşı dökmem. Çünkü, o, Amerika'nın düşmanıdır.' demişti.
*
Bunlardan iki isme bilhassa değinmek istiyorum. Temel Karamollaoğlu ve Ahmed Davudoğlu. Kendileriyle 'aynı değerler çeşmesinden su içtiğimizi' düşündüğümüz kimselerin bu noktalara sürüklenmesi içimizi acıtır. Bizim açımızdan ise, kandıranlardan olmaktansa, kandırılan duruma gelmek yeğdir.
Şahsen, bu iki ismin eskiden içinde bulundukları büyük sosyal kesimi aldattıklarını, gerçek yüzlerini maskeleyip o büyük kitleleri kandırdıklarını düşünmüyorum.
Geriye kalıyor, ya bizim siyasî gelişmeleri okumak zaafımız olduğu iddiası; ya da, o isimlerin bu zamana kadarki aslî kimliklerinden sapmalara uğradıkları sözkonusudur. İhtimal ki, bu ikinci şıkkın gerçekleştiği durumuyla karşı karşıyayız. Yazık ki, bu gibi arkadaşların gözlerini ihtiraslar bu kadar bürümüş, kör etmiş.
*
10-11 Ocak akşamı, HT ekranlarında Davudoğlu'yla yapılan bir mülâkatın son kısmına yetişebildim.
Davudoğlu, son günlerde, '6'lı Masa' adına diyerek ortaya attığı ve kendilerinin seçtireceklerini düşündüklerini ileri sürerek, aday gösterecekleri C. Başkanı'nın seçilmesi durumunda o kişinin önemli ve stratejik konularda alacağı kararlarda, Cumhurbaşkanı'nın imzasıyla, '6'lı Masa'daki liderlerin imzalarının da aynı yetki ve yaptırım gücü olacağını söylediğinden beri daha bir gündemde.
Çünkü, bir ucûbe Devlet Başkanı heykeli yontmaya çalışıyor.
Davudoğlu, o sözlerine, ki '6'lı Masa'dan itiraz gelmediğini söylüyor ve yeni açıklamalarını sürdürüyordu. Buna göre, '6'lı Masa'daki Parti liderleri, adayları Cumhurbaşkanı seçilirse, Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak vazife alacaklarmış.. Her Parti'ye bir Bakanlık verileceğini ve diğer bakanlıklar da '6'lı Masa' partilerinin oylarına göre taksim edilecekmiş.
Yani, bu durumda, Davudoğlu, en azından kendisi Cumhurbaşkanı Yardımcısı olacak, 1 Bakanlık da elde edecek. 'Kılıç kana değince, kırılmadıkça yeni kan ister..' derler ya... İktidar da öyle galiba... Davudoğlu, şimdi, 'ülkeyi enkazdan kurtarmak için yola çıktıklarını' söylüyor.
*
1961-65 , 1973-80 ve de 1989-2002 arasındaki '2'li- 3'lü- 4'lü koalisyonlar dönemlerinin ülkeye neye mal olduğunu bilenler, Davudoğlu'nun, sırf iktidarın bir kenarından tutunabilmek uğruna ciddî ciddî dile getirdiği bu tekliflerini hayretler içinde seyrediyorum.
1960'lardan beri yaşanan bütün iç siyasî sahneleri gözlemlemeye, anlamaya çalışmış birisi olarak da, asıl onların söylediklerinin, ülkeye korkunç bir enkaz getireceğini belirtmekten kendimi alamıyorum.
Hattâ, kendisi bile, 'seçtirdikleri C. Başkanı, '6'lı Masa' liderlerinden oluşacak Yardımcılarıyla zıdlaşırsa, Meclis desteğini kaybedeceğinden, kriz çıkar ve seçimin yenilenmesi durumu ortaya çıkar..' diyor.
Karamollaoğlu ise, '6'lı Masa' liderlerinin, 'Cumhurbaşkanlığı Üst Konseyi' oluşturacaklarını söylüyor.
Örneğine dünya siyasî düzenlerinde pek rastlanmayacak bu 'ucûbe'nin yıkılması kaçınılmaz ve altında ezilecek olanın da, yine ülke ve millet olacağı açıktır.
