1. Her canlı, başka birtakım varolanlara nice benzerse benzesin, kendine has özellikler taşır. Bu özellikler, nice özelleşirlerse, onlarla donanmış canlı, o denli karmaşıklaşır. Kendine has özelliklerince başka hiçbir şeye geri götürülemez, indirgenemez varolana birey diyoruz. Hücreden beşere dek istisnâsız bütün canlılar, şu durumda, bireydirler. Yalnızca insanlaşmış beşerin bireyliliği, artık eşsiz diye niteleyeceğimiz özellikleri hâîzdir. Böylesi bir bireylilik, kimlik kazanmış olur. 'Kimlikli insan'sa, 'kişi'dir. Kimlik kazanılıp kişileşildiği ölçüde insanlaşılmış olunur. İşte böylesine, kişilikli insan diyoruz. Kişilikli insan, düşünme itiyâdındaki bireydir. Düşünme itiyâdında olmak, olup bitenler hakkında olup bittikleri ânda düşünmekten ibâret olmayıp düşünme işlemlerinin ürünü olan düşünceler üzerine de düşünmektir. Birincisi az yahut çok mıkyâsta bütün insanlara yaygın olmasına karşılık, ikincisi pek az kimseye nasîb olur.
2. Düşüncesi üstünde katlanarak düşünebilen, hareketlerini de düşünceleriyle biçimlendirir. Düşünceler yoluyla biçimlendirilen hareketlere eylem diyoruz. Şu hâlde kendi başına eyleyebilmekçin kendikendine, yanî özerkce düşünmek gerekir. Başka bir mercie bağımlı kalmadan düşünmekse, hür olmak demektir. Kendi düşünmeleri doğrultusunda hareket eden yahut eyleyen de özerk kişidir. Düşünme dizileri arasındaki mantık bağlantılarını dikkatten kaçırmamağa özen gösteren, tutarlı düşünür. Tutarlı düşünme çabasındaki kişinin, bu uğurda, düşünme dizilerini süreklice, düşünerek, denetlemesi, onu bilinçli kılar. Böyle birinin eylemleri arasında da sıkı bir düzen bulunur. Eylemlerinde tutarsızlık bulunmayana da disiplinli kişi deriz. Buna karşılık, yargılarında, davranmalarında, hâl ile hareketlerinde tutarsız olan kişi, tabiatı itibâriyle böyleyse, delîdir; yok, bu tavrı, sunî yollardan meydana geliyorsa, serhoştur.
Bir kimsenin davranmasını, hâl ile hareketlerini, tavır ile tutumlarını belirleyen ahlâkıdır. Davranışlarını, hâl ile görünüme çıkan hareketlerini, yanî eylemlerini kendine ve başkalarına karşı hâlis niyet besleyerek belirleyen, ahlâklı kişidir. Ahlâkında oynamalar olmaz, hep aynı minvâlde yürürse, bu kişiye dürüst deriz. Dürüst kişinin en belirgin vasfı, özü ile sözünün, niyeti ile amelinin birbirlerini tutmalarıdır. Gerçi dürüst olmayan kişinin de özü ile sözü çakışabilir, örtüşebilir. Ölçüsü nedir öyleyse? Niyetin hâlis olup olmamasıdır. Bu hususu nitekim, Immanuel Kant, şöyle dile getirmiştir: "...irâdeni izhâr edebileceğin öyle bir kural uyarınca davran ki, sonuçta o, genelgeçer bir yasa değerini kazanabilsin."[1]
Derin düşünmeye, yani niyete göre düzenlenmiş eylemler, ameller, ahlâk makûlesinden sayılırlar. Ama niyetin kendisine gelince; o, dinidir. Madem niyete dayanır, öyleyse sonuçta ahlâk da, din çıkışlıdır. Esâsında hayatımız da tabiat talâkkimiz de dinidir.
