Mahir Hoca’dan İzler - 1
Zannederim 1949-50 ders yılıydı; o zamanlar, henüz târihî eski binasında bulunan Haydarpaşa Lisesi'nin iki kat sığabilecek kadar yüksek, bisikletle dolaşılacak kadar uzun koridorlarından, orta yaşlı, babacan tavırlı bir şahsın sür'atli ve yalpalı adımlarla geçtiğini görmeye başladık. Muhakkak ki, mektebe yeni tâyin olunan hocalardandı. Hüviyetini merak edip öğrendim mi, hatırlamıyorum. Vaktâ ki, ders yılının nihâyetine geldik; kapanış münâsebetiyle yapılması mûtad olan toplantıda, talebenin bir kısmı –sık sık dinlemek mazhariyetine eriştiklerini sonradan öğrendim– "Hocamızı isteriz! Mâhir Bey'i isteriz!" diye bağrıştılar. İdârecilerin de ricâsıyle, koridorlarda rastladığımız o beşûş çehreli zat yerini aldı ve İstiklâl Marşı'mızı inşâd etmeye başladı. Aman Yârabbî! O ne çağlayıştı, lisenin büyük orta avlusunu ne gür ve erkekçesine dolduran bir okuyuştu... Kulaklarımda Ezan'dan sonra en çok yeri olan bu millî şâheseri, hem de ezbere bildiğim halde, o güne kadar meğer ben hiç anlamamışım! Sanki Âkif merhum, şiirini henüz yazmıştı; adının Mâhir İz olduğunu öğrendiğim bu heyecan dolu edebiyat hocası da ilk defâ bize tâlim ediyordu... Bir uğultu, bir alkış tûfânı... Bunun üzerine –gāliba– "Çanakkale Şehidlerine" de ayni coşkun edâ ile okundu. İşte, rahmetli Hoca'yı ben böyle bir sahne içinde tanıdım ve ona kalben bağlandım.
Daha sonraki senelerde, dört yıllık lise programı gereğince serbest seminerler yapılmağa başlanmıştı. Haftada birkaç saat, dersler boş bırakılıyor; talebe istediği hocayı dinlemek ve sual sormak hürriyetine sâhip kılınmakla, sanki fakülte havasına alıştırılıyordu. Zâten bir Mâhir Bey'in seminerleri dolardı, bir de Nihal Atsız'ın... Farklı mefkûrelere bağlılıklarına rağmen, her ikisinin değişik saatlere konulan ve dinleyenleri mânen doyuran bu latîf sohbetleri, benim gibi pek çok genç tarafından tâkib edilmeğe başlandı. O zamana kadar, Mâhir Hoca'nın diğer sınıflarda verdiği dersleri koridorlardan geçtikçe işitiyordum. Yüksek sesle, heyecanlı bir anlatış ve öğretiş tarzı vardı. İştirak ettiğimiz seminerlerinde –gûya– edebiyâta dâir sualler sormağa başladık. Hoca'nın bu basit sualler karşısında bizleri kendi seviyesine çekerek anlattıkları, Osmanlı-Türk kültüründen mahrum bir şekilde düşünmeğe mecbur edilen dimağlarımızda, tabîatıyle geniş ufuklar açıyordu. Edebî ve târihî bahisler arasında sözü edilenler, sâdece adı çok veya az duyulmuş şâir ve ediblerimiz değildi; Sâdî'den, Hâfız'dan, Şems-i Mağrıbî'den tutun da, Mütenebbî'ye, Ebu'l-Alâ el-Maarrî'ye kadar Arap ve Fars edebiyâtının zirve isimlerinden beyitler, kıt'alar işitiyorduk. Sanki Hoca, o yıllarda programa yeni konulan "Metinlerle Batı Edebiyâtı" dersini protesto edercesine, "Mutantan Şark"ın –Garp'lı pek çok şâir ve edîbe ilham kaynağı olan– edebiyâtını en câzip örnekleriyle, hem de asıllarından sunuyordu ve biz dinleyenler de:
Cânıma bir merhabâ sundû ezelden çeşm-i yâr,
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim!
hâleti içinde kalıyorduk.
Ben, lise çağlarında Hoca'nın resmen talebesi olamadım. Lâkin boş geçen bir dersim varsa, onu, bulunduğu sınıfda dinlemeğe koştum; aslî talebesine yazdırdığı notları istinsah ettim, toplantılarına katıldım. Mektep çıkışında rastlarsam, yol boyunca sohbetinden nasib aldım. Bu hal, mezûniyetime kadar sürdü gitti. Asıl yakınlığımız, 1953 yılından vefâtına dek her gün artan bir râbıta ile devam etti. Gösterdiği yol ve tuttuğu ışık dolayısiyle, kendisine neler ve neler borçlu olduğumu sıralamamın yazıya şahsî bir hava vereceğinden çekindiğim için, vefâtiyle yetim kaldığımı belirtmekle iktifâ edeceğim.
