- Ruhun her kişideki en bâriz temâyüzü, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırtetme gücü ile yetisi demek olan temyizdir. Nihâyet aklı, temyizin fizik anlamda gösterilemez ikâmetgâhı yahut imâl yeri şeklinde niteleyebiliriz. Akılla ve onun denetiminde çalışan zihinle algıladıklarımızı değerlendiririz. Nitekim: "İşte Allah, akıl erdirebilesiniz (Ar ta'akılûne) diye sizlere işâretler (âyetler) beyân buyurmuştur" -Nur/ 24 (61).
İşâretlerin kimisini fizik âlemden duyu organlarımızla alıyor ve bunlarla dünya bilgilerimizi, giderek fizik-kimya bilimlerini inşâa ediyoruz. İnşâada yer alanlar, algılar, izlenimler, zihin ile akıl edimleridir. İlk öbekte yanılmalar, ikincidekilerdeyse hatâlar meydana gelebilir. Bu durumda oluşacak olan da, Eflâtun'un zan diye adlandırdığı, geçersiz yahut yanlış bilgilerdir. Yanlış yahut geçersiz bilgiler, bizi dünya olayları yahut süreçleri hakkında yanıltırlar. Çünkü olaylarla uygunluk hâlinde bulunmazlar.
- Dışarı açılan duyu imkânlarımızın yanında, kendi içimizden bilgi edinme istidâmız da vardır. Dıştan alınanın tersine, içimizde cereyân edenlere ilişkin bilgilerin temelinde bölük pörçük, tâne tâne unsurlar bulunmaz. İçimizde cereyân edenlere duygu diyoruz. Duygularımızın iletip bildirdiklerinin doğrudan fizik menşei bulunmadığı gibi, kendilerini doğuran gösterilebilinir cinsten fizyolojik faaliyetlerden de bahsolunamaz. Ne var ki, nasıl insan-olmamız, ilkin beşer- olmamızı gerektiriyorsa, yani 'beşer-olma', fizik-fizyolojik varoluş esâsını oluşturuyorsa, duygular da, duyu verileri ile izlenimleri şart koşarlar. Doğa ile toplum bağlamında dünyayla temâsı olmamış beşerde —böylesi beşer, zâten, yaşayamaz ya— duygular da oluşamaz. Ancak, duyu verileri, izlenimler ile duygular arasında neden - etki bağıntısı anlamında doğrudan doğruya bir râbıta yoktur. Bundan dolayı da ikisinin sağladığı ayrı ayrı sonuçlar, birbirlerinden tamamıyla farklıdırlar. Duyuların tersine, duygular bize aracısız bütünlüklü veri sağlarlar. Bu aracısız bütünlüklü içeriden gelen verilere sezgi diyoruz. Sezgilerin gücü ile cinsine göre duygu menşelerini seziş, esin yahut ilhâm ile vahiy şeklinde sınıflandırıyoruz. Bunlara hulyâyı, ruyâyı, kuruntuyu, düş ile vecdi de ekleyebiliriz.
Seziş, gündelik hayatta sık sık yaşadığımız bir sezgi türüdür. Daha yüksek seviyede bir gâye doğrultusunda cereyân eden duyma-düşünme hâlinde doğu- veren ilhâm, felsefe-bilim ve onun yöntemiyle iş gören fen sahalarında icâda, güzel sanatlardaysa yaratıcılığa yol açar. Sürece bağlı oluşan duyu verilerinin tersine, duygu kaynaklı sezgi, süreçliliği aşar. Ancak, felsefe-bilim bağlamında, duyu verileri ile sıkı sıkıya biçimselleştirilmiş düşünme işlemlerine eklemlemek sûretiyle, insan, süreci, zaman dizilerine tercüme ederek, sezginin bir türü olan ilhâmın/esinin ürünü icâdı işleme tâbî tutar. Benzeri bir durumla sanatın sâf örneğini bize sunan şiir ile musîkîde de karşılaşıyoruz. Yalnız, burada söz konusu olan 'biçimleme'dir; felsefe-bilim ile fende gördüğümüz biçimselleştirme değil. İmdi her biçimleme ille biçimselleştirme anlamına gelmez. Her anlamlandırma. ile değerlendirme edimimiz bir biçimleme, başka bir deyişle biçim verme durumuyla karşımızda belirir.