*
Hedefim, şu veya bu kişi veya parti, grupların kazanması değil; -elbette herşey güllük-gülistanlık demeden- hele de son 20 yılda müslüman halkın, 40-50 yıl öncelerde, hayal bile etmesi zor olan nice engelleri aşmış, inandıkları değerler açısından nice kazanımlar elde etmişken, bir tökezleme ile elden çıkacağı ihtimaline işaret etmektir. 'Eğer, bu '6'lı Masa' oyuncularının hedefleri gerçekleşirse, bütün kazanımlar, KK Bey ve Meral Hanım'ın -iman derecesinde- bağlısı oldukları resmî ideoloji'nin azgınlığının geri döneceği açık olacağından, yazık!.' derim.
*
Ve, 2023'de, dünyadaki en önemli 3 seçim
Milâdî-2023'de dünya üç önemli seçimden söz edilmektedir. Üçü de bütün dünya Müslümanlarını ilgilendiriyor.
220 milyon nüfuslu Pakistan'da, geçen sene iktidardan düşürülen İmran Khan ile, şimdiki Pakistan Başbakanı Şahbâz Şerif arasında geçecek olan seçim, elbette çok önemlidir.
Kezâ, 225 milyonu aşan nüfusuyla Afrika'nın en büyük ülkesi ve halkının yüzde 75 kadarının Müslüman olduğu Orta-Batı Afrika'daki petrol zengini Nijerya'da da, seçimler çok önemli elbette.
Gelecek ay, Başkanlık süresi sona erecek olan Muhammed Buharî'nin yerine yeni bir cumhurbaşkanı için oy kullanacak Nijeryalıların seçebileceği 18 yarışmacıdan 3 aday daha iddialı durumdalar. Ancak, bunların da narkotik ticareti, kara para aklama ve küresel vergi kaçakçılığı ile suçlanmaları tartışmaları daha bir derinleştiriyor. Hiçbiri şimdiye kadar suçlanmadı, bu da onların göreve aday olmalarını engelliyor, ancak yüksek profilli iddialar adaylıkları hakkında soru işaretleri uyandırdı. Yani seçimin, 'kötüler arasında yapılacağı' genel bir kabul halinde değerlendiriliyor.
En önde gözüken üç aday, iktidardaki 'İlericiler Kongresi'nden Bola Ahmed Tinubu, Halkın Demokratik Partisi'nden Atiku Abubakar ve İşçi Partisi'nden Peter Obi.
Elbette her üçü de servetlerini meşru' şekilde kazandıklarını söylüyorlar ve seçim sonuçları, Afrika'nın tamamında az veya çok etkiler metdana getirecektir.
*
Ama, açıktır ki, 2023'deki 3 önemli seçimin en önemlisi, Türkiye'deki Başkanlık seçimi olacaktır. Bu, sadece Tayyib Erdoğan'a destek verişimizden değil, bu ülkenin jeo-politik ve jeo-stratejik özelliklerinden ve onun da ötesinde, takib ettiği siyasetle, Erdoğan'ın, 20 yıl boyunca başta müslüman halklar olmak üzere; müslüman olmasalar da, mustazâf/ zayıf bırakılmış, yoksul halkların nezdinde de sevilen, itibar gören bir dünya lideri konumunda olmasından dolayıdır.
*
''Fenâ fî-l'……..'
Şeyh Said'in torunlarından ve Müslüman kürd halkının mütefekkir ve ârif bir seçkin neferi olan rahmetli Abdulmelik Fırat ağabey; bir gün 3. Cumhurbaşkanı, Celâl Bayar'ı, (Hani, 'Ey… (…filan), seni sevmek ibadettir..' şeklindeki sözüyle meşhur olan kişiyi) 103 yaşında olduğu, yani ölümünden 1 sene kadar önce, ziyarete gittiğini anlatmıştı.
C. Bayar'ın neredeyse her cümlesinde, devamlı Atatürk deyip durduğunu görünce, Abdulmelik ağabey, 'Beyefendi, siz 'fenâ fî'l-Atatürk olmuşsunuz..' deyince; Bayar, o sırada orada bulunan ünlü bir kadın gazeteciye dönüp, '(N.) kızım; iltifat mı ediyor, intikad mı? (eleştiri mi?) diye sorar.
Bilindiği üzere, bu 'fenâ fî-l'…' diye başlayan terkib, tasavvuftaki 'fenâ fi'llah' (Allah inancının, aşkının potasında erimek) ıstılahından gelir. Devlet Bahçeli de geçen günkü konuşmasında bu terimi, kendi partilileri ve ideolojik tarafdarları için kullanıyor, 'onların, 'fenâ fî'l-millet ve fenâ fî'd-devlet' olduklarını' söylüyordu.
