Ölüm, sınavın sonu: Dirimsiz hayata diriliş
1. Dünyaya vedâ etme ânı gelip çattığında, neler olur? Bu, her sahici, sâlih seyyahın havsalasını durmadan meşgul eden sorudur. Muazzam keşif, ölüm diyârıyla ilgilidir. Ölüm, dünya bilgisinin kesinlikle sonlandığı ufuk çizgisidir. O kapıyı bize açan tek anahtar, imândır. Uzak yol gezgini, seyâhata çıkmadan önce, uzun süre zihince, bedence ve erzakca özenle hazırlanır. İşte dirimli-bedenli yaşama da, ölüm yolculuğuna hazırlık devresidir. Ancak, öteki yolculukların tersine, bu seyâhatin çıkış ânı baskın çoğunlukla bilinmez. Bu da, Rahmet ile Adâletin şâhikasıdır. Yalnız, adâlet, eşitlikci, eşitleyici değildir. Hazırlanmış olan ile olmayan, ölümü farklı karşılayacaklardır. "Yarın ölecekmişcesine ibâdet..." eden, "hiç ölmeyecekmişcesine..." (Hadîs) çalışandır. İkisi birbirlerini tamamlayan ödevlerdir. Yapıp ettiklerinin dünyevî karşılığını beklemeden gördüğün iş, şartsız (categorique) ödev gereğidir.'
'Beklenti'ler hep dünyevî konulara kilitlenmişlerdir. Zirâ bilgimiz, dünyevî olaylarla sınırlıdır. Âhirete ilişkin olanaysa ancak 'umut' besleriz. Âhiret, çözümlemeye kesinlikle koşulamayacağından, dünyevî karşılığı bulunmayan bir şey, mantıkca karşılık değeri taşımaz. Karşılık değeri taşıyan dünyevî bir olay, yalnızca tasvîr olunup açıklanabilir.
2. Şart, dilek yahut buyruk ifâde eden her cümle, yalınkat bir dünyevî olay olma niteliğini aşar. Onun, artık ahlâk çerçevesinde mütâlea olunması icâb eder. Bu niteliğiyle ahlâk hükümleri, şart yahut dilek kiplerinde ifâdelerini bulurlar. Yine, bu yönleriyle ahlâk hükümleri, ya doğrudan ya da telmih yoluyla belirli bir ödev durumunu dile getirirler. Basit bir uyarıyı ele alalım: "Fırtına sırasında ağac altına sığınılmamalıdır!" dendiğinde, sakınılması gereken bir eylemden bahsolunuyor. Yapılması yahut yapılmaması gereken bir eylemin buyruk yahut da dilek tarzında bildirilmesi, ödeve ilişkin bir hükümdür. Hattâ, doğrudan doğruya yapılması yahut yapılmaması gereken bir işden değil de, sâdece bir durumun, bir hâlin bizde uyandırdığı duygu hâletinden bahsediyorsak dahî, dile getirdiğimiz yine ahlâka, dolayısıyla da ödeve ilişkin bir hükümdür: "Şu zirveden seyredildiğinde aşağılarda uzanıp giden ormanın yeşilliği ve onun ötesindeki denizin mâvîliği enfes bir uyum içinde görünüyor" denildiğinde, bildirilen, ilk elde, bir bedîî (esthetique) ifâde olmakla birlikte, aslında, derin bir saygı dile getirilmiş, böylelikle de ahlâka dair bir şey anlatılmış olunuyor. Şu hâlde, güzellik duygusunun ifâdesi demek olan bedia/estetik, esâsında, ahlâkın bir vechesi olmaktan özge bir değer taşımaz. Estetiğin temel değeri 'güzellik' ile ahlâkınkisi olan 'iyilik' bir bütünlüğün, bütüncül değerin iki cephesidir. Bu temel değeri sevip saymaksa, insana kutsal ödevdir. Ancak, kutsallığın varolmadığı bir ortamda iyilik-güzellikten, sonuçta ahlâktan da tutarlıca bahsolunamaz artık.