Şu hâlde biçimsizlik, anlamsızlık demektir. Anlamsız-olan, değer yoksunu olduğuna göre, 'biçimsiz'in değeri yoktur. Anlamlılık, güzele eş koşulur. Bu durumda biçimlilik, güzelle örtüşür. Bunun yanında biçimlilik, oranlılık ve düzgünlükle çakışır. Yunancada nitekim 'düzgünlük' demek olan kosmos aynı zamanda 'dünya' anlamına dahî gelir. Demekki 'dünya', 'düzgünlük', dolayısıyla da 'güzel'lik manâsındadır. Latincede 'biçim' anlamına gelen formadan formosus yahutformosa, Yunancada da eumorfos, 'güzel' demektir. Buna karşılık, 'biçimsiz' yine Latincede informis, Yunancadaysa amorfistir. İmdi 'anlam', 'güzellik', 'biçim', 'orantı', 'düzgünlük' ve nihâyet 'iyilik' örtüşen kavramlardır. Bu saydığımız kavramların kaynak karşılıklarını, menşe mütekâbillerini dışımızda bulamayız. Tam tersine duygu - düşünce âlemimizden kaynaklanan bu kavramları dışımızdaki dünyaya yansıtarak uygularız. Bunları dışımıza yansıtarak dünyayı düzenleriz, tanzîm ederiz. Öyleyse dünya düzeninin asıl kaynağı[i] duygu âlemindedir. İnsan, şu durumda manevî kudretiyle bir yandan kendi maneviyâtına öbür tarafta da kendini çevreleyen madde dünyasına biçim vererek onları düzenler. Madde dünyasına çıkarken biçimselleştirilmiş akılyürütme işlemlerini ifâde eden mantığına başvurur; onun aracılığıyla doğaya, yeryüzü ile evrene açılır. Süreçler hâlinde algıladığı dış olayların akışını aklının mantık düzeni gereği zaman dizileri şeklinde idrâk eder.
- Dış etkiler üstüne girişilmiş mantık-deney işlemler bütününe bilim diyoruz. Malzeme kaynağı dışarısı olmakla birlikte, son işlem merkezi içimizdedir. Dışımızda becerebildiğimiz düzenlemeyi dış, içimizdekiniyse iç düzgünlük (Y kosmos) tarzında niteliyoruz. Dış düzgünlüğü 'bilim' yoluyla, içimizdekiniyse 'ahlâk'la sağlıyoruz. İkisinin arasındaki râbıtayı ise, ahlâk, varlık ile bilgi öğretileri ve mantık çalışmalarıyla 'felsefe' kurar.
Hem dış, yanî bilimin hem de iç, demekki ahlâkın hareket ettiricisi ve yürütücüsü İlahî Ruhun biz insandaki tecelligâhı olan akıldır. Onun 'ruh'a uzanan köklerini bize bildiren din, onu da farklı zaman ve şartlara göre yorumlayan ilahiyâttır. Nihâyet, aklın kendinden kalkıp kendi 'ben'imizdeki tecellîsini ele alarak dışımızdaki olup bitenlere uygulanışını düzenleyen felsefedir. Şu durumda insanın 'tümel ben'ine[ii] bakışı ile dışında olup bitenlere, demekki res exten- saya yaklaşışı, mantıkca farklı yöntemlerle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ancak, mantıkca farklı yöntemlere başvurmak zorunda olmamız, içimiz ile dışarısı arasında çelikten perde germemiz gerektiği zannını asla doğurmamalıdır. Zirâ dışarının, içimizi etkilediği bir vakıayken, içimizin, dışarısını biçimleyip düzenlemesi zorunluluktur. Sonuçta 'ben', madem dışarısını biçimleyip düzenliyor, öyleyse dış da, yine 'ben'imin denetiminde 'öz'ümü etkileyecektir. Bu durumda ahlâk, 'ben'imin tertîbinde olduğu kadar, 'dış'ın tanzîminde de etkendir.
- Ruhun 'ben'ime düşen hissesine akıl, onun da 'ben'imi düzenleyişine, tertipleyişine ahlâk demiştik. O hâlde, ahlâklı olan, aklını kullanan kişidir. Böyle bir kişi de, nihâyet, tertiplidir. Tertipli olansa güvenilir kişidir. Ne var ki akıl, kendini bir ânda toptan göstermez. O, bidâyette kuvvedir. Dıştan alınan etkilerin, içimizdeki duyguları uyandırma evreleri, tecrübeleri oluşturur. Her tecrübe evresi, bir kendimi-ve-dünyayı-değerlendirme -durumuna işâret eder. Her bir ken- dimi-ve-dünyayı-değerlendirme-durumu, 'ben'i serpilip gelişen-akıl-aşama- sına erdirir. Her 'ben'in değişik bir akıl-kuvvesi ve bunu tekâmül ettirme-gücü vardır. Bundan dolayı, herkesin akıl-kuvvesi ve bunu tekâmül ettirme-gücüyle mütenâsib ahlâklı olma-imkânı farklıdır. Tabiatı veya tecrübe haznesi -meselâ, yaşı- itibârıyla akıl-kuvvesi zayıf yahut düşük olana akılbâliğ değil denir. Böyle birinden ahlâklı davranmasını bekleyemeyiz. Bekleyemeyeceğimizden, ahlâk çerçevesinde mütâlea edilmesi gerekene aykırı davranışı onda gördüğümüzde, ona 'ahlâksızlık' sanını uygun görmeyiz. Demekki 'ahlâklılık', 'akılbâliğ' kişiden beklenen davranma çeşidinin ortaya koyulmasıdır. 'Akılbâliğ kişiden beklenen' dediğimizde, bunu, bahse konu kişiden başka birinin yahut birilerinin beklediği bellidir.
