Arama

Prof. Dr. Teoman Duralı
Nisan 24, 2019

"Ehil olmayana ilim öğretmek, ilmi yitirmektir"

İmam-ı (Muhammed İbn İdrîs) el Şafiî (767 - 820)

Bedenin hemen ardısıra nefsin kendini duyurmasıyla, yeni bir evre başgösterir. Benmerkezci yaşama çenberi tedricen aralanıp topluma katılmanın eşiğine varılır. Ben beşer varoluşuma dönük ilkel ödev döneminden beni çevreyenlere karşı duyulan ödev evresine geçilir. Burada öncekindeki beden-nefs- bütünlüğünden doğmuş olanınkinden farklı, başta anne olmak üzre, yakın çevre topluluğunun aşıladığı yükümlülük hak denklemine dayalı din, dolayısıyla tebliğ kaynaklı, asıl, ödev ahlâkı kendini göstermeğe başlar. Bundan böyle yalnızca dirimsel ben-beşer doğrultusunda yaşanmaz. Dirim kökenli olmayan ve adına ülkü dediğimiz üstün değerler belirir. Burası, nefsî ruhî, böylelikle de manevî hayata giriştir. Bu düzlemde 'ben'in yanında, 'ben'le birlikte varolan kimseler, hayvanlar, bitkiler, taş ile toprak yolunda varolunma isteği 'içim'de kendini duyurur. Yükümlülük - hak denklemi 'ben'i sorumluluk anlayışına sevkeder. Bunu her ne denli 'içim'de duyuyorsam da, 'içim'e 'eken' 'dış'tır. Beni çevreleyen toplumun, bahsi geçen duygu kuvvesini uyandırma işlemine eğitim denir. Söz konusu duyguyu yönlendirip yönetense akıldır. Onun, 'ben'i süreklice 'ben-olmayan-yakınlar', yanî ' senler' doğrultusunda yaşamağa sevkedici seslenişler ile uyarışlarına vicdân adını veriyoruz. Madem aklım, Allah Ruhunun 'ben'ime düşen payıdır, o hâlde aklımın, 'ben'e seslenişi, 'ben'i uyarışı şeklinde tarîf ettiğimiz vicdân, haddizâtında Rabbın dur durak bilmez seslenişinden gayrı bir şey değildir: "... sapmış sapıtmışsam, bu, nefsimin hatâsındandır ve kendi zararıma çalışıyorum demektir; doğru yoldaysam, bu da, Rabbimden aldığım ilhâmla Onun kılavuzluğunda yol aldığım anlamına gelir; muhakkak O, her şeyi işiten ve en yakındır" — Saba/34 (50).

Allahın sesine kulak vermek, Onu işitebilmek berâberimizde getirdiğimiz kâbiliyet olmakla birlikte, demekki kalbin mühürlü olmaması şartıyla, bahse konu kuvvenin, fiile dönüşmesi, eğitim sonucudur. Toplum içine doğmamış beşer, Allahın sedâsına kulak kabartmağı, dolayısıyla akla uymağı, böylelikle de ahlâk duygusunu işletmeği öğrenemez, sonuçta insanlaşamaz. Allahın sesini işitmeği tek tek bireylere, şu hâlde mensûbu bulundukları toplumlar öğretir. Toplumlara da Allah, elçileri aracılığıyla ilettiği Tebliği doğrultusunda -ahlâk manâsında- yol yordam gösterir. Allah tebliğinden fazlaca şaşmamış insanların vucuda getirdiği toplum teşkilâtlanışınaysa, 'medine'193 denir.

1. ÖZ KAYNAK: TEBLİĞ

1. İlahî tebliğler, tarihin belli dönemlerinde yaşayan insanların, genellikle, ortalama anlamagüçlerine hitâbetmişlerdir. Kişinin bireysel gelişiminde olduğu üzre, insanlığın tarihî tekâmül seyrinde de, uzun sürmüş çocukluk çağıyla karşılaşıyoruz.