Hoca, hâliyle, kāliyle, pederinden mevrûs ak düşmemiş siyah saçlarıyle –ki boyadığını zannedenler çıkardı– hemen hemen seksenine yaklaşmakla berâber, Rızâ Tevfîk'ın:
Sıhhati yerinde, keyfi yerinde,
Yaşlıca bir gencim; ihtiyâr değil!
târifine pek yaraşırdı ve yarı yaşında bile olmayan bizlerde bu enerjiyi görmediğine de gāliba hayıflanırdı. Üstâdı Mehmed Âkif Bey (1873-1936) için kullandığı: "O bir menşur (prizma) idi" tavsîfini, ben de kendileri için tekrarlayabilirim; çünkü her topluluğu ayrı bir ışıkla aydınlatan adamdı. "İnsanlarla, akıl derecelerine göre konuşunuz" meâlindeki hadîsi en iyi benimseyip tatbik edenlerden birisi, emînim ki Mâhir Bey'di. Çocukla çocuk, büyükle büyük olur; yanındakilerin haz duyacağı mevzûlardan –edeb-i Muhammedi dâiresinde– dem vurmayı iyi bilirdi. Talebesi arasında "Mâhir Hoca" veya kısaca "Hoca" adıyla anılmakla berâber, muallimlere isim takılmasının âdet olduğu mektep sıralarında, kendisine "Mâhir Baba" veya "Baba Mâhir" denildiğini hatırlıyorum! Esâsen "baba" gibi şefkat ve himâye ifâde eden bir hitap şekliyle, ulvî ve kudsî "Hoca"lık unvânını nefsinde toplamak, her "babayiğid"in kârı olmasa gerektir!
28 Ocak 1895 günü İstanbul'un Beykoz semtinde doğan Mâhir İz Bey, babası Abdülhalîm Efendi'nin kadılık vazîfesi dolayısiyle, İmparatorluğun muhtelif şehirlerinde bulunduktan sonra, uzun yıllarını Ankara'da geçirmiştir. Ekseriyetini "ilmiyye" mensuplarının teşkil eylediği köklü bir âileden gelen ve îmanlı bir muhitte yetişen bu âteşîn mizaçlı genç, "Sultânî" tahsîlinden sonra, yaradılışına belki en uygun meslek olan hocalığı seçmiş, bu arada Millî Mücâdele'nin hazırlık yıllarını, kuvveden fiile çıkışını, zaferden sonraki ahvâli, Birinci Büyük Millet Meclisi'nin Zabıt Kalemindeki vazîfesi sırasında bütün heyecânıyle yaşamıştır. Yılların İzi adını verdiği hâtırat kitabında da görüleceği gibi; onun haksızlıklara tahammül edemeyen rûhunda, bu devrenin derin izler bıraktığı dâima hissolunurdu.
1924 yılında İstanbul'a dönen Mâhir Bey, gâye edindiği felsefe tahsîline bir temel olmak üzere Kimyâ Fakültesi'ne yazılmışsa da, babasının vefâtiyle yüklendiği âile mes'ûliyeti, buraya devâmına imkân vermemiş ve hocalığın yanı sıra talebeliğini sürdürebilmek gayreti ona bir-iki fakülte daha değiştirtmiştir. Mehmed Âkif Bey'in, Mısır gibi uzak diyarlardan bile bu konuda duyduğu endîşe, ona yazdığı mektuplarda sık sık görülmektedir. Yüksek tahsîlini nihâyet Edebiyat Fakültesi'nin Türkiyat Şûbesi'nde tamamlayan Mâhir Hoca, yine bu yıllarda, Ankara'dan beri tanıştığı Müderris Ferid Kam'dan (1864-1944) başka, Ahmed Naim Bey (1870-1934), İsmâil Sâib Sencer (1872-1939), Elmalılı Hamdi Yazır (1878-1942) gibi mûteber âlimlerin meclislerinden nasîbini almıştır; fakat üzerinde en çok, Millî Şâirimiz Mehmed Âkif'in müessir olduğu söz götürmez.
(Devamı önümüzdeki haftaya…)
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Mâhir İz, Necmeddin Okyay ve Süheyl Ünver'le, her üçünün nâçiz talebesi Uğur (31 Temmuz 1963)
Resim 2-3: Âkif Bey'in Mâhir Hoca'ya Mısır'dan ithaflı olarak gönderdiği fotoğrafı:
"Mâhir Bey oğlumuza:
Dış yüzüm öyle ağardıkça ağarmakda. Fakat
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası
Beni kendimden utandırdı, hakikat, şimdi
Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası"
15 Receb 1348 (17 Aralık 1929)
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Unutulan bir Mevlevi: Murtazā Elker - 2 (08.10.2021)
- Unutulan bir Mevlevî: Murtazâ Elker - 1 (01.10.2021)
- Toygartepesi’ndeki ev - 2 (24.09.2021)
- Toygartepesi’ndeki ev - 1 (17.09.2021)
- Boğaziçi’nde eski bir Türk evi - 2 (10.09.2021)
- Boğaziçi’nde eski bir Türk evi - 1 (03.09.2021)
- Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Bey - 2 (27.08.2021)
- Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rıza Bey - 1 (20.08.2021)