- Örflere, âdetlere, gelenekler ile göreneklere, giderek bütün bunların biçimselleştirilmiş ve yaptırımlaştırılmış düstûrlar ile kurallar dökümü olan hukuka ve nihâyet kültürün tümüne vucut veren 'ben' ile ben-olmayan-kişiler arasındaki ilişkilerin düzenleyecisi ahlâk, böylece, toplum yaşamasının da belirleyicisidir. Ahlâk, buraya dek göregeldiğimiz başka görevleri ile özelliklerinin yanında, 'ben'in dışa-yansıtıcısı, dışavurumudur. Görüldüğü gibi, ahlâkın aslı 'ben'dedir. O, 'aklım'ın öncelikle 'içim'deki yansısı yahut yankısıdır. Onun, ilkin, içimdeki tatbikatını görüp onu bilâhare dışarıya aktarırım. 'İçim'de cılız, sönük, güçsüz kalıyorsa, 'dışarı'ya yansısı daha da zayıflamış olacaktır.
Akıl kuvvesi ile bunun tekâmül gücü yerli yerinde bulunan kimseden beklenen, anlama yetisini göstermesidir. Neyi anlayacak? Ahlâkın feyizlendiği aklın esin kaynağı olan Allahın bize bildirdiklerine kulakları tıkamamağı bilecek. İki bin altı yüz yıl önce yaşamış yurtdaşımız Efesli Herakleitos' un tam da bu konuda söylediği şudur: "Aklın (Y logos) geçerliliği ebedî (Y aiei) olmakla birlikte insanlar onu işitmeden önce de, bir defa, işittikten sonra da anlayamazlar. Her şey bu ilkeye uygun tarzda olagelmesine rağmen, her birinin bünyesine ve mahiyetine göre düzenleyerek ortaya koyduğum sözlerim ile eserlerimi sınar- larken insanlar tecrübesiz gibidirler. Ancak, öteki insanlar, uyurken başlarından geçenleri unuttukları gibi, uyanıkken de yapıp ettiklerinin yabancısıdırlar" (I). "Tanrının kehâneti (manteion) ne açıklar ne de müphem kılar; o, bir işârettir" - 'âyet'tir (T.D.)— (XXXIII). İşte, Tanrı kehânetini, yanî tebliğini anlayıp bunu kişinin 'ben'ine anlatmakla akıl yükümlüdür. "Sağlıklı düşünme (Y sofrosüne: Aklıselîm), en yüce fazîlet (Y arete) ile bilgeliktir. Böyle olan, doğru davranıp konuşur, şeyleri tabiatlarına uygun algılar" (XXXII), demekki âdildir, adâletlidir.
Sağlıklı düşünme nasıl olur? Birinci şartı nedir? Cevabı Herakleitos' tan dinleyip onun bildirdiklerinin, Kur'ândaki Arâf (7) sûresinin 100., 101. ve bu hususla ilgili nice başka Âyeti ne kadar da andırdığına bakalım: "İnsanın gözü ile kulağı ne işe yarar, mühürlenmişse gönül!" Aynı parçanın devâmı: "Ruhları körelmişse, insanlara gözleri ile kulakları kötü tanıktırlar" (XVI).[iii]
Âlem, insanın anlam ile değer atfetme edim imkânının tümüdür, demiştik. Anlamlandırma ile değerlendirmelerden varlık oluşur. Kişi kendini çevreleyen ben-olmayanlarla birlikte anlamlandırıp değerlendirmek sûretiyle ilkin 'ben'ini varlıklaştırmağa koyulur. 'Ben'ime beşerliliğimden itibâren verilmiş olan beşer-varoluşum üstüne ben-varlığımı inşâa ederim. Bu inşâa süresince beşer-varoluşumu artan miktarda, git gide de derinleşerek tanırım. Böylelikle gittikce seçikleşen bir ben-bilgisi 'ben'de belirir. Beşer-varoluşumu tanıdıkca onu koruyup kollama çabasına koyulurum. 'Derinleşerek tanırım'dan kasıt; 'ben'ime dışarıdan, demekki yalınkat beşer-varoluştan çenber çenber 'iç'e, şu durumda, 'ben-akl'a nufuz etme cehtügayretinde bulunurum. İlk merhâle beşer- varoluştur. Bu düzlemde beşer - insan-arası-geçidinde bulunan kişi, bedenini duyumlayıp onun hazzını yaşar. İnsan-olmanın ilk basamağında duran kişi, ilkin, içindeki sese kulak kabartır. İçindeki sesin temel ve ilkel buyruğuysa, 'bedenini acılardan sakın!'dır.
Git gide bedenin ıztırâptan uzak tutulması ile vucut azâlarının diriliğinden başlayıp bunların düzenini ayarlayan nefsin ihtiyâçlarını karşılamağa doğru yükselen bir ödevler basamaklanmasıyla karşı karşıya kalırız. Hayatımızın bu ilk dönemleri, şu durumda, bencil ve benmerkezcidir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı