Ankara hükûmetiyle karşı taraftaki devletler arasında İsviçre'nin Lousanne (Lozan) şehrinde 24 Temmuz 1923'de imzalanan Uluslararası Antlaşma'nın, (23 Nisan 1920'de dinî salâbet /kararlılık ve metanet sahibi kimselerden olmasına özellikle dikkat edilerek teşkil olunan Birinci Meclis'te kabul edilmeyeceği belli olunca; M. Kemal'in, o ilk Meclis'i 15 Nisan 1923'de kapatıp, kendi yakın çevresinden -ve elbette, yine seçimsiz olarak- İkinci Meclis'i teşkil ettiğini hatırlayalım.)
Lozan Antlaşması, İkinci Meclis'te, 23 Ağustos 1923 günü kabul edilmişti.
Ve 99 sene önce, 28 Ekim (28 Teşrin-i evvel ayının) akşamında ise M. Kemal Paşa, Ankara'da meşhur sofralarından birinde, arkadaşlarına, 'Yarın Cumhûriyet ilân edeceğiz' deyiverir. Ankara'dan Valiliklere gönderilen telgraf emriyle, -o zamanın sosyal medya aracı mesâbesinde olan- (yüz pare) top atışları yapılarak bu değişikliğin halka duyurulması bildirilir.
Şark Cebhesi Kumandanı olarak oldukça ünlü Kâzım Karabekir Paşa o gün, Trabzon'da 'Müdafaa-yı Hukuk (Hakların Savunulması) Cemiyeti'nin üyeleriyle görüşmektedir.
Toplar atılmaya başlanır. Karabekir Paşa, Vali Ebubekir Hâzım (Tepeyran) Bey'e, 'Nedir bu?' diye sorar, ama valinin de haberi yoktur.
Konuyu, Trabzon'da Mevkî (Garnizon) Kumandanı olan Kâzım (Orbay) Paşa'ya 'Nedir bu toplar?' diye soran Karabekir, 'Cumhûriyet'in ilân edilmesi dolayısiyle olduğunu' söyleyince, 'Bana neden sormadınız?' der. Kâzım (Orbay) Paşa, 'Sorsaydım, top atmamamı mı emredecektiniz?' deyince, Karabekir Paşa, 'Hayır ama.. Biz bunu konuşmamıştık..' der. (Fâlih Rıfkı, Çankaya,C.4. s.46)
Karabekir Paşa, Fevzî (Çakmak) Paşa'ya telgraf çekerek, 'Vali, kaymakam ve askerî erkânın, hiç bir haberinin olmadığını' yazar.
335 kişilik Meclis'in 29 Ekim'deki oturumunda sadece 160 meb'ûs vardı, yani, Birinci Meclis'in, Lozan Antlaşmasını kabul etmeyeceğinin anlaşılması üzerine, M. Kemal tarafından feshedilip, kendisine yakın isimlerden, (seçim-meçim olmaksızın) oluşturulan İkinci Meclis'de de Meclis'in karar alabilme nisâbı olan 168'den 8 noksanlı bir oturum! En başta da Rauf (Orbay) Bey başta olmak üzere, etkili bir grup mensuplarının İstanbul ve diğer yerlerde oldukları biliniyordu. Bir kısmının da özel vazifelendirmelerle Ankara dışında özellikle tutulduğu anlaşılıyor..
Karabekir, bu durumu M. Kemal'in, 'eski arkadaşlarının rakib olabileceği endişesi'ne bağlar.
*
M. Kemal ise 'Nutuk'ta bu emr-i vâkî'yi niye yaptığını (U. Mumcu'nun sadeleştirmesiyle) şöyle izah eder: 'Baylar görüyorsunuz ki, Cumhuriyet'in ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmayı ve onlarla görüşüp tartışmayı hiç de gerekli görmedim. Çünkü, onların öteden beri benim gibi düşündüklerinden bir şüphem yoktu. Ama, o sırada Ankara'da bulunmayan kimi kişiler, hiçbir yetkileri yokken, kendilerine bilgi verilmeden, düşünceleri ve uygun görüp görmedikleri sorulmadan Cumhurriyet'in ilân edilmiş olmasını gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.'
Ve yol ayrımı başlamıştır.
