(x) (Bu makālenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Necmeddin Hoca'nın evinin -alt katta ve bahçede dolaşmaktan- üst katını unuttuk… Şimdi oraya çıkmazdan önce, sokak kapısından girince kunduralarımızı çıkarıp, yandaki terlik dolabından ayağımıza uygun bir çift almayı unutmadan evin içine dâhil olalım, zaten müdâvimler buna titizlikle riâyete alışkındılar.
Zemin kattaki ön ve arka odaların arasında, yukarıya çıkan merdiven yer alıyordu (Resim:1). Üst kattaki ön odalardan sâdece biri –ki Okyayların yatak odasıydı– ev şahnişînli olduğu için, altına tesadüf eden çalışma odasından daha büyüktü. Buradaki yerli dolap, aslında gusülhâne idi. Çünkü su şebekesinin olmadığı devirlerde, temizlik için yıkanmak ve keselenmek üzere ancak çarşı hamamına gidilir; yatak odasında, zemini ve yarıya kadar duvarı çinkoyla kaplı, biriken suyu bahçeye indirecek menfezi olan bir gusül mahalli ise, iktizâ ettiğinde kullanılırmış. Suyun ısıtılması için gerekli büyük boy Rus semâveri de buranın demirbaşlarındanmış. Boy abdestini gerektiren durumlarda, sabah namazı için –hele kış günleri– câmiye inebilmenin ne büyük külfet getirdiğini, buna nasıl tedbir alındığını bir vesîleyle sormam üzerine, hocadan her zamanki tatlı tebessümü ile: "Nöbetçi olmadığım günlerin kıtlığına kıran mı girdi a evlâdım?" zarîfâne cevabını almıştım! Ancak, benim bu eve girip çıktığım yıllarda su, şehir şebekesinden alındığı cihetle, aşağıdaki helânın arka tarafına küçük bir hamam ilâve edilmişti.
Yatak odasında demir karyoladan başka, birkaç sandık ve eski tarz hattat çekmeceleri vardı ki, içi lebâleb mahtûtat (hat eserleri) ile doluydu. Aşağıdaki odada hat veya hattatlar üzerine bir musâhabeye başlandığı zaman, konuya münâsip düşenleri göstermek üzere, Hoca'nın, kolay kolay yanılmaz hâfızasıyla: "Evlâdım, yukarıya çık; pencere tarafındaki sandığın içinden (meselâ:) üçüncü cilbendi al getir" dediğine ve sözlerini, bunun içindeki tasnif edilmiş hat örnekleriyle ispatladığına şâhid olurduk. Bu tarz görüşmelerini en ziyâde, sevdiği meslekdaşı Mâcid Ayral'la ve dahî bir başka keyifle sürdürürdü; eğer bu meclisde bulunuyorsam, istifâde ile dinler, notlar alırdım.
Bu baş tâcı eserlerin, gecelerini geçirdiği odada saklanma sebebini kendilerine sormadım ama alt katta vukû bulabilecek bir hırsızlığın belki yukarıdan işitilemeyeceği endîşesini mi taşırdı acaba? Mâmafih aşağıdaki oturma odasının duvarları da enâfisden levhalarla müzeyyendi (Resim:2). Kendisinin Okyay soyadını almasına vesîle olan kıymetli yayları yine yukardaki odalardan birinde, duvara asılı levhaların önüne tavandan hevenk hevenk asılmış görünüşüyle durur (Resim:3); okları da, deriden ve silindir biçimliyse kubur, köşeli ve uzun ahşap kutu şeklindeyse kandil adıyla tanınan mahfazalarda saklanırdı. Çünkü Okyay, ata sporumuz olan kemankeşlikten 1950'li yıllarda fiilen uzaklaşmıştı. Ancak, gelen meraklı misafirlerine bu âlet ve edevât üzerinden okçuluğa dair bâzı târiflerde bulunurdu. Bir de, Avrupalı ve Amerikalı dostlarına -antika bir mücevher gibi- kendisini tanıtmak isteyen rahmetli Nuri Arlasez (1909-2000), böyle meraklıları getirdiğinde, Hocamız uzun bir "Ya Hakk!" nidâsıyla onlara nasıl ok atıldığını gösterirken, birden gençleşirdi.
Yatak odasının yanındaki ön oda ise gerektiğinde misafir kabulü için kullanılırdı. Bu katın üstündeki dar çatı katına da Hoca'nın istediği bir hattat çekmecesini almak üzere çıkmıştım. Lâkin hem oraya çıkış merdiveni, hem de üst katın bahçe tarafındaki iki arka odası hâfızamda yer etmemiş. Herhalde, bu odalar Okyay âilesinin üç oğluna (Nebih, 1907-1983; Sâmi, 1911-1933; Sâcid, 1915-1999) babaevinde mukîm oldukları eyyâmda tahsis edilmişti. Zamanla tenhalaşan hânede artık en çok duyulan sesin, "Necmi Efendi, Hû!"hıtâbına karşı: "Efendim Seniyeciğim!" olması da gâyet tabiîydi.
