(Bu makālenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)
Ankara'dan Getirilen Tavan
Duvarlarda dolaşmağa doyamayan gözlerim nihayet tavana takıldı, saraydan konağa kadar gezdiğim binaların çoğunda gördüğüm tavan nakışları, tezyînatımızın Avrupa tesiriyle soysuzlaştığı son iki asra âid olduğu için, her şeyiyle İslâm ve Türk kokan bu tavandan gözlerimi ayıramadan sordum:
- Bu tavan elinize nasıl geçti?
- 1944 senesinde Ankara'da bulunuyordum. Eski Ankara evlerini yirmi seneden beri tanır ve severdim. Ancak, Nâzım Çerkeş'e âid evi bir türlü görememiştim. Bir gün bir inşaat mes'elesinden canım sıkıldı. O hâl ile gezerken, hâtırıma geldi bu ev… Hamamönü semtinde arıyorum. Bir bakkal dükkânına girip sordum. Orada oturan biri: "Beyim, sen bizim evi arıyorsun, ama burada değil" demez mi! Kalkıp Cebeci'ye gittik ve gördük. XVII. asra âid bir menzil konağı. Tavandaki nakışların benzeri, Hacı Bayram Camii'nde de var. Adamcağız yakındı: "Tavan yüksek olduğu için evi ısıtamıyorum". Dedim ki: "Ben sana alçak tavan yaparım. Bu tavanı da satın alırım". Zaten, diğer odadaki tavan böyle bir metre aşağıdan kapatılmış; esâsı üstte kalmış. Neyse, hepsini almak üzere anlaştık. Lâkin, ben istedikçe o mazeret ileri sürüp sallıyor. Üstüne de düşmüyorum. Tavanı alsam ne yaparım?
- O zaman ev yapma hazırlığınız yok muydu?
- Hazırlık değil, niyet bile yok azizim! Çünkü ne ev yapacak arsa var, ne de proje… Derken, 1946'da Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil'den (1894-1969) bu arsayı satın aldıktan sonra projeyi hazırladım, artık tavanları istedim. O esnada bir de deprem olmaz mı? Ne ise, göbek kısımlarını blok hâlinde, sair kısımları parça parça getirdik, yerine koyduk. Tavanda gördüğünüz kornişleri buraya göre kendim tamamladım.
Yeri gelmişken soruyorum:
-Tavandan sarkan bu ahşap kandil nereden?
-Bunun aslı Manisa'da Muradiye Camii'ndeki top kandilin ortasında asılı iken bir tarafa atmışlardı. Fotoğrafını aldırttım, oradan resmini çizip bir oymacıya aynını yaptırttım. Ortasındaki de, eski Beykoz kandilidir…
Eski Türk Evi…
Refik Bey, demin kaldığımız yerden sözüne devam etti:
- 1946'da temeli atılan ev 1948'de bitti. Planını kendi zevkıme göre hazırladım. Bildiğiniz gibi üç oda, bu şahnişli salon ve diğer teferruatıyla birlikte 115 m2 'dir. İki katlı yapmayı da düşündüm, ama olmadı. Şahniş dediğimiz bu çıkmalar, eski evlerimizin husûsiyetlerindendir. Meselâ, bugün şehrimizin klâsik anlayışta en eski ahşap yapısı olan Anadoluhisarı'ndaki Amcazâde Hüseyin Paşa yalısı da böyle şahnişlidir. Sırası gelmişken söyliyeyim: Ben, Hasip Paşa yalısı gibilerinin mimarîsini -millî bir tarafı olmadığı için- beğenmem. Emirgân'daki Şerifler Yalısı güzeldir ama, onda da Barok tesiri var. Velhâsıl İstanbul'da, klâsik bir sivil mimarî nümûnesi kalmadı. Ahşabın ömrü bu kadar… Zâten mes'ele, tarih îtibâriyle değil, mânâ îtibâriyle eski olmakta… Anadolu'da Kayseri, Soma gibi bazı yerlerde eski evler vardı. Fakat, zaman geçtikçe yok oluyor. Meselâ, ben şeker fabrikası yapılırken bir taahhüd alıp Burdur'a gitmiştim. Bir ev gördüm; tavanı, yerli dolabı, tepe penceresiyle tam zevkıme göre… Altı bin liraya bir kadın almış. "Sekiz bin vereyim, şunu bana devredin" dedim. Satmazmış. Aradan sekiz, on yıl geçti, Burdur'a yolum düştü. Baktım, evin yerinde yeller esiyor. Nasıl yandım, bilseniz!