Ortaya çıkışı güney yahut orta doğu Afrikaya konumlandırılıp günümüzden aşağı yukarı iki yüz bin yıl öncesine tarihlenen beşer, yahut dirimbilimde/ biyolojide anıldığı adla Homo sapiens sapiens, Hz Mûsâ'nın, Tebliğe mazhar kılındığı M.Ö. bin üç yüzlere değin çocukluk ile ilk gençlik dönemini idrâk etmiş olduğu söylenebilir. Demekki günümüzden yaklaşık üç bin beş yüz yıl öncesinden başlayan olgunlaşma devrini idrâk ediyoruz. Bireyinkinde gördüğümüz gibi, insanlığın çocukluk döneminde de tasavvurlara (Fr representations) dayalı bir düşünme etkinliği bahis konusudur. Tasavvurlarla, dolayısıyla da biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen insanlar, kan bağını, yanî dirimliliği esâs alan topluluklar hâlinde yaşamışlardır. Aşağı yukarı elli binlere değin yörelerinde topladıkları otlar ve yemişlerle, daha az miktarda da leşcilikle karınlarını doyuran toplulukların fertleri, hayatî tehditler karşısında ortamdan kaptıkları taş yahut sopalarla hayvan öldürür olmuşlardır. Hayvan öldürme işi, git gide yiyecek -et, süt ile bunun türevleri-, giyecek -post ile deri-, yakacak -yağ-, barınak -keçe ile kıl- ve çeşitli âlet, edevât, silâh, ilâç -pösteki, kemik, ilik, sinir lifleri, kan, sidik- v.s. temini amacıyla âdet hâlini almıştır: Avlanma. Bir iş, bir uğraşı sahası olarak yer alıp yaygınlaştıkca, avlanmanın gerektirdiği âlet edevâtta da incelme ile gelişme görülmüştür. Artık ortamda taş, sopa nevinden rastgelinen doğal cisimler, yerlerini, çekiç, gürz, kargı yahut saban cinsinden mamûl maddelere bırakmışlardır. Nil çatalağzından (Fr&İng delta) Almanya ovalarına dek uzanan pek geniş bir sahaya yayılmış kırk bin yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen kargı kalıntılarıyla karşılaşılmıştır. Bunların hepsi Homo sapiens sapienstenmi yoksa beşerimsi başka yaratıklardanmı kalmıştır, bunu bilmiyoruz. Avcılık, ille kan bağı bulunan fertleri biraraya getirmeyip değişik kökenli bireyleri de işbirliğine sevkeder olmuştur. Ortak sıkıntılar ile paylaşılan ihtiyâçlar, kan bağını aşan düzlemlerde, topluluklara vucut vermişlerdir. Maddî etkenlere koşut olarak manevî âlemin ifâdesi olan değerler, bireyler arasında râbıta teşkil etmiştir. Bireyleri birbirlerine bağlayan râbıtaların başında, ortak ihtiyâçlar ile paylaşılan sıkıntıların yanında, kadın - erkek cinsiyet geriliminden doğan etken gelir. Tek başına gerilimin giderilmesine yönelik ilişkinin, cinsî münâsebet zemininde bırakılması, beden faaliyetlerini ayarlayan nefsin tatmînidir. Nesillerin üremesi ve toplum-kültür hayatının sürdürülebilmesi, temelde bu ilişkiyle bağlantılıdır. Ama onun ve öteki temel ihtiyâçların giderilmesi doğrultusunda insanın doğuştan mücehhez bulunduğu işleyişler (Fr mechanismes), kısaca içgüdü deyimiyle dile getirilip kalıtımca belirlenmiş hâl ile hareket çeşitleri kişide ya pek cılız ve güdük kalmışlardır ya da hiç ortaya çıkmamışlardır. İşte bu gediği insan, akıl ile zihin bütünlüğünü ifâde eden dimâğının (Alm Gemüt) ürünü değerlerle kapatır. Nitekim değerlerin, gerek birey gerekse toplum düzleminde insanın maddî ile manevî bütün etkinliklerine çekidüzen vermek üzre ete kemiğe bürünmüş şekilleri, sanatlar, örfler ile âdetlerdir. Sanatlar, örfler ile âdetler, gelenekler ile görenekleri tevlit etmişlerdir. Sanatlardan, örfler ile âdetlerden, gelenekler ile göreneklerden örülmüş doku, 'kültür'dür.