*
Seçim 'sath-ı mail'indeyiz ya, tartışmalar daha bir ateşli yapılıyor, ekranlarda...
Sosyolog H. Cevizoğlu geçen hafta, bir tv. programında, İsmet Paşa'yı elinde olsa neredeyse 'dâr'a çekecek gibi bir şiddette öylesine eleştiriyordu ki, 'İsmet Paşa' bile savunulacak duruma geldi.
'Ölen kişi nasıl çekilir dârağacına?' demeyiniz...
İtalya diktatörü Mussolini ve hanımı Clara öldürüldükten sonra, cesedleri Milano'da, elektrik direklerine asılarak teşhir edilmişlerdi, 1945'de... Adolf Hitler ve hanımı Eva da, intihar ettikten sonra, cesedlerinin yakılmasını istemişler ve düşmanları eline ölü bedenlerinin geçmesini engellemişlerdi.
Bizde de, 1920'lerde M. Kemal Paşa'nın Özel Muhafız Birliği Komutanı Topal Osman Ağa ya da Bey, İlk Meclis'in en ateşli tiplerinden ve M. Kemal Paşa'ya da zaman zaman muhalefet sesini yükselten Ali Şükrî Bey'in 'bir oyuna getirilip öldürülmesi'nin faili olarak gösterilince... Topal Osman, bu suçlamayı kimin yaptırdığını düşünerek, Çankaya'yı basmak istemiş, Çankaya Köşkü yakınında -halâ da, 'Papazın Bağı' olarak anılan bir yerde- çıkan bir çatışmada öldürülmüş ve sonra, ölü bedeni, Ankara-Ulus Meydanı'nda bir dârağacı'nda da günlerce sallandırılmıştı. (Hatırlayalım, Lâle Çalışlar, Topal Osman konusunu da anlattığı kitabında, M. Kemal'in, Topal Osman Ağa'nın saldırısından kurtarılmak için, Köşk'ten çarşafa bürünerek kaçırıldığı iddiasına da yer verince, bunun 5816 sayılı mâlûm ve çok özel bir koruma kanununa muhalefet sayılıp dâva açılması ve ama, yargılama sonunda beraet ettiğini hatırlamakta fayda var.
*
Biz yine dönelim, 'sosyoloji doç.' olan gazetecinin sözlerine... Bu isim, İsmet Paşa'yı, '10 Kasım 1938'de ölen M. Kemal'in yerine, hemen ertesi gün, 11 Kasım günü Meclis'te kendisini hangi yollarla seçtirdiği ve darbelere verdiği destekler açıklansa yer yerinden oynar. 'İnönü gölgede kalmasın' diye, adamcağıza, 15 yıl mezar bile yapmadılar; 'Unutulsun' diye, 15 yıl boyunca Etnografya Müzesi'nin bir köşesine bir eşya gibi terk edildi..' diye suçluyordu.. (Elbette, onun iddiasının aksine, İnönü'nün hemen ve nasıl seçildiğinin bilinmedik bir tarafı yoktu. Çünkü, Ankara'da, yeni rejimin ordusunun 'Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi' sıfatıyla sürekli başında olan ve Mustafa Kemal'in bütün icraatının/ yaptıklarının bekçiliğini yapan Mareşal Fevzi Çakmak, 'Ordu'nun isteğinin İsmet Paşa olduğunu' söylemiş ve ona göre hareket edilmişti. M. Kemal tarafından azledildiği 1937 ortalarından beri, hiç kimse İsmet Paşa'ya selâm bile veremez olmuştu. Seçilince ise, bütün resmî sıfatlı kişiler, bütün kamu kurumlarındaki çalışanlar, öncekine 'Ebedî Şef' dedikleri gibi, yeni efendilerine de, 'Millî Şef' unvanını verip bağlılıklarını hemen bildirmekte ve itaatte kusur etmemişlerdi.
Ama, M. Kemâl'in, tarih'te şu veya bu şekilde ülkesine etkisi olmuş ve büyük isim yapmış kimseler gibi, tabiî bir şekilde, büyütülmeden, 'ikon'laştırılmadan anılmasının yolu açılmıştı. 10 Kasım 1942'de, M. Kemal'in Etnografya Müzesi'ndeki kabri başında , onu anmak için gelenlerin 8-10 kişiden fazla olmadığına dair bir yazı okumuştum, merhûm Necîb Fâzıl'dan..