- Bilirim, dedim. Ben de İzmit ve Mudanya'dakileri gördüğüm zaman içler acısı hâllerine öyle yandım. Tâmiri, sahipleri için büyük külfet, zâten eski eser olduğundan imkânsız gibi bir şey… Hiç olmazsa kalan üç, beş evi devlet alarak bakımını sağlasa, müze olarak açsa… Turistlerin arayıp da bulamadıkları şey… Peki, eski Türk tarzı, sizce zamanımıza nasıl tatbîk olunabilir?
- Niçin olmasın? Eski tarz evlerin illâki ahşap olması îcâb etmez ki… Kâgir de olur, beton da…Meselâ, ben bu evi beton olarak yaptım. Ama klâsik görüntüyü eksiksiz vermek için dışını ahşap kaplattım. Aşı boyası ve altın varak da kullanılınca tam oldu. Hattâ, bir müddet evvel, Anıtlar Yüksek Kurulu'ndan geldiler. "Burası eski eserdir" dediler. "Yahu, etmeyin! Yapılalı yirmibeş yıl dolmadı" dediysem de "Biz eski eser kabûl ediyoruz" dediler. Bu böyle… Canım efendim, siz bu evin mutfağını, banyosunu filân bilirsiniz, modern değil mi? Kaloriferle ısındığı halde, o soğuk biçimli radyatörlerin ortada görünmeyişi fena mı olmuş? Her yenilikten istifâde etmek lâzım. Meselâ, eskiden evlerimizde döşeme için geniş, kalın ve uzun tahtalar kullanılır, üstü de icabında hasırla kaplanırdı. Ben, burada yerlere, Cemile Sultan Sarayı'ndan aldığım parkeleri döşettim, bir aykırılık var mı? Sonra, doğrama işlerinde 'sert ağaçtır' diye kestaneyi tercih ettim. Üstü de cilâlanınca bakın nasıl oldu? Her şey kullanılır. İş ki ona millî hüviyet ve ruh verilsin! Japonlar'ın yaptığı gibi… Şimdi bu evin modern konstrüksiyondan farkı nedir Allah aşkına? Ben demiyorum ki, öyle kemerli filân evler yapılsın… Sonra Anadolu'daki "hımış" dediğimiz evler, aşağı yukarı beton sistemine uyar. Sağlam malzeme kullanılmakla neler yapılmaz ki? Bakın, size çizdiğim hem modern, hem klâsik havalı bir Türk evi göstereyim. Bu villa betonarme yapılır. Geniş saçak ve tepe pencereleri Türk evinin husûsiyeti… Önü havuz, ecdâdımız evinde su sesi duymadan oturamazdı…
Resme ve plana baktım. Aman ne iç açıcı… Aklıma geldi:
- Hiç sizden böyle ev yapmanızı isteyen oldu mu? dedim. San'atkârımız acı acı güldü ve anlatmaya başladı:
- Şimdi hayatta olmayan, kültürlü ve varlıklı bir zât, gelip bizim evi gördü ve "Hah, ben işte böyle bir ev istiyorum" dedi. Müdahaleden hoşlanmadığım ve başıma gelecekleri de bildiğim için pek arzulu görünmedim ama, Küçükbebek'deki yerine gidip bir baktık. Orada eskiden kalmış mermer konsolları göstererek: "Bunlar kullanılacak" dedi. "E, hani bizim ev gibi istiyordun?" Uzatmayalım, ben o konsollara uyabilecek olan Sultan II. Mahmud devrine göre proje yaptım, kuşa çevirdi. Bir gün de baktım ki, dekoratöre kendisi birşeyler târif ediyor.
"Bir yerde ki yok nağmeni takdîr edecek gûş,
Tazyî-i nefes eyleme, tebdîl-i makām et!"
deyip bu işten sıyrıldım.