3. Din, kutsallığın, ona bağlı olarak da saygının, ve nihâyet, ahlâkın fışkırdığı pınardır. Din duygusundan yoksun kişinin, doğa ile insan karşısında temellenmiş saygısı ile sevgisi olamaz. Çünkü onun, duygulanmaları ile düşünmeleri, aslî pınardan beslenmiyorlar. Böyle birinin duyuları vardır; o, duyar; ama duygulanamaz. Duyarak 'beşerî varoluşum'un farkına varırız; buna karşılık, 'beşerî-varoluşumun-farkına-varmanın sırrı'na inemeyiz. Beşerî-varoluşumun-farkına-varan-varolma-safhası, 'ben'i teşkîl eder. Beşerî-varoluşumun-farkına-varmanın-sırrına-uzanabilme aşaması, 'ben'i 'ben-aşkın-ben' durumuna taşır. O, 'ben'imin sâhibi, efendisi 'ben'in aşamasıdır. 'Dirim-beşer-beni'nin 'ben-farkındalığı', 'ben-bilinci'ni, başka bir anlatışla, 'benliğ'i oluşturur. Oysa, 'dirim-beşer-insan-beni'nin 'ben-bilinci', yeni bir âlemin kapısını açar: Özbilinç, diğer bir ifâdeyle, 'benimlik'. Burada artık 'Ruhun beni', alt basamaklarda duran 'nefsin beni'nin efendisi olduğundan, birincisi, ikinciyi yönlendirip yönetir.
'Ben'in, kendi dirim-beşer-varoluşunun üstüne katlanarak onu anlamlandırması sonucunda oluşan 'benimlik' bir varolma-durumudur. Onun altında yer alan 'benlik' de şu hâlde 'beden-nefs-kendim'in, 'kendisinin-farkına varmışlığı'dır. Beden-nefs-kendimin-kendine-varmışlığı, bilinçlenme basamaklanmasına eşiktir. 'Önbilinç'tir. Asıl açık bilinç, 'ben'den 'benim'e geçişle ve nihâyet, 'benim'in inşâasıyla belirir. İnşâa, ömür boyu sürdüğünden, bilinçlenme git gide keskinleşir. 'Ben', 'ben'ini tanıdığı ölçüde, 'benim'leşir. 'Benim'leşildiği oranda da, 'bilinç'ten 'özbilinc'e geçilir. Aslında, 'benim'in 'inşâa'sı ile 'özbilinçlenme', iç içe yürüyen süreçlerdir.
Dış şartların basıncı ile 'beden-nefs' ikiliğinin, karşılık, yanî mükâfât beklemek doğrultusundaki ayartıcı etkilerine, akıl-vicdân cephesinin "yapmalıyım!" 'özden-buyruğ'u yoluyla karşı çıkışı sonucunda, 'ben- insanımsı'dan 'benim- kâmil-insan'a geçiş gerçekleşir.
'Akıl-vicdân-içten-içliliğ'i, kendini, sonuçta 'benim'i inşâa ederek duyurur. 'Benimlik', 'benliğ'in tersine, hiç, olmuş bitmişlik merhâlesine ulaşıp orada kaskatı kesilmez. Süreklice kemâle erme iştiyâkı ve irâdesiyle tekâmül hâlindedir. Tekâmül etmek de kudretlenmek demektir. Kendini bilen 'ben' bilinçlidir. Kendini-bilen-ben, kendi-dışında-kalanları da tanıyabilir: Bilgilidir. Kendi-benini-bilmekle ise, 'benim'lik ortaya çıkar. 'Özbilinçli-benim', 'bilinc'in de, ona imkân hazırlayan 'bilgi'nin de mâlikidir. O, kudretli olandır.