2. Beden faaliyetleri ile nefs hâllerini, öncelikle toplum çerçevesinde denetleyen, yönlendirip yöneten örfler ile âdetler, toplumdan topluma, çağdan çağa değişiklik göstermeleri, onların mahallî, mevziî ve izâfî olduklarının delilidir.

Birer budun adı olan Bantu ile Navajo (j = h), aslında 'beşer' demektir.[1] Şu durumda dışarıdan geliyorsanız, o budunun yahut boyun mensubu değilseniz, 'beşer'den sayılmazsınız. Nitekim, alınan, tebellüğ olunan tebliğ de, tarihî ve coğrafî şartlar çerçevesinde yalnızca kendini insandan sayan o belirli boya, oymağa yahut buduna mahsûstur. Anlamagücünün seviyesinden dolayı da tebliğin tamamına yakını tahrîf olmuş, bozulmuş olmalıdır. Tebliğle tebellüğ edilmiş Tanrı buyrukları, topluluğun tasavvurlu (Fr imaginaire) düşünme itiyâdı yüzünden, hayatın, doğa ile dünyanın somut unsurlarına eş koşulmuşlardır. Başka türlü söylersek: Aşkın olan şimdi ve burada bulunana indirilmiştir. Tebliğle bildirilenler, şimdi ve burada bulunan şekillerle donatılıp süslenir. Efsâneler de böyle meydana gelmişlerdir. Demekki Tanrının kendini ve bildirdiklerini insan, bir yana bırakarak, beşerî tanrılarını (putlarını) kendi hevesi ile hayâlgücü doğrultusunda imâl edip onlara tapmıştır.

3. Her kişi, belli bir örf ile âdet, gelenek ile görenek ağının içine doğmuş bulunduğundan, o belirli ağın insanı olur. Her belli örf ile âdet, gelenek ile görenek ağı bir kültürdür. Fakat her örf ile âdet, gelenek ile görenek ağının ana hatları az yahut çok belirgin biçimde belirli bir tebliğ tarafından çizilmiş bulunduğuna göre, kültürler, ya doğrudan doğruya dindirler ya da onun bir kesitidirler. Şu durumda din menşeli olmayan kültür, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini fikirce başlatan insancılık-aydınlanmacılık çağına değin tarihte yer almamıştır. Bütün bu bildirilenlerden ahlâkın, tebliğden kaynaklandığını görüyoruz. Ancak, tebliğin kendisinin akılda seçiklik kazanmasına değin ahlâk da, örf ile âdet dediğimiz mevzii ve kısmi geçerliliği bulunan değerler şebekesi hâlinde müphem kalmıştır. Tektanrı fikrini bizlere açıkca bildiren vahiy tebliğiyle ahlâk varlığı olduğumuz bilinci bizlerde seçikleşmiştir.