3. Görünür düzlemde olup bitenler, dinin zahiri yakasında yer alırlar. Dışarıdan bakıldığında algılanamayan niyetse, dinin bâtıni tarafındadır. Bâtıni hususlar, gözlemlenip irdelenmeğe yatkın değildirler. O hâlde onların yalnızca görünüme çıkmış, tezâhür etmiş taraflarıyla meşğûl olabiliriz. Nitekim Hz Muhammed, "gördüklerime inanır (yani bilir), görmediklerimiyse, Allaha havâle ederim" demiştir. Yine aynı iddianın bir başka ifâdesini Ziyâ Paşa'da (1825 - 1880) buluyoruz: "Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz; şahsın görünür rütbeiaklı eserinde"dir.[2]
Kişi, niyet sahihliğine, hâlisliğine fıtratından ya yatkındır ya da değildir. Şu var ki, fıtratını da, toplum, inkişâf ettirir veya ettirmez: Eğitim. Toplum, eğitme yetisini (Fr capacite) geçmiş nesillerden devralıp işler ve ileriki nesillere devreder: Gelenekler ile görenekler. Peki, eğitimin kendilerinden kalktığı başlangıç ilkeleri nerede bulunurlar? Vahiyde. Ona sâdık kalan toplumlar, niyet sahihliğini besleyip geliştirirler. Vahiyi çarpıtan, kirleten yahut toptan unutan toplumların eğitim düzeni de iflâs eder. Eğitimi iflâs etmiş toplumlardan ahlâklı kişilerin çıkması neredeyse mucize kabilindendir. Ahlâk, birey düzleminde kişinin kendikendisiyle barışık hâlde eyleme; toplumunkindeyse, öteki bireylerle, menfaatı ön plana çekmeksizin, ödevi öyle gerektirdiğinden, iş görmesi kâbiliyetidir. Kişinin kendikendisiyle barışık olması, 'vicdân' dediğimiz, kendi içerisindeki, Allah sesine kulak kabartması, bu seste ifâdesini bulan Onun kılavuzluğuna tereddütsüzce uyması anlamına gelir. Nitekim İslâm, Allahın kılavuzluğunu tereddüt etmeksizin kabul etmek (imân), özetle Ona teslim olmak manâsını taşır. Elçileri, Allahın buyrukları ile tavsiyelerini en eski devirlerde kendi topluluklarına, daha sonralarıysa, bütün insanlığa tebliğle yükümlüydüler. Tebliğlerde ağırlıklı biçimde bahsolunan konu, kişinin öteki insanlarla kurduğu yahut kuracağı ilişkilerdir: Kul hakkı. Bunun bulunduğu yerde ahlâk vardır.
4. Vahiyden doğrudan yahut dolaylı kaynaklanmayan gelenekler ile görenekler, ahlâk orununa çıkamazlar. Ahlâk orununa çıkamamış gelenek ile görenekler, aid oldukları toplumlara mahsûs kalıp cihânşumûl değerlere kavuşmuş gözükmezler. Mahallî ve mevziîdirler. Meselâ kadîm aşîret görenekleri, sizi, mensûbu olduğunuz topluluktan birini öldürdüğünüzde, kâtil; birinin malını çaldığınızda hırsız olarak değerlendirir. Aynı fiilleri topluluğunuzdan olmayana karşı işlediğinizdeyse icâbıhâlinde, ödüllendirilebilirsiniz dahî.[3]
5. Milletleşmiş olsun olmasın, bütün toplumların dayandığı, ve kısaca din dediğimiz, inanç düzenleri vardır. Bunlardan İbrâhim dininin ilahî menşei sarîh olup tamamı İslâmdır.[4] Filvakî, İslâm bütün inanç düzenlerinin toplu adıdır. Müslümanın indinde, Onun tek saptırılıp çarpıtılmamış hâli olmasından ötürü Müslümanlık, esâsında 'din' demek olan İslâmla örtüşür. Öbür[5] kutsal yahut öyle kabul görmüş tebliğler veya metinler, Kur'ânın az yahut çok çarpıtılmış parçaları yahut cüzleridir. Öyleyse Kur'ân ile İslâm, bütünü temsil ve ifâde ederler.