Benim-kişisi, dirim-beşer-ben-varolanlığını aşarak "yapmalıyım!" ödev düstûrunda —özden-buyruğunda— kendini ahlâk-varlığı olarak bulur. 'Ahlâk- varlığı-benim-kişisi', öyle olmanın özsaygısı ve özgüveniyle perçinlenmiş ve çelikleşmiş kimliğin mâlikidir. "Yapmalıyım!" düstûru, hudutları açık seçikce çizilmiş bir anlam bağlamına sâhiptir. Bu anlam bağlamı dışında kalan ne varsa, '"yapmamalıyım!"-diyârı'ndandır. '"Yapmamalıyım!" diyârı', 'yabaneller'dir. Öyleyse "yapmalıyım!" düstûru uyarınca duyan, düşünüp eyleyen 'öz'ünü bilerek, 'o'nun hakkını tanıyarak yaşayan 'ben', 'benim'in yurdundadır. 'Öz'ünü bilerek, onun hakkını tanıyarak yaşayamayan yurdunda bulunmayıp yabanellerde ömür tüketen dirim-beşer-nefs-ben-varolaolanıdır. Yabanellerde ömür tüketen, 'öz'üne 'yabancılaşmış' 'nefsî-ben-beşer'dir.
İçinde bulunduğu şartlar yüzünden, 'öz'ünü bilmeğe yönelik donanımların varolduğundan habersiz 'nefsî-ben-beşer' dramatique bir kişidir. Özünü bilmeğe yönelik donanımların varolduğundan haberli olmasına rağmen, 'nefsî-ben- beşer' evresini aşıp 'ruhî-benim-insan' aşamasına yükselmeği ret yahut ihmâl eden, 'kalbi mühürlü' bir kimsedir. Sonuçta böyle biri, 'insanlaşma umudu'na gönlünü kapalı tuttuğundan, tragique biridir.
'Ruhî-benim-insan' aşamasına yükselme, özbilinci olan insanın isteğidir. Herakleitos' un logos, Sokrates'in ise daimon dedikleri, bizim de burada aklın uyarıcı ve öğütleyici sesi şeklinde tavsîf ettiğimiz vicdân doğrultusunda tercihte bulunup karar verme isteği, irâdedir. Şu durumda vicdâna kulak kabartarak düşünme etkinliği, özbilinci verir. Özbilinçli kişinin, düşündüklerini söze ve fiile intikâl ettirmesiyle eylem ortaya çıkar. Bahis konusu intikâli başlatma ile yürütme gücüne, işte, irâde dediğimizi tekrarlıyoruz. İrâdenin başlangıç safhasını "yapmalıyım!" 'özden-buyruğu' teşkîl eder. İlahî yasanın, 'benim' diline tercümesi, aklın sesi, yanî vicdândır. 'Özbilincim'in, 'vicdânım' doğrultusunda eylemek isteğini beslemesine de, 'niyet' diyoruz. O hâlde, İlahî yasanın 'benim'deki bilgisi -irfân- 'özbilincim'i oluşturur.
Belli bir eylemin 'özbilincim'de tebârüz etmiş düşünce aslî esâsı, 'niyetim'dir. İrâde, öyleyse hem 'eylemim'i boşandırma isteği demek olan 'niyetim'i hem de yürürütülüşünü kapsar. Demek ki "özü ile sözü bir" dediğimizde, kasdettiğimiz, niyet ile eylemin uyuşmasında vuzuha kavuşan irâde tutarlılığıdır. "Eylemler, niyetlere göre değerlendirilirler" hadîsinin manâsı da zâten budur. Niyet ile eylem tutmazlığı, sonuçta, irâde tutarsızlığını gösterir.