Tezhib Merakı
Mimar Refik Bey, eskilerin hezârfen (Bin san'at sahibi) dediği nevi'den bir san'atkâr… Fotoğrafçılıktan başka, tezhîb ve tezyînat ile de ciddî olarak uğraşıyor. Kendisi bu hususta şunları anlattı:
- Biz Sanâyi-i Nefîse'nin ilk sınıfında iken, müzehhib Yeniköylü Nuri Bey burada isteyenlere tezhîb öğretirdi. Ben de bir sene devam ettim, askere gidince bıraktım. Bâbıâlî'deki Medresetü'l-hattâtîn'e de arasıra uğrardım ama, orada ders görmedim… Aradan seneler geçip de, yazı toplamağa merak sarınca, Reîsü'l-hattâtîn Kâmil Akdik'e (1861-1941) bir hilye (Peygamberimizin görünüşünden ve ahlâkından bahseden bir levha şekli) yazdırdım. Yıl 1940… Kitapçı Raif Yelkenci'ye bunu tezhîb ettirmesini söyledim. Onun ahbâbı müzehhib Vehbi Efendi (1881-1953) yapamıyacağını bildirmiş. Ben de kızdım, oturup desenini çizdim ve işledim. İşte karşıda asılı duran hilye budur. Vehbi Efendi de görünce şaşırdı. Arkadan bir de Kādıasker Mustafa İzzet Hilyesi derken, zevkıme göre bazı eserler tezhîb ettim. Bu san'atta, Herat ve XVI. asır Osmanlı üslûbunu benimsedim.
Hakîkaten, Refik Bey bir amatör olarak kaldığı hâlde, Türk tezyînatıyle meşgul olanları bu eserleriyle şaşırtmıştır. Nitekim, evinin -revzen denilen- alçı tepe pencerelerinin o enfes desenlerini de bizzat hazırlamıştır. Bu münasebetle:
- İnsana "Dilsitânım, her metâın sende rengârengi var!" mısraını hatırlatan şu tepe pencerelerinden de bahsedermisiniz? diye sordum.
- Hay hay efendim. Tepe pencerelerine eski mimarîmizde çok yer verilmiştir. Normal seviyedeki pencerelerin kepenk veya kafesle kapalı olduğu düşünülse bile, tepeden gelen ışık, hele böyle renkli camlardan geçerse, ayrı bir güzellik verir. Bu pencereler, evlerin her tarafında bulunmaz, ancak oturma odalarına konur. Amcazâde yalısı gibi tepe penceresiz olanları da vardır. Ama, orada içerisi ahşap üstüne tezyînat ile kaplıdır. Tepe penceresi, İstanbul'da Tanzimat devrine kadar kullanılmış, sonra kalkmıştır. Anadolu'da ise, son zamana kadar terkedilmemiştir.
Refik-âbâd'ın dışardan alınan resmine bakarsınız, alt pencerelerde kafes kullanılmadığı görülür. İşte bunu sorduğumda şu cevabı aldım:
- Eski mimarîmizde mutlakā kafes yoktur ki… Meselâ Amcazâde yalısında yarısı üste, yarısı alta açılan tahta kepenkler vardı. Ben de bunu cama tatbik ile modernize ettim. Bizim dış camlar da üste ve alta açılır. Eskiden yalıların sadece harem tarafında kafes vardı. Selâmlıkda yoktur.
Bu sırada, duvardaki saat zarîf sesiyle saatbaşını haber verdi. Eh, artık kalkma zamanı da gelmişti. Duvara yaklaşıp saatin üstündeki tarih ve imzayı okudum: "Amel-i Süleyman – 1138 (1726)" Oo! bu Türk saati hâlâ muntazam bir şekilde çalışarak asırlara meydan okuyormuş…
Bakmadığım bir Edirnekârî kavukluklar kalmıştı. Refik Bey'in bunlar hakkındaki düşüncesi de kayda değerdi:
- Kanaatimce bunlar Edirne işi değil, İstanbul işi. II. Sultan Ahmed, II. Mustafa gibi padişahlar, zaman zaman Edirne'de oturdukları için, o devirde bizde hâkim olan Barok üslûp ile yapılan bütün işlere -hakikîlerinin yanı sıra- Edirnekârî diyorlar. Bu hâle göre, Nuruosmaniye Camii'ne bile Edirne işi demek lâzım!
Muhterem Gökkan'larla vedâlaşıp ayrılırken, artık sessiz bir duvar dekoru hâline giren deve derisi eski bir Karagöz tasvîri gözüme ilişti ve üzgün bakışlarıma sanki lisân-ı hâl ile: "Yahu! Beni kendiniz ihmâl ettiniz. Şimdi de Yunanlılar kaptı diye feryad etmek olur mu? Yemeyenin malını yerler!" diye karşılık verdi. "Öyledir Karagözüm" dedim. "Bize, birşey Batı'dan gelince kıymet kazanır. Sen de artık o tarafa gittiğine