Karabekir Paşa, gazetecilere, 'M. Kemal Paşa'nın etrafında topladığı bir muhit ile tam bir diktatörlüğe gittiğini, ulusal hâkimiyet yerine şahsî hükümranlık kurulduğunu; Rauf (Orbay) Bey ve Refet (Bele) Paşa'nın da, Cumhûriyet adı altında şahsî saltanat kurulmuş olduğunu' söyler ve şöyle devam eder: 'Mustafa Kemal, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa'nın bir arada üçlü resimleri bastırılmıştı. İstiklâl Savaşı'nı bu üç kişinin idare ettiği propagandası yapılıyor, Doğu Cebhesi âdeta küçültülüyor; âdeta, İstiklâl Savaşı kadrosundan benimle birlikte çıkartılıyordu!
Koca İstiklâl Savaşı!.. Daha sevinçlerine doyamadık, Uğrunda fedakârlık edenleri ne çabuk üzüntü ve acıya düşürdün!..'
Ve Karabekir, devam eder: 'İstiklâl Savaşı'nın birinci derece sorumlu bir şahsiyeti (olarak) (…) karşıma dikilenlerin sorularına ve endişelerine haklı cevaplar vermek kolay bir şey değildi. Halifelik ve sultanlığı almak için koyu tutucu bir çehre ile minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, başaramayınca bizzat övülüp yüceltilen kutsal değerlere dil uzatmak, bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi, iki tehlikeli aşırılığın birinden diğerine atlamak, herkesin yapabileceği bir iş değildi.' (U. Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Sh. 97-102).
Sözün burasında şunu da hatırlamalıyız: Karabekir, başlangıçta saltanat ve Hilafet'in ayrılması ve hattâ ikisinin de kaldırılması gibi görüşleri M. Kemal'e önermiş bir isim, kendi beyanına göre.. M. Kemal ise, 'Müdafaa-yı Hukuk Cemiyetleri'nin adını, 'Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyetleri' şeklinde değiştirmiş ve bu cemiyetin nizamnâmesinin başına da 'Halifelik ve sultanlık makamının ve devlet biçiminin korunması' yönünde ekler yaptırmıştı.. Ve 1921'de Meclis, geçici bir 'Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu' kabul etmişti, şimdi anayasa denilen bir metin olarak.
Meclis'te ciddî bir ağırlığı olan Hoca Raif Efendi gibi bazı isimler, 'ileride bunun Cumhûriyet olarak değiştirilebileceğini' söyleyince. Bu yöndeki iddiaları Karabekir, M. Kemal'e bildirecek, o da 'Bu kanunda Cumhûriyet anlamına gelecek bir şey yoktur. Türkiye'nin başında, İslâm Halifesi olacak bir hükümdar Sultan bulunacaktır.' cevabını verecek ve ayrıca 20 Temmuz 1922 tarihli telgrafında da 'Raif Efendi'nin, yönetim biçiminin cumhuriyetçiliğe dönüşeceği hakkındaki fikri bir kuruntudur' diyecekti. (KK Bey de şimdilerde, bu kemalist taktiklerden mi ilham almış yoksa?)
Karabekir bu yaklaşımlardan ve efkâr-ı umûmiyede/kamuoyunda, 'M. Kemal'in Halifeliği ve Sultanlığı uhdesine alacağı' kanaatinin yayıldığından rahatsızdır. Böyle bir durumun hele de Doğu'da tepki gösterilerinin eyleme dönüşeceği korkusu taşır ve bu durumu M. Kemal'e bildirir. M. Kemal de ona, 'Doğu'dan bu endişeden dolayı mı geldiniz..' der.
Karabekir'in cevabı da nettir:
'Evet, sizin halifelik ve sultanlığı (üzerinize) alma isteğinizi haber aldım. Buna karşı Doğu'da meydana gelecek tepkiler karşısında işin nerelere varabileceğini kestiremediğim için, günümüze ve tarihimize karşı düşüncemi Büyük Millet Meclisi'nde beyan etmek, daha önce sevgi ve saygı ile bağlı bulunduğum başkomutanımı uyarmak istedim!' (s. 45)
*
Evet, Karabekir böyle söylüyor ama, daha, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919'da teşkil olunan Erzurum Kongresi'nin zabıtlarını da tutan eski Bitlis Valisi Mazhar Muf'îd (Kansu) ise bir akşam, yiyip içtikten sonra gecenin geç saatlerinde, M. Kemal'in, 'ileride neleri nasıl yapacağı; hilafet ve saltanatın kaldıracağı, Lâtin alfabesinin kabul edileceği' gibi konuları madde madde söylediğini belirtmektedir ki; iyi bir istihbaratçı da olan Karabekir'in bunlardan o zaman haberi yokmuş demek ki.