Belli bir düşüncenin, eyleme dönüştürülmesi isteğine niyet demiştik. O, nihâyet, 'dışım'daki gözlere ve bakışlara kapalıdır. 'Niyetim', 'mutlak mahre- mim'imdir. Onu oluşturmak, ondan 'eylemim'i türetip 'niyetim' ile 'eylemim'i uyuşturup uyuşturmamak, tamamıyla 'benim'e kalmıştır. Bu da hürlük demektir. "Yapmalıyım!" 'niyetim'i özden-buyruk şeklinde duyumlayıp eyleme dönüştürüyorsam 'ben' hürdür. Hür olan 'ben' ise, artık, 'benim'dir. Ahlâk, İlahî yasaya uygun "yapmalıyım!" özden-buyruğu yönünde niyetlenip eyleyen 'benim'in düşünüş ile davranış tümlüğünün ifâdesidir. "Yapmalıyım!" düstûru, şartsız özden-buyruk tarafından izhâr edilmiş değil de, bir şartlı ve özden gelmeyen buyruğun ifâdesiyse, o takdîrde ahlâkî addolunamaz. Hukuka ilişkin olabilir. Şu durumda hukuka, dolayısyla da kanuna uygun olan, ahlâkî olmayabilir de. Toplumsal örfün gerektirdiği ile ahlâkınkisi her vakit çakışmayabilir. Özden hür olan ahlâk kişisi, demekki 'ruhî-benim-insanı' evvelemirde ahlâkın, yanî vicdânının icâplarını her şeyin üstünde tutar. Vicdân kişiliğimden kaynaklanan ahlâk, beni evrenselliğe taşır, insanşumûl kılar.
Allah buyrukları, yanî Tebliğ ile vicdân doğrultusunda, evvelemirde sebâtla niyetlenmek, bilâhare duygulanıp tutarlıca düşünmek, kararlılıkla davranıp eylemek yoluyla ahlâkın oluşturulduğunu söylemiştik. Ahlâk zeminine basıp ona uygun bağlamlarda yaşayan kişilerin dokudukları biçimselleştirilmiş (Fr formalise) insanlararası ilişkiler ağına da hukuk diyoruz. Ahlâk esâslı hukukta, kişi, baştan, hür (özden-karar-verebilirlik), vefâlı, başka deyişle, ödevine sâdık, haysiyetlidir; demek ki haksızlık ile zulme tahammülsüzdür: Başkaldıran insan.
Oldum olası, özellikle de günümüzde, ziyâdesiyle sıkıntısı çekilen, en kıt, dolayısıyla da zor bulunan servet, ahlâklı (kâmil) insan olduğundan, sâdece hür - vefâlı - haysiyetli üçlülüğünü hâîz kişiler dikkate alınarak, hukukun inşâası, tarihte pek az döneme nasîb olmuştur. Tebliğden uzaklaştığı oranda, bir toplumun insanlararası ilişkiler ağı, hukuktan örfe kayar. Tebliğe yaslanmayan, ama tümüyle biçimselleştirilmiş düşünmenin ürünü düstûrlaştırılmış/kodlanmış sistem tarzında inşâa olunmuş bir hukuk düzeni daha vardır: Laik hukuk.
Laik olan, doğrudan doğruya vahiy dinine dayanmamakla birlikte, yine de ondan dolaylı biçimde etkilenmiş örfî hukuktan da sayılmaz. Meselâ, önceki çağların Zencî Afrikasında, İç Asyasında, Asurunda, Ege havzasında, Çininde, İranında, Türklerinde, Aztekleri ile İnkalarında, Hintlileri ile Germenlerinde bu çeşit hukuklar hükümlerini icrâ etmişlerdir. Onaltıncı yüzyıldan itibâren Yeniçağ Dindışı Avrupa medeniyetinde boy gösterip de şâhikasına İhtilâlikebîrde ulaşan laik hukuk, bililtizâm Tebliğe sırt çevirmiş olması sebebiyle, örfî olandan ayırtedilmelidir.