Ve, İsmet Paşa, doğrusu, işin doğru olanının yapmış ve kendisi iktidara gelince -dünyadaki uygulama örneklerinde de görüldüğü üzere-, devlet dairelerinde, paralarda- pullarda, her yerde, kendi resim ve fotoğraflarını astırmıştı. Keşke, o yöntem, her gelen devlet başkanı için takib olunan bir gelenek haline gelseydi... Bugün, Kuzey Kore ve bizden gayri hiçbir ülkede, bir 'kanun mecburiyet' haline gereği, benzeri bir dayatma yoktur; hattâ Çin'de bile, Mao'nun resmini, isterse taşır veya dairesine veya iş yerine takar.
*
Ancak, sosyolog gazetecimiz ise, Atatürk ismini o kadar çok kullanıyordu ki, merhûm Abdulmelik Ağabey'in Celâl Bayar 'a yaptığı 'fenâ fî'l-Atatürk' sözünü kendisi için de isbatlamak ister gibiydi. Ki, o, geçen sene de, yine bir tv. kanalındaki programda, her zaman yaptığı gibi yine M. Kemal'den delil ve çözümler sunarken; bununla yetinmemiş ve o tartışma programındaki bir muhatabına, 'N'olur, bir defacık da siz, Atatürk'ten bir söz aktarınız.. Bakınız ben, istesem, âyet ve hadisler de okuyabilirim..' diye bir hatırlatmada bulunmuştu. Bu kadar kullanıldığını görseydi, o müteveffâ kişi, kendisiyle böylesine 'bütünleşmiş' durumda olan 'mürid'leri için, ne derdi sahi?
*
Ama, ilgi çekici bir söz de, gazeteci İ. Özçelik tarafından, 15/16 Ocak gecesi, CNN Türk'deki bir tartışma programında ifade olundu. Şöyle ki, '6'lı Masa'nın ortak bildirisindeki 'Cumhuriyet'in 100'üncü, demokrasinin 75 yılında..' ifadesine, KK. Bey'in de imza atmış olması hasebiyle, 'böylece, CHP'nin 1923-1950 arası tek parti dönemi'ni demokrasisiz bir dönem olduğunu ifade ettiğini, 'Atatürk dönemini demokrasi dönemi olarak saymadığını' iddia etmez mi?
Tövbe –tövbe!. Halbuki, o dönem ne kadar 'demokratik idi, değil mi?
*
O dönem, o kadar demokratik idi ki, toplum, 'demokrasi sarhoşu' olup ne yapacağını bilemiyordu belki de.. Ben o arkadaşa, hattâ tek kurşun'un bile sıkılmadığı 'İzmir Suikasdi' iddiasıyla, o dönemin çok seçkin paşalarından ve diğer önde gelen muhaliflerin, 'Kel Ali (Çetinkaya) başkanlığındaki İstiklâl Mahkemesi'nde hangi usûllerle yargılandığını ve geçmişte M. Kemal'in yanında yer almış nice ünlü isimlerden 15-20' tanesinin nasıl dâr'a çekildiğini okumasını, üstelik de kemalist bir isim olan Uğur Mumcu'nun yayınladığı bir kitapçığından okumasını öneririm. Ki, Karabekir Paşa, Rauf Bey ve nice paşalar konusunda, M. Kemal'in, kendisine, ' O paşaları senin hâtırına idâm ettirmedim..' dediğini, o yargılamalarda sanık olan çocukluk arkadaşı Ali Fuad (Cebesoy) Paşa anlatır hâtıratında.
Öyle bir dönem, nasıl 'demokratik' sayılmaz?
*
İngiliz Prensi için gaayet tabiî bir barbarlık!