Kurân, neye inanmamız ve bakarak görmemiz gerektiğini bize öğretir. Nite-kim, Allah, Rabbdır, öğretendir. Şüpheye düşmeden tereddütsüzce inanmak, imândır. Bu, çok sıkı bir iç düzen gerektirir. Bahse konu çok sıkı iç düzeni sağlayan din eğitimidir.[6] Onun, evvelemîrde ibâdet alışkanlığını kazandırma ödevi vardır. Nasıl, talîm, en müşkil iş demek olan, savaşanı ölmeğe ve öldürmeğe hazırlamakla yükümlüyse, ibâdet de, kişiyi Allahı süreklice anıp Onun buyurduğu yoldan istediği biçimde yürümeğe alıştırmakla görevlidir. Asker olmayanın, talîmin biteviyeliğini saçmalık olarak nitelemesi gibi, inanmayanın da ibâdeti, öncelikle de onun tören tarafını hiddet ve şiddetle yerip küçümsemesi umûruâdiyyedendir.
6. Dine inanmanın ve icâplarının ifâsının başında ibâdet gelir. Yine de dine inanmak ile icâplarının ifâsı herkeste ve her vakit iç içe yürümeyebilir.[7] Yaşayan dinlerde aslî cinsten olmayan icâplar, zamanın ve zeminin gereklerine göre değişirler. Demekki durağan değildirler. Belli bir dine mensûb olamak, onun şart koştuğu ibâdetleri, muâmelâtı, usul ile erkânı, kısacası şeriatı harfi harfine yerine getiriyor olma anlamına gelmez. Çarpıtmaya uğramadıkca genelde din, özellikle de Müslümanlık, inananlarının, şerîata uyup uymadıklarını, ilkece, kolluk kuvvetleri gibi, belirli bir dünyevî güç yoluyla denetleyemez. Buna tevessül ettiğinde, müellifi Tanrı olan din, dinliliğini yitirip kapalı devre çalışan felsefe sistemi çıkışlı, demekki akıl ürünü, ideolojiye dönüşür. Nitekim bir din adının sonuna ideolojiyi belirtir Türkcede ~cılık/~cilik, Fransızcadaysa ~isme ekinin ilâvesi, özde, dine tamamıyla aykırı bir keyfiyettir.[viii] Din, önünde sonunda, dernek, ideolojik siyâsî kuruluş, hizip filân değildir. Şerîat, gönüllü izlenmesi gereken bir yol yordamdır. Dinin manâsı, mümininin gönlüne gömülü olup ifâdesini irâdesinde bulur. Bâhusus Müslümanlıkta, başta insan olmak üzre, hiçbir dünya varlığı, yahut bir benzeri, tapınma nesnesi kılınamaz. Bundan dolayı dinin, dünyevî varlığa tapmağı çağrıştıracak ad yahut ünvânla anılması kabule şâyân değildir.
7. Dinin, öncelikle de iç düzenini kişiye bahşetmeğe matûf ibâdetin zorluklarından kaçanların, bu arada Tanrıyı reddetmeği de göze alamayanların, beğlik çâresi, "dine bağlı değilim, ama, evrensel bir düzgünlüğün ve yaratıcılığın varolduğuna inanıyorum" kolaycılığıdır. Unutulan husus, din denilen kurumun görevinin, yalnızca Tanrıya yahut benzeri kudretitam manevî güce inanmanın şartlarını sağlayıp belirlemekten ibâret kalmayıp insana yaşayışını bireysel ile toplumsal düzlemlerde tayin ile tanzîm etmek olduğudur. Burkancılık yahut Konfuçiyusculuk gibi, öyle dinler var ki, bunların önem sıralamasında düzgün ve anlamlı yaşayışa dair sunulan reçeteler, tanrılılıkla ilgili belirlemelerin önünde ve üstündedir. Şu durumda din, daha önce de belirttiğimiz üzre, yaşanana anlam ve çekidüzen verme meselesiyle birebir ilgilidir. 'Bu-dünya-ötesi' demeler, anlatımlar, yer yer ve zaman zaman, vesîle yahut araç kisvesine bürünmektedirler. Vurgu yapmak ve meşrûuluklarını temellendirmek amacıyla kullanıldıkları izlenimini vermektedirler. Nitekim neredeyse bütün dinlerde ibâdetin, genellikle öteki duyulara nisbetle görmeğe bunca ağırlık tanıması, teblîğ olunanı, kişinin, bizzât dünya hayatında görerek aklı ve kalbiyle tasdîk etmesi maksadına matûfdur.