Öyle selâmlık gibi, harem gibi cakalı kısımları bulunmayan ve mütevâzı bir sanatkârın âilesiyle beraber hayatını sürdürmekte olduğu bu gösterişsiz mekândaki cevelânımızı artık bitirelim, diyorum. Peki, buraya kimler gelirdi? Eski müdâvimleri ancak Hoca'dan ve hanımından duyarak tesbît edebilmişimdir. Bunların bir kısmının adları zaten önceki bahislerde ve resim altı yazılarında geçti. Yazılmadıkları da şuraya ismen sıralayayım:
Mutasavvıf Abdülaziz Mecdi (Tolun,1865-1941), Üsküdar Mevlevihanesi Şeyhi Ahmed Remzi (Akyürek,1872-1944), Müfessir Elmalılı Hamdi (Yazır,1879-1942), hattatlardan Hulûsi (Yazgan,1869-1940), Nuri (Korman,1869-1950) ve mücellid Bahaddin (Tokatlıoğlu,1866-1939) efendiler; mecâzibden Sükûti Dede, Es'ad Fuad Tugay (1884-1973), Fuad Şemsi İnan (1883-1974), Ressam Hoca Ali Rıza Bey (1858-1930), Tâhirü'l-Mevlevî (Olgun, 1877-1951), Ekrem Hakkı Ayverdi (1899-1984), Mâhir İz (1895-1974), Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah (1908-2002), Abdülbâkî Gölpınarlı (1900-1982), Kemal Batanay (1892-1981), Em. General Cevdet Çulpan (1898-1982), Abdülkādir Keçeoğlu (Yamandede,1888-1962), ressamlardan Murtaza Elker (1874-1969), Cemal Tollu (1899-1968), Şefik Bursalı (1903-1990) ve Hüseyin Tahirzâde (1888-1963); İbrahim Hakkı Konyalı (1896-1984), Prof. Dr. Marcel Labbé (ö.1939), Prof. Dr. Âkıl Muhtar Özden (1877-1949). Hocanın geniş bir "ahibbâ" çevresi olmakla beraber, isim sâhibi bu zevâtın Toygartepesi'ni ziyâret edip etmediklerini bilemediğim için, onları yukardaki listeye dâhil etmedim.
Necmeddin Hoca, aslında maddeten varlıklı bir kimse değildi. Evkāfdan imâmet hizmeti için 1907 yılından başlayarak aldığı cüz'î maaşa, 1916'dan itîbâren Medresetü'l-Hattâtîn'den ebrû, birkaç maarif mektebinden de rık'a hattı muallimliği ücretleri eklenmişti ve bunlara kalsa, ancak kıt kanaat geçinebilirdi. Fakat on sekiz yaşından sonra toplamaya başladığı hüsn-i hat eserlerini şuurla artırmasını bilen bir hattat oluşundan dolayı, yeni gördüklerini alabilmek için eski aldıklarından bâzılarını elden çıkarması gerekmiş; böylelikle, koleksiyonu gittikçe süzülüp arınan, kapsamlı ve seçkin bir mâhiyet kazanmıştı. O, topladıklarıyla, hayatına renk katarak yaşarken, Mücellid Bahaddin Efendi'den duyduğu: "Mücellidlik kanâattir, değildir cem'-i mâl etmek!" mısraını kendisine düstur edinmiş; otuz iki yıl hizmetten sonra, 1948'de Güzel Sanatlar Akademisi'nden yaş haddiyle ayrılırken, eski kanuna tâbi bulunuşundan dolayı bir emekli maaşına nâil olamayışının vebâlini de o devrin devlet anlayışına havâle etmişti.
Okyay'ın şahsı kadar, koleksiyonunun değerini de bilen Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Haluk Şehsuvaroğlu (1912-1963), bu eserlerin Saray koleksiyonuna kazandırılması için Hocamızı iknâ etti. Uzun bir hazırlık devresinden sonra, topladıklarının mühim bir kısmını Müze'ye götürüp teslim eden Necmeddin Efendi, kıymet takdîr komisyonunda bulunan ve diğer âzalara da tesîr eden –dost maskeli– bir başka koleksiyon sahibinin (adını da vereyim: Halil Edhem Arda) menfî davranışları yüzünden hakkı olan meblağı alamadan, bu eserler 1961'de Saray koleksiyonuna dâhil edildi. Birçoğuyla daha o zamandan âşinalığım olan ve aralarında "benzersiz" sayılacakların da bulunduğu bu eserlere, şimdilerde Saray Kütüphanesi'ne gittiğimde rastladıkça, Hoca merhûmun bunları oraya âdeta hediye etmiş olduğu zehâbına kapılıyorum. Bu haksız istimlâk üzerine Okyay âilesi, ellerine geçen 180.000 –yanlış okumadınız: yüz seksen bin– liralık satış bedeli yeni bir mülk almalarına yetmeyeceğinden, evlerini de satmağa ve buna eklemeğe karar verdiler. Toygartepesi, zâten gelenlerce yolu sapa bir yer sayılıyor, üstelik telefon da bağlanamıyordu. Artık şehir içinde daha rahat, düzayak ve kaloriferli bir mesken bulmalıydılar.