Kemalistler ise M. Kemal'in asıl ideallerini, vicdanında bir 'millî sır' olarak kimseye söylemeden yıllarca taşıdığı iddiasını kendi beyanına da dayandırarak izah etmekteler bu durumu..
Ama, bu hiç kimseye, en yakın silâh arkadaşlarına bile söylenmemiş bir 'millî sır', herkese ayrı bir maske ile gözükme mahareti olmaksızın nasıl oluur?
*
Sözün burasında, hiç bir dış baskı veya tesir altında olmaksızın; derûnunda, kalbinde taşıdığı inancını temel alan bir müslüman olarak, kendime en yakın yönetim tarzının 'cumhuriyet' rejimi olabileceğini düşünmüşümdür, hep..
Ve bunu şimdi söylemiyorum..
1972'de 'Bâb-ı Âli'de Sabah gazetesinde ve henüz İstanbul Hukuk Fakültesi'nde 3. sınıfa geçtiğimde başladığım yazı hayatımın ilk aylarında bile zaman zaman, 'Meşveret Cumhuriyeti' başlıklı yazılar yazdığımı hatırlatayım. Çünkü benim dinimin temel kitabı olan Kur'an-ı Mubîn'de, 'mu'minlerin işlerini, şûra/ istişare/ meşveret yoluyla gördükleri / öyle yapmaları gerektiği' bildirilir. (Şûrâ sûresi, 38. âyet meâlinden..)
Ve bu imkânı, mevcud yönetim sistemleri arasında, herhalde en iyi, cumhuriyet sağlar.
Ama, nasıl bir cumhuriyet?
*
Ve biz Müslümanlar, -toplumları, coğrafyaları, ırkları, ana-babaları hangi dinden olurlarsa olsunlar- bütün insanların, doğuştan günahsız ve rüşd yaşına erişinceye kadar da İslâm fıtratı üzerinde olduğuna ve ancak rüşd yaşına geldikten sonra kendi iradeleriyle hangi inancı seçerlerse, ona nisbet edileceklerine inanırız.
Ve, Hz. Peygamber (SAV)'i de kimsenin dayatması olmaksızın, ebedî başkanımız, hayat önderimiz, yolumuzun kılavuzu olarak kabule ederiz. Ve işlerimizi ferdî veya sosyal işlerimizi de, istişare/ meşveret yoluyla görmemizin ilâhî bir emir olması yüzünden, o yöntemin en hayırlı ve bereketli yol olduğunun itminanı içinde, onun şeriatine, yani onun kanunlarına göre hareket ederiz.
*
Hz. Peygamber'in rıhletinden, dünya hayatından ebedî hayata geçişinden sonra da, onun halefi, onun yerine hükmetme salâhiyetini haiz olacak olan halife belirlenmesinde bir takım sıkıntılar olduysa bile bazı güç odaklarının veya geçmişten gelme örf ve âdetlerin dayatmalarına aldırış etmeden Kur'an'da işaret olunan yöntemle, 'Şûrâ' yöntemi yerine getirilmiştir.
Hz. Peygamber (SAV)'in 10 yıl ve onun halefi, olarak belirlenen 4 Halife döneminin de yaklaşık 30 yıl olmak üzere, o ilk 40 yıllık dönem, işbu 4 halifeden son üçünün, Ömer, Osman ve Ali hazretlerinin, öldürülme yoluyla hayattan koparılmaları sonunda; İslâm Ümmeti'nin /Ümmet-i Muhammed'in ideal yönetim örneği, yerini maalesef, beşeriyet tarihinde binlerce yıllık geçmişleri olan saltanat sistemine kaptırdı.
*
Böylece de kılıcı kuvvetli olanların ümmete tahakküm ettiği ve 14 asırdır devam eden melikiyet, saltanat, şahlık, padişahlık, riyaset gibi klasik yönetim tarzları, hiç hükûmetsiz olmaktansa, bu naakıs yöntemlerle işbaşına gelenler de 'vâcib-ur'riayeh'/ itaat olunmaları vâcib olduğuna dair fetvâlarla şeklî bir meşruiyete kavuşturularak ümmetin hayatında söz sahibi oldular. Ve asırlarımız böyle zer ve zor sahibi kişi veya kadroların, taifelerin eline geçmiş olarak devam etti.