Laik olanda her zaman ve kimi örfî hukuklarda yer yer, düstûrlara, yanî kodlanmış kurallara riâyet etmek, kanunî davranıştır. Buna karşılık, Tebliğden esinlenerek vicdândan neşet eden özden-buyruğa itaat, yaşayışımızı meşrûu kılar. Demek ki kanunîlik (Fr legalite), laik hukuk; buna karşılık, meşrûuluk (Fr legitimite), ahlâk için söz konusudur. 'Benim' adâlet duygumda kendini izhâr eden ahlâktır. Özge bir anlatışla: Adâlet, 'benim'de ahlâk şeklinde ifâdesini bulur. Ahlâk kişisi, kendine de başkalarına da âdildir. Niye? Çünkü gönlünü şu ulu Âyetle eğitmiş, hayatını onunla anlamlandırmıştır:
"Çetelesi (Kitabı) çıkarılıp önüne koyulacak tüm yapıp ettiklerinin.
Günâhkârları dehşete kapılarak göreceksin.
Kendilerine isnâd olunanlardan 'ah! ne de yazık etmişiz! ya,' diyecekler.
'Büyük küçük, ne ettikse, hiçbir şey atlanmamış; bu, ne biçim bir çeteledir ki, her bir şey geçirilmiş kayda!'
Ne etmişlerse, buluvereceklerdir önlerinde: Zulmetmez Rabbin kimseye"
": her bir kişi payına düşeni eksiksizce ödeyecek ["ve lâ yazullimu Rabbike": Kehf/18 (49)].
Ahlâk kişisi, Tanrı yasasını bir taraftan içinde yaşadığı kültür aracılığıyla Tebliğden öğrenirken, öbür yandan da vicdânından işitir. Öğrenip işittiği Tanrı yasasını uygulamak üzre, duyumladığı güçlü, hasbî, samimî bir istektir. Tabîî, tersine, yanî Tanrı yasasını uygulamamak doğrultusunda da irâde gösterebilir. Birincisi meşrûuyken, ikinci tür irâde, gayrımeşrûudur. Meşrûu olan birincisini duyumlayıp uygulayan ahlâk kişisinin 'benim'i, diğer ahlâk kişilerinin 'benim'leriyle ortak paydada buluşur: Toplum çerçevesinde ve yurt düzleminde. Birincisine İslâm ıstılâhında ümmet, denirken, ikincisine dârulİslâm adı verilmiştir. Ortak payda nedir? Temel yasadır. Onu sâdece 'benim' ve başka insanlara değil, ama yaratılmışların tümüne uygulamak 'ödevim'dir. Böylelikle ahlâk, insan teki ve toplumu için olduğunca dünya ile doğaya da şâmildir: "Davranışının temel yasası irâdenle genel doğa yasası olacakmışcasına davran!"[1]
'Benim'de tesbit ve tayîn olunan, temel özelliği gereği öznel olması icâb ederken, doğayı dahî kavrayacak raddede şumullü olması, bizleri aykırılığa (Fr&İng paradox) götürüyor mu? Düz biçimsel mantık açısından 'evet', götürüyor. Ancak, düz biçimsel mantık nefsî (Fr psychique) 'ben'le sınırlı olup onun ötesine 'benim'e şâmil değildir artık.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[1] "Handle so, als ob die Maxime deiner Handlung durch deinen Willen zum allgemeinen Naturgesetz werden sollte" —Immanuel Kant: "Grundlegung zur Metaphysik der Sitten", 56.s, (4: 421/89).
Prof. Dr. Teoman Duralı
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Din ile eğitim (24.04.2019)
- Ahlâkın menbaı: Akıl (17.04.2019)
- Ahlak: İnsanın başkaldırması sorunu (10.04.2019)
- Bireylilik - kimlik - kişilik sorunları (03.04.2019)
- Yanılgı (25.03.2019)
- Maneviyâtcılar, Positivciler (18.03.2019)
- Canlı bir işleyişler bütünüdür (11.03.2019)
- Kimliğin ana pâyândâsı ‘hâfıza’dır (04.03.2019)