Geçmiş aylarda Kraliçe Elizabeth'in 96 yaşında ölmesiyle, nihayet 73 yaşında Britanya Kralı olabilen 'III. Charles ve 25 sene öncelerde ölen ünlü ….Prenses Diana'nın oğlu olması hasebiyle, Prens diye anılan 38 yaşındaki Harry, İngiliz Kraliyet Ailesi' içindeki bazı sıfat ve konumlarından ayrılıp B. Amerika'ya yerleşse de, İngiltere ve Anglo-Sakson dünyasının ilgisini çekiyordu. Ama, bu günlerde yayınlanan hâtıraları, sadece o çevreleri, bütün dünyayı ve özellikle biz Müslümanları da yakından ilgilendiriyor. Çünkü, bu kişi, Afganistan'a gittiğinde, orada Müslüman savaşçılardan '25'ini öldürdüğünü ve bu rakamın çok düşük olmasından rahatsızlık duyduğunu ve onları insan olarak kabul etmediğini' söyleyecek kadar, azgın bir Müslüman, İslâm ve hattâ 'insan' düşmanı olduğunu ortaya koydu.
TBMM Başkanı Mustafa Şentop Hoca'nın, bu alçak kişinin insanlık anlayışı karşısında dehşete düşüp, onu protesto etmesi, bu açıdan da alkışlanacak bir tavırdır. Şentop Hoca, '20. yüzyıl insanlık tarihinin en kanlı yüz yılı olmuştur. Dünya'da en çok insan öldürenler Avrupalılardır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yapmışlardır. Birinci Dünya Savaşı'nda 20 milyonun üzerinde insan öldürmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı'nda asgarî söylemlere göre, 75 ilâ 100 milyondan fazla insan öldürmüşlerdir. Avrupalı ve beyaz insanın kendi dışındaki insanları ötekileştiren, dünyanın bütün imkânlarını sömüren; dünya'da adalet, refah dendiği zaman sadece kendisini düşünen bakış açılarından bütün dünya rahatsız..
…Sen, Avrupalı beyaz çocuk, sen kimsin ki, karşındakilerden kimin insan olup olmadığına karar veriyorsun? Sen Afganistan'da ne arıyordun?' diyordu.
Sahi, İngiltere Prensi Harry, ne arıyordu, Afganistan'da?
Avrupalı beyaz insanların, yabanî hayvanları sırf zevk almak için öldürmek üzere Afrika'ya tertib ettikleri 'Safari' denilen gezilerinden daha orijinal olanını, Prens Harry de, Afganistan'da keşfetmeye çalışmış olmalı. Ve bir de, öldürdüğü insanların 25 gibi bir rakam ifade edip, az oluşundan yakındığına göre, tam bir 'serî kaatil' hâlet-i rûhiyesiyle hareket etmiş!
Yani, bir potansiyel soykırımcı.
Bu gibiler, ellerindeki nükleer ve diğer en gelişmiş silâhlarla, başta Müslümanlar olmak üzere, kendilerine karşı çıkan herkesi, insan olarak görmeyip, öldürmek hakkını kendilerinde göreceklerdir.
*
Prens Harry, 2021'de yaptığı açıklamada, "Bunu, doğuştan prens olarak değil, dönüştüğüm adam olarak yazıyorum". "Hayatımın doğru, tamamen doğru bir açıklaması" diyordu, bu hâtıraları için... Bunu gizleyebilirdi de... Ve bu çağdaş ırkçı ve barbarlık, sadece Prens Harry tarafından yapılıyor değil.
Emperyalist dünyadan sadece şu son 100 yıldaki Churcill'leri, Hitler'leri, Stalin'leri, Truman'ları ve nice benzerlerini saymaya da gerek yok. Harry'nin ağabeyi ve Kral Charles'dan sonrası için Geleceğin Kralı olarak ilân edilen 40 yaşındaki Veliahd William da, henüz 10 ay önce, Rusya- Ukrayna Savaşı'nın kabul edilemezliğini söylerken, 'Bu görüntüler, Avrupa'ya yakışmıyor.. Bu sahneler, Asya, Afrika ve Orta Doğu'da normal karşılanabilir, ama, bizim dünyamızda, hayır!' dememiş miydi?
*
'Nükleer bir felâket'e doğru mu gidiyor?
Evet, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı, ilk yılını tamamlamaya yaklaşmışken, gelecek hakkında kimse kesin bir görüş belirtemiyor ve belirtemez de... Ama, Rusya'nın büyük ve maddî güçlerine güvenerek ve geçmiş asırlardaki 'Büyük Rusya sınırları'nın hayaliyle, 'Rusya'nın sınırları tarihten ayrı düşünülemez..' diyerek hem Çarlık, hem de komünist imparatorluk döneminin Rusyası'nı hatırlatan ve kısa bir savaş sonunda kazanacağını uman Putin'e, ilk aylarda 'Kazanamayacaksın!.' diyen kapitalist Batı Cebhesi, şimdi ise, söylemini biraz daha sertleştirip, 'Kaybedeceksin!.' diyor.