Merhûm şehîd İskilibli Âtıf Efendi, bu durumu, 'hılâfet-i kâmile' (olgun Halifelik) döneminden, 'hılafet-i nâkıse' (noksan halifelik) noktasına gerilemek şeklinde değerlendirmişti.
*
Elbette, sultan, emîr, reis, melik şah veya padişah olarak anılanlar içinde, bazı mükemmel insanlar olmadı değil.. Bu 14 asır içinde, meselâ, bir Ömer bin Abdulaziz, bir Nureddin Zengi, bir Salâhaddin Eyyubî, bir Alp Arslan, Osman ve Orhan Gazi'ler, bir Murad Hüdavendigâr, bir Fatih Sultan Mehmed, hattâ 2. Abdülhamid gibi isimler, kendi çağlarını kavramış örnekler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bunlar saltanat sistemlerinin iyiliğinin değil, şahsiyetlerinin istisnaîliğinin sonucudur.
*
Bu ilkel 'Cumhuriyet' yaldızlamaları artık son bulmalıdır!.
Böyleyken...
Her yıl olduğu gibi, bu yıl da 29 Ekim sabahından akşamına kadar, TV ekranlarında, bütün gün boyu, bir tuhaf cumhuriyet anlayışı sergilendi, tekrar.. Aman Allah'ım, ilk mekteb çağlarından beri dinlediklerimizin üzerine, yeni laflar eklendi. Bütün bir millet, ekranlardan, saatler boyu, çeşitli kişiler ağzından ve yüzlerce kez tekrarlanan ve örneği ve benzeri olmayan bir 'olağanüstü insan' modelinin ismi ve resmi karşısında, bir ilkel toplum imişiz gibi baş eğdirilmeye çağrılmış olduk...
Halbuki, böyle bir örnek biz Müslümanların tarihinde olmadığı gibi başka toplumlarda da yoktu.
Söz gelimi, asıl ismi Yosif Çugaşvili olan bir Tiflisli bir gürcü, müstear isim olarak 'Çelik adam' mânâsında Stalin adını almıştı.
Asıl ismi Vladimir İliç Ulyanov olan Lenin de, Lena nehri kıyılarından, 'Lenalı' mânâsında Lenin adını almıştı.. Adolf Hitler, 'önder, başbuğ, lider' mânâsında Führer; aynı şekilde, o dönemdeki İtalya lideri Mussolini 'Duçe' diye ve İspanya lideri General Francisco Franco da 'Caodillo..' diye anılıyordu. Kendisine, kendi halkının babası unvanını verdirten veya kabul eden başka tek bir örnek var, 1971'de kanlı bir iç savaşla, Doğu Pakistan'ı Batı Pakistan'dan ayırıp, Bangladeş devletini kurduğu için, kendisine, 'Bengal halkının babası' mânâsında 'Bangabandu' ismi verdirten Şeyh Mucib-ur'Rahman.. Başka bir örneği yok dünyada.. Bir farkla ki, o bile kanunla koruma altında değil..
*
Ve bir insanı 'putlaştıran' sözleri, kocaman kocaman profesörlardan da dinledik, 7-8 yaşındaki minnacık ilkokul çocuklarından da.. Bu satırların sahibi, günümüzde, dünyada, o istisnaî örnekten ayrı olarak başka hiç bir toplumda, hiç bir siyasî lider için böyle bir putlaştırma eğilimli yayınlar yapıldığını bilmiyorum.
*
Evet, sadece halkın ne olduğunu bile bilmediği bir 'cumhuriyet' kelimesini tekrarlamakla 'cumhuriyet' olunmuyor ve dahası, saltanattan da beteri, istibdad / diktatörlük örnekleri de cumhuriyet adına sergilenmiştir, sergilenebiliyor. Nitekim, bizde 100'ncü yılına yaklaşan ve Cumhuriyet ismini taşıyan rejimin ilk 27 yılı tam bir şeflikle, diktatörlükle ve dârağaçları altında geçti ve oligarşik bir yönetim tarzında ve de Silahlı Kuvvetler'in ve onların sivil hayattaki uzantıları olan silahsız güçlerin vesayeti altında. Ondan sonrası da her 10 yılda bir askerî darbeyle ve balans ayarı yapıldığı söylenerek, engellendi, anayasaya da dercedilmiş olan ilkeler adına. Bütün bu 100 yılın millet iradesine zencir vuran vesâyet kurumları ve kanunları halen de bütünüyle temizlenebilmiş değil.