2. İLAHİ HİTÂBIN İKİ ÇEŞİDİ

1. Allah hitâbının iki çeşidi var: Onun doğrudan doğruya 'kişiye özel' tarzında insanın 'ben'ine 'iç'inden seslenişi: 'Vicdân'; ve Onun tayin ettiği belirli kişiler olan yalvaçlar/peygamberler aracılığıyla dönem dönem 'kamu-âleme-hitâbı'. Bu ikinci şık da, Kur'ân'ın gelişine değin evre evre, kısım kısım olmuştur. Tarihte kimi kişiler, Allah'ın kamu âleme hitâbının kendi devirlerine eksik ve çarpık nâil olmuş kısmını aşacak akıl-vicdân seviyesine erişmişlerdir. Herakleitos'un, Eflâtun'un, Farabî ile Nietzsche'nin "fevkalbeşer", "üstüninsan" diye değerlendirdikleri işte bu kişilerdir. Onların, bilgelik, güzel sanat, zanaat, bilim, fen, siyâset ile askerlik gibi, değişik alanlarda çığır açan başarıları bulunabilir. Hiçbir sahada göz kamaştırıcı işler becermemiş de olabilirler. Kişiyi insan, öyleki "üstüninsan" kılan, asıl, onun gönül gözü ile kulağını, Herakleitos'un deyişini tekrarlarsak, Logosa, demekki 'KelâmAllah'a alabildiğine açık tutmasıdır. Bu hâlin âşikâr deliliyse, o kişinin ödevine gösterdiği sadâkattır: Ahdevefâ. Bunun da birinci şartı şirk koşmamak; ikinciyse, kul hakkını yememek. İkisini bihakkın gerçekleştirenin özsaygısı ile özgüveni bulunur. Özgüveni ile özsaygısı taşıyan, iyi ve güzel insandır.

2. Özgüven ile özsaygısı, insanın, dirim-beşer cephesinden tümüyle ayırtedilmesini sağlayan en önemli özelliklerdir. İnsanın, özgüveni ile özsaygısını yitirmesi, Allahla bağının kesilmesi demektir. Dirim-beşer cephesi ve onun yönlendirici yöneticisi olan nefs, özgüven ile özsaygısını sarsmağa ve ikisinin dengesini bozmağa teşnedir. Özgüven ile özsaygısı, nefsin ayartıcılığı ile tehdidine süreklice marûz kalır. İmân, özgüven ile özsaygısının ana pâyândâsıyken, dindışı yaşama, nefsin destekcisidir. Aralarındaki çetin mücâdeleye 'büyük cihât' denir. Dindışının arkaladığı dirim-beşer yaşaması, bedene kolay, acısız ve rahat şartlar, kısacası haz sunarak nefsi kandırır. İşte bu hakikatın tam ifâdesi: "Dünya münkire cennettir..." (Hadis).

'Büyük cihât'ta olmak sabretmek ile direnmek demektir. Sabretme ile direnme, birbirlerini şart koşup tamamlarlar. Sabredip direnebilen mücâhittir. Hayatın tekmil nefsâni çekiciliklerine makûl dereceler ile seviyelerde karşı koyup kimliğinin ipliğini pazara çıkarmamış olan, sonuçta da Büyük cihâttan zaferle çıkana mükâfat, özüne duyacağı güven ile saygıdır. İlahî Hitâbın iki çeşidine mazhar olan kimse, hayatının her safhasında Büyük cihâda hazırdır. Özüne güvenip saygı duyan, kimliğini bilen, yanî özbilinçli dik duran insandır. Böyle olanın, ruh güzelliği dış görünüşüne de yansır. Sözünü ettiğimiz, sâdece orantılılığa dayalı moda dergisine kapak resmi olabilecek içi boş ' mannequinvârî' alımlılık olmayıp yine ruh duruluğuna sâhip birinin ancak idrâk ve takdîr edebileceği bir güzelliktir. Böylesi güzel bir insan, onunla karşılaşıp da ona bakana, kendini seyre dalana tanrısallığı çağrıştırır. Bu, orantılılığın değil de, iyiliğin çağrıştırdığı manâ dolu sahih güzelliktir. İyiliğin doğurduğu güzellik ise, gelip geçiciliğin panzehridir.

(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Sorun Nedir' isimli kitabından alıntılanmıştır.)


[1] Bkz: Mario Pei: "The Story of Language", 417.s.

Bantu: Beşerler, insanlar; tekil: Muntu.

Navajo: Beşer, insan —bkz: Guido Gomez de Silva: "Breve Diccionario Etimologico de la Lengua

Espanola", 102.s.

Prof. Dr. Teoman Duralı

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
2024 Fikriyat. Tüm hakları saklıdır.
BİZE ULAŞIN