Açıktır ki, 'Kazanacağız!' veya 'Kaybedeceksiniz!.' söylemleri, bütün askerî savaşların psikolojik harekât taktikleridir. Ancak, saldırgan tarafın daha şimdiden bu savaşın yenik tarafı olduğu söylenebilir. Çünkü, hesaplarını kısa sürede ve kesin zafer kazanacağı üzerine saldırmıştı ve umduğu bu netice gerçekleşmedikçe, bütün hesapları alt-üst oluyor.
19 Ocak günü, Rusya'nın eski Başbakanı ve halihazırda da Rusya Güvenlik Konseyi Başk. Yard. olan Dimitri Medvedev'in, 'Rusya'nın konvansiyonel bir savaşta yenilmesinin bir nükleer savaşı tetikleyebileceğine ve 'Rusya kendisini korumak için, gerektiğinde NATO ve AB ülkelerine karşı nükleer silâhlar kullanmaktan kaçınmayacağı'na dair 'gözdağı' vermesi veya tehditler savurması; onun ardından da dün, Rusya Devlet Duması (Rus Parlamentosunun Alt Meclisi) Başkanı Vyacheslav Volodin'in, 'NATO ülkelerini nükleer silâhlarla ve onları yok edecek bir felâketle' tehdidi, aslında Rusya'nın içerdeki dengelerinin, plan ve hesaplarının alt-üst olduğunun, 'evdeki hesabın çarşıya uymadığı'nın zımnî bir itirafı mahiyetindedir.
Vyacheslav Volodin, 'Telegram'da yayınlanan bu tehdidinde, 'NATO ve AB ülkelerinin Kiev rejimini saldırı silâhlarıyla donatmak global bir felâkete yol açacaktır.
Washington ve NATO ülkeleri Ukrayna'ya, Rusya şehirlerine saldırması için kullanacağı silâhlar sağlarsa ve topraklarımızı ele geçirmeye çalışırsa, daha güçlü silâhlarla misillemede bulunuruz. Rus silâhlarının teknolojik üstünlüğü göz önüne alındığında, bu tür kararları alan yabancı politikacıların bu yardımlarının ülkelerini yok edecek küresel bir trajediyle sonuçlanabileceğini anlamaları gerekiyor.
Onların, 'nükleer güçlerin daha önce mahallî çatışmalarda kitle imha silâhları kullanmadığı'nı söyleyerek bundan sonra da kullanılmaması gerektiğini iddia etmeleri savunulamaz. Çünkü bu devletler, vatandaşlarının can güvenliğinin ve ülkelerinin toprak bütünlüğünün tehdit edildiği bir durumla karşı karşıya kalmamıştır' şeklindeki sözleri, evet, çok sıradan ve basit bir tehdit olmayıp, Rusya'nın nasıl bir 'çıkmaz'a saplandığını göstermektedir. Açıktır ki, açıklamalar ve tehditler, Putin'in bilgisi dışında yapılamaz.
*
'Batı Cebhesi'nin, gerçekte Rusya karşısında kendi geleceğini garantiye almak için Ukrayna'yı bir 'Vekâlet Savaşı'na sürüklediği de ortada.. Ama, Ukrayna halkı, en azından şimdilik, kendi vatanlarını savundukları inancıyla, 'Vekâlet Savaşı' verdikleri şeklindeki iddiaların utancına şimdilik kulak tıkıyor ve B. Amerika ile AB ülkelerinden kendisine yapılan yardımları memnuniyetle karşılıyor. (Biz de Birinci Dünya Savaşı'nda İngiltere İmparatorluğu'nun öncülüğündeki cebheye yenik düşünce, o günlerde kapitalist emperyalizme karşı direnmek fikriyle yeni yeni filizlenmekte olan Sovyet Rusya'dan askerî ve malî yardımlar almıyor muyduk? Bu konuda, İstanbul'da Taksim Meydanı'ndaki âbidede de M. Kemal ve İsmet Paşa'ların hemen ardındaki üç 'Bolşevik' yetkililerin General Frunze ile Voroşilof ve Sovyetler'in Ankara elçisi Arolov olduğunu hatırlamak bile yeter.)