Müslüman halkımıza zül teşkil eden bu ve benzeri ilkellikler artık, son bulmalıdır..
Ve hele de 'lidere tapma hastalığı'.
Liderlerin veya kahraman olarak görülenlerin 'putlaştırılmaları', ilkel toplumlarda bir sosyal hastalık durumunu yansıtır. Bu konuya değinmek bile insana gınâ getiriyor.
Ama n'apalım ki, bu sosyal hastalık bizde de yaşanmış ve Şevket Süreyya Aydemir tarafından itiraf olunmuştu 1975'lerde, 'Kahraman, putlaştığı zaman ölür..' başlığıyla yazdığı bir makalede.. Devamında da, 'Biz de filânı putlaştırdık.. Ve buna mecburduk..' mânâsında oldukça düşündürücü laflar da etmişti.
Komunist Kuzey Kore'nin ilk lideri olan Kim İl Sung böyle tiplerdendir. Ölümü üzerinden yaklaşık 30 yıl geçtiği halde, ağlatma törenleri yapılıyormuş, hâlâ.. Gerçi, Mısır'da Cemal Abdunnâsır öldüğünde de kitleler, kendilerini kaybedercesine öyle ağlamışlar- ağlatılmışlardı. Ama, o devam etmedi. Ancak, 'Ağır ağıt ve mâtem sanayii'nin sergilenişi, bazı Müslüman toplumlarda hâlâ da vardır, yazık ki..
Şiî Müslümanlar, Hz. Peygamber'in torunu Hz. Huseyn'in, Emevî Sultanı Yezid ve güçleri tarafından Kerbelâ'da, Hicret'in 61'inci yılında hunharca katledilmesi hadisesini 1300 küsur yıldır, kanlı gözyaşlarıyla anıyorlar, 'Girye/ gözyaşı, şia'nın en büyük sermâyesidir..' söylemiyle. Ama bu, ümmetin tamamı açısından bakıldığında bir istisnaî durumdur. (Ve açıktır ki, Kerbelâ Faciası her Müslümanın kalbinde acısı her zaman hissedilen bir hançer yarasıdır; ama, onun Ümmet içinde ikilik oluşturmaya âlet olacak bir ifrat veya tefrit şeklinde değerlendirilmesi de ayrı bir derdimizdir. )
*
Ölüm, hayatın tabiî şeklidir. İnsan sevdiklerini kaybedince elbette üzülür ve gözyaşı da döker ama, bunu, her ölüm yıldönümlerinde, hele de küçücük çocuklara bile yaptırmaya çalışmak, evet, bir ilkelliktir.
Ve 'Onun sâyesinde varız.. Eğer o olmasaydı, vs..' gibi lâflar bir toplumu köleleştirmek için kılıf olarak dile getirilir. Halbuki, İslâm, varlığını ve gönüllerde kurduğu hâkimiyet ve hükümranlığını beşer planında kimseye borçlu değildir. İslâm'a ebediyyet va'dolunmuştur.
Buna rağmen, belli bir lider kutsamacılığı veya putlaştırmasına bahaneler uyduranlara, 'Yahu arkadaş, 950 sene öncelerde, 1071'de, Malazgirt'te, Doğu Roma İmparatorluğu'nu, Bizans'ı yenilgiye uğratarak bu topraklara yerleşmemizde en etkili isim olan Sultan Alparslan için, Selahaddin Eyyubî veya Osman Gazi için, Bizans İmparatorluğu'na son veren Fatih Sultan Mehmed ya da Sultan 2. Abdulhamîd ve benzeri isimler vefat ettiklerinde, ilk anda ağlandıysa bile, hangisinin ardından böyle, sürekli ağlama törenleri yapıldı?' diye sormak gerekir.
Bizim inancımızda ve kültürümüzde böyle bir gelenek yok..
Selahaddin Eş Çakırgil