8. Görerek tasdîk, dine mahsûs bir şart değildir. Bununla, başta bilim olmak üzre, inanma ile düşünme etkinliklerinin diğer kesimlerinde de karşılaşıyoruz. Bakarak görmek, aklı kullanmağı şart koşar. Sıkı ve tutarlı düşünmek demek olan 'alyürütme'nin kurallarını araştırıp tesbit etme sanatıysa, 'mantık'tır. Mantık esâslarına dayalı olarak gözlemlerde bulunup deney yapmak ve bu uğraşılardan geniş çaplı soyut gerekçelendirilebilinir ve denetlenebilir, tercihan da matematik ifâdelerle techîz olmuş sonuçlara ulaşmak 'bilim'in, bütün bunların nihâî değerlendirmesini yapıp sistemli bir evren tablosu yahut şablonunu çıkarmak da 'felsefe'nin işidir. Bu hüneri edinmekse, felsefe-bilim öğrenimi yoluyla olur.
9. Sonuçta imân etme disiplinini edinmek ile dış fizik gerçekliğine bakıp onu görerek öğrenmek, bir ve aynı pınardan fışkırıp birbirlerini tamamlayan insanın iki meşrebidir. İlki, enine, boyuna ve derinliğine çok çeşitli hâlleri ve vecheleriyle 'kendim'i tanımak, demekki bilinçlenmek; sonrakiyse, dış fizik gerçekliği öğrenmek, yanî bilgilenmektir. İkisinden birinin eksik kalması, daha da kötüsü ikisinin birden bulanık olması, bir medeniyeti ve onun mensûbu kültürleri kötürüm kılar. Kötürüm bulunan yahut öyle kılınmış olan bir kültür ortamının bireyleri de, 'gelişen insan tipi' anlamına gelen 'kişilikli insan' durumuna bir türlü intikâl edemezler. Kötürüm kültürlerin ve onlarda yer alan bireylerin insan kimlikleri, yanî kişilikleri de çözülüp çökmeğe hükümlüdür.
EK 1
Hz İbrahim ile oğlu Hz Ismaîl'in Allaha yakarışları:
"Rabbimiz! Bizi de yalnızca Sana baş eğen; döldöşümüzü (zürriyyet) de, Sana teslim olmuş Müslüman ümmet kıl. Sana nasıl ibâdet edeceğimizi göster, tövbelerimizi kabul buyur. Sen, gerçekten de, tövbeleri kabul buyuran, rahmet dağıtansın" (128).
"Ey Rabbimiz! Onların bağrından bir resûl gönder ki, o da, onlara Tebliğini iletip Hikmetini yansıtmak sûretiyle onları tertemiz kılsın. Gerçekten de arîf ve hakîm olan Sensin" (129).
"Bunu (yanî dini) İbrahim, evlâdına[ix] vasiyet ettiği gibi, Yakûp da böyle yaptı: 'Ey çocuklarım, Allah, sizlere bu dini seçti. Sakın! Müslüman[x] —yanî, Ona teslîm— olmadan ölmeyin'" (132)
"Onlar da (önünde sonunda) ümmetti. Gelip geçtiler. Onlar, yapıp ettiklerinin yemişini devşirecekler; sizlerse, kendi ektiklerinizi biçeceksiniz. Sizler, onlardan sorumlu değilsiniz" (134).