Ben o sıralarda yedek subaylık temel eğitimi için İzmir'deydim ve arada İstanbul'a geliyordum. Mayıs 1961'deki ziyâretimde, Okyayların bu eve tâlip olan birisiyle sözleştiklerini, Temmuz'daki kat'î dönüşümde ise Koşuyolu'nda altı fırın, üstü de iki katlı mesken olan bir mülk edindiklerini şaşırarak öğrendim. Sanki bu alış-verişte basîretleri bağlanmıştı; çünkü alınan bina hem kalorifersiz, hem de bunca yıldır alıştıkları Üsküdar'dan uzaktı. Katın birine kendilerinin taşınması için derhal hazırlıklara ve eşyanın toplanmasına girişildi. İşte o zaman Hoca'nın elinde kalan eserlerin de hem niteliği, hem niceliği ile azımsanmayacak miktarda olduğunu gördüm. Kendisi de topladıklarını hayretle seyrediyor ve bunlara bakıp bakıp: "Ne tûl-i emelmiş bu! Hey gidi deli Necmi hey! Dünyaya kazık kakmaya mı geldin?" diye söyleniyordu. Nihâyet, 26 Temmuz 1961 günü evin eşyaları dört kamyonla Koşuyolu'na taşındı ve Hoca, ömrünün 78.5 yıllık bölümünü geçirdiği Toygar'dan, artık ebediyen cüdâ düştü (Resim:4). Lâkin bunca senedir hemhâl olduğu topraktan, koklaştığı güllerinden ayrılmayı da tevekkülle karşılayabildi, bundan sonrasında pencere önlerine konulan saksı çiçekleriyle oyalandı. Ancak 1963 yılında, kadîm talebesi Ali Alparslan'ın Londra'dan hâtıra olarak gönderdiği bir gül kataloğuna karşı, ona hıtâben yazdığı şu kıt'a, kendi hâlet-i rûhiyesinin âdeta röntgenle çekilmiş filmi gibidir:
"Güllerin karşımda her an solmadan durmaktadır,
Hem temâşâsıyla gönlüm şâd-man olmaktadır,
Eski bağçem hâtıra geldikçe dîdem hûn olur,
Şimdi gül resmiyle Necmi, geçmişi anmaktadır."
Hocamız, altmış yıllık hayat arkadaşını 1967'de ebedî âleme yolcu edene kadar Koşuyolu'ndaki apartman katında, kendisinin 1976'daki vefatına kadar da Üsküdar-Doğancılar'da küçük oğlu Sâcid Bey'in evinde yaşadı. Fakat bu yazının maksadı, onun son yıllarından ve bozulan ev düzeninden bahsetmek olmadığı için, yine Toygar faslına dönüyorum.
İstanbul'un îmar mevzuatı değişip de, ağaçların yerine betonların yükselmesine müsaade çıktığı seksenli yıllarda, o dört dönümlük bahçeye blok apartmanlar dikildi. Sokağın karşı tarafına yapılan binalarla, yazımın başında bahsettiğim geniş manzara da kesildi. Ev ise, hicâbından büzülmüş gibi, yolun kenarında mevcûdiyetini sürdürüyordu. Nihâyet yakınlarda onun da kârının itmâm edildiğini gördüm. Osmanlı Türkçesi'ne de girmiş olan "Bir yerin şerefi, oturanı iledir" meâlinde Arapça bir söz vardır: "Şerefü'l-mekân bi'l-mekîn". Şerefi gittikden sonra, varsın mekân da gitsin... Lâkin gözlerim ister uzakdan, ister yakından Toygartepesi'ne takıldı mı, Keçecizâde İzzet Molla'nın (1785-1829) şu beytini –bir kelimesini değiştirerek– okumadan edemiyorum:
"Bir mevsim-î hazânına geldik ki âlemin,
Bülbül hamûş, havz tehî, gülsitân harâb!"
(Bu âlemin bir sonbaharına geldik ki, bülbül susmuş, havuz boş, gül bahçesi de harâb!)
Prof. Uğur Derman
(x)Resim 1: Evin üst kat planı.
(x)Resim 2: Alt kattaki kabul odasının levhalarla bezenmiş sol duvarı (1961 yılı).
(x)Resim 3: Üst kat odalarından birinde asılı duran levhalar, yay ve oklar.
(x)Resim 4: Toygar'daki evin boşaltıldığı 26 Temmuz 1961 günü Necmeddin Okyay, iki talebesi (Ali Alparslan, Uğur Derman) ve evin yeni sahibi kapı önünde.