*
Ama, ilginç olan şu ki, Amerika, İngiltere ve hattâ son zamanlarda Fransa, Ukrayna'ya daha fazla askerî ve malî yardım yapılması konusunda görüş birliğine varmış gibi gözüküyorlar.
Ancak Almanya, bu konuda tereddütler içinde. Çünkü, 75-80 sene öncelerdeki 2. Dünya Savaşı'nda Batı ülkeleri kadar ve hattâ onlardan daha ağır bir şekilde, Almanya'nın, Sovyet Rusya tarafından çiğnenmiş ve bölünmüş olduğunu unutmuyor. Bu yüzden de, Ukrayna, Almanya'dan ünlü ve de Rusya güçlerinin işini çok güçleştireceğine inanılan Panzer ve Leopar gibi tanklarını isteyip, bu istek yolunda Amerika ve İngiltere de Almanya'ya baskı yaparken; Almanya, bu silâhları vermelerinin, bütün Avrupa'yı, önceden hazırlığı yapılmamış bir Rusya Savaşı'na sürükleyebileceği endişesini dile getiriyor ve sözkonusu Panzer ve Leopar tanklarının ancak, NATO'nun kararı sonunda verilebileceğini belirtiyor. Ancak, NATO'nun böyle bir karar alabilmesi de o kadar kolay gözükmüyor.
*
Öte yandan, İran lideri S. Ali Khameneî başlangıçta, Ukrayna'ya karşı, Rusya'nın yanında açıkça yer almış ve Amerika ve AB ülkeleri tarafından, İran, Ukrayna'ya İHA'lar ve füzeler vermekle suçlanır iken; geçen hafta Türkiye'ye yaptığı resmî ziyaret sonrasında İran Dışbakanı Emir Huseyn Abdullahîyan'ın, tıpkı Türkiye gibi, 'Ukrayna'ya aid Kırım ve Donbas mıntıkalarının Rusya'ya aidiyetini kabul etmediklerini' açıklaması, Rusya diplomasisine bir diğer itiraz şeklinde değerlendirilmektedir.
*
Kısaca, Ukrayna Savaşı, giderek, daha bir çetrefilli duruma doğru yol alıyor.
*
Ukrayna Savaşı, '2. Dünya Savaşı'ndan sonraki 'ilk büyük savaş' mı?
İngiltere Kraliyet Deniz Kuvvetleri'nin başındaki isim Amiral Sir Tony Radakin, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırmasının henüz ilk ayı dolmaktayken, İng. yayın kuruluşu BBC'ye konuşurken 'Rusya acı çekiyor. On gün öncesine göre daha az güçlü. Rus kuvvetlerinin önde gelen unsurlarından bazıları, Ukrayna'nın karşılık vermesiyle büyük ölçüde yok edildi. Rusya, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana bu ölçekte askerî faaliyet göstermedi..' demiş imiş.. Onun videosunu geçenlerde tekrar dinledim.
Tamam, ama, Afganistan'ı işitmemiş gibiydi Sir ekselansları.
Haydi, 1956-Macar Başkaldırışı'nı ve Başbakan İmre Nagi'nin iktidardan indirildikten sonra Sibirya'ya götürülüp orada öldürülüşünü, 1968-Çek Baharı'nı, 1980'lerdeki Polonya 'Solidarite'sinin âkıbetlerini de saymayalım.. Rusya'nın, Suriye'de neler yaptığından da mı haberi yokmuş?
Bosna Trajedisi'nde de o günlerdeki Sırbistan yöneticilerini o korkunç 'jenosid'i /soykırımı yüreklendirenlerin başında Rusya'nın bulunduğunu da mı duymamıştınız? Ya, Kafkaslar'da, Çeçenistan'da yaptıkları?
Evet, bu gibi daha nice, 'Made in Russia' damgalı kanlı entrikaların herbirisi de 'kraliçenin adamı' olan işbu Sir Amiral için hiç önemi değildi.
Çünkü, bunlar onların dininden, ırkından, soyundan değil.. Beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı değil.
*
Ve, İngiliz Sarayı'nın isikbaldeki muhtemel sahiplerinden birisi olacak olan Prens William: "Afrika ve Asya'da savaş normal, ama Avrupa'da değil" buyurmuş. Bu söz, Avrupa'nın asırların öncü sömürgecisi olmasıyla bilinen ingiliz emperyalizminin 'besleme'sinin 40 yaşındaki prensi, bizzat kendi devletlerinin, Afrika ve Asya'daki asırlarca süren sömürge dönemleri boyunca yapılanları n'apacak?
*
**
Savaş sadece size dokununca mı, emsali görülmemiş oluyor?
Volodimir Zelensky 'nin geçmiş aylarda yaptığı bir konuşmasının videosonu izledim..
'Avrupa'da 80 yıldır görülmeyen korkunç bir savaş..' da diyor kendilerine yapılan saldırılar için..
Haydi diyelim, Zelensky 2. Dünya Savaşı'nın bitişinden sonrasını hatırlatmak istiyor.. Haydi diğerlerini bir kenara koyalım, Zelensky, Avrupa'nın ortasında, 1992-97 arasında dünyanın gözü önünde 250 binden fazla insanın, sırf müslüman oldukları için, en alçakça zulüm ve ahlâksızlıklarla katledildiği 'Bosna Trajedisi' günlerinde Zelensky, Ukrayna'nın Kiev, Harkov gibi büyük merkezlerinde, eğlence merkezlerinde komedyenlik yaparken, Bosna'yı nereden hatırlasındı, değil mi?
Ama, bir taraf 'insan', diğerleri 'insansı' idiler..Sizler hangi gruptandınız, Zelensky Efendi; 'insan' tarafında mı, 'insanımsı' tarafda mı?
Ama, bu Zelensky değil miydi, bu savaş başlamadan önceleri, İsrail rejiminin Filistin üzerine bombalar yağdırmasını 'tabiî bir savunma hakkının kullanılması' olarak niteleyen?
Şimdi mazlum çocuklar, savunmasız kadınlar ve erkekler öldürülürken Zelensky'ye elbette 'Ohh olsun..' diyemeyiz. Ama, savaş yangını sadece bizi vurunca mı bir felâket kabul edilir?
Ve, Yaşar Kaplan'ın vefatı dolayısiyle, bir kaç cümle...
Yaşar Kaplan, 7 Ocak sabahı, Almanya'da vefat etmiş bulunuyor. Yaşar'ı, 1975'lerden beri yazılarından, ismen tanırdım. Daha sonra, 'Aylık Dergi' adında bir dergi ve bazı kitaplar yayınlarıyla, vicâhen tanışıklığımız da başlamıştı. Yaşar, parlak bir zekâ ve edebî zevk sahibi idi.
12 Eylûl 1980 Askerî Darbesi sonrasında yurt dışına çıkmak mecburiyetinde kaldığımdan, görüşmelerimiz yurt dışında, Tahran ve Almanya'da seyrek aralıklarla gerçekleşebiliyordu. 'Demokrasi' üzerine bir kitabından dolayı 3 sene kadar hapse mahkûm olmuş ve zindana atılmıştı. Cezaevinden çıkacağı sırada, 'Z. Refref' müstear imzasıyla ve 'İran'a Nasıl Bakmalı?' isimli bir kitabından dolayı da hakkında bir dâva daha açıldığını ve zindandan tahliye edilmeyeceğini öğrenince; o kitabın kendisine değil, bana aid olduğunu -bana bir ön bilgi vermeksizin-, belirtince, mahkeme, konuyu 'bilirkişi heyeti'ne havale etmiş ve o bilirkişi heyeti de, kitabın uslûbunun, benim uslûbumu andırdığına dair rapor vererek, Yaşar hakkında dâva açılmasına engel olmuştu.
28 Şubat 1997 Askerî Darbesi günlerinde yazdığı yazılar darbeci askerî çevreleri rahatsız etmiş ve o da, yeni bir zindan dönemi başlatılmadan, Almanya'ya gitmişti. Yaşar'la Almanya'da birkaç kez karşılaştık. Bir dergi çıkarmayı düşünüyordu. Ama malî kaynak bulmak için bazı ticarî faaliyetlere el attı. Ancak, o sıralarda Almanya'yı da derinden sarsan dünya çapındaki ekonomik buhran, onun, kendisine destek verenlerin yardımlarını erittiği için, ticarî teşebbüsleri de akamete uğradı ve çok sıkıntılarla karşılaştı.
Merhûm Yaşar Kaplan'a, çıktığı ebediyet yolculuğunda 'rahmet-i ilâhî'nin yoldaş olmasını niyaz ediyorum.
Selahaddin Eş Çakırgil