"...De ki, 'bizler Hak yolunda yürüyen İbrahim'in dinine tâbî olduk..." (135).
"Deyiniz ki, 'bizler, Allaha; bizlere teblîğ olunana, İbrahim'e, Ismâîl'e, İshak'a, Yakûb ile onların torunlarına indirilene, ayrıca Musâ ile İsâ'ya, sonuçta, bütün peygâmberlere teblîğ olunana imân ediyoruz. Aralarında ayırım gözetmeyiz. Bizler, yalnızca Allaha teslîmiz' —yanî, Müslümanız.." (136) —Bakara/2.
EK 2
Konfuçiyus'un (551 - 479) "Analektler"i; Lao Çe'nin (604 - 520) "Tao te King"i, Hinduların "Veda"ları; Zerdüşt'ün (M.Ö. VI. yy) "Avesta"sı, Hz Musâ'nın (M.Ö. XIII. yy) "Tevrat'ı, Hz Davud'un (1037 - 967) "Zebur"u, Hz İsa'nın (M.Ö. 5 - M.S. 30) "İncil"i gibi...
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
[1] Bkz: "Ahlâk Metafiziğinin Temeli"
[2] Bkz: "Terkibibent', 5.
[3] Bahsi geçen kabîle-aşîret örfü çağlar boyu geçerliliğini askerî ortamlarda, yanî ordularda korumuştur. Birliğinizden birini vurduğunuzda, katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarsınız. Çarpışmalar sırasında düşman saflarından adam öldürmek serbest olmakla kalmayıp ödevdir. Ödevini yerine getiren göğsüne nişân takılarak ödüllendirilir.
[4] Bkz: EK 1e
[5] Bkz: EK 2ye
[6] Kişiye dış, yanî giyimini, kuşamını, tavır ile davranışlarını belli bir tertibe sokmağa çaba harcayan, öteden beri, genellikle, askerî eğitim olmuştur. Geleneksel Osmanlı Türk terbiyesinde, neredeyse son dönemlere değin, din ile askerlik eğitimleri iç içe yürüyüp birbirlerini bütünlemişlerdir.
[7] 'Dindar' ile 'mütedeyyin' farklı anlamlar taşırlar. 'Dindâr', belli bir dine mensûb olan ve bu mensûpluğunu beyân eden; 'mütedeyyin'se, mensûb olduğunu beyân buyurduğu dinin şerîatına harfi harfine uygun yaşayan kimsedir.
Bu önemli ince ayırımı Türkceye dayanarak yapabiliyoruz. Haddizâtında, 'dindar' ile 'mütedeyyin' aynı anlamdadır. İlki, '~dar' sonekiyle Farscayken, sonrakisi Arapcadır.
[viii] Kimi dinlerin yahut dinimsi oluşumların ~cılık/~cilik soneki almaları alelıtrâk hâle gelmiştir. Bunlar, Burkancılık, Konfuçiyusculuk gibi, kurucularının adıyla anılır olmuştur. Ancak, asla genelgeçer örnek oluşturmazlar. Meselâ İslâmı yahut Müslümanlığı 'İslâmcılık' veya 'Muhammetcilik'/ 'Mu- hammediye'; Yahudîliği 'Musâcılık'/'Musevîlik'; Hınstıyanlığı 'İsâcıhk7'İsevîlik' şeklinde zikretmek hatâdan da öte izânsızlık, basîretsizliktir.
[ix] 'Evlât', zâten 'veled'in (çocuk) çoğulu olduğundan, 'evlâtlar' demek yanlıştır;
[x] 'Müslüman', hem dinin adı olarak anılmakta hem de 'teslim olunmuş' anlamında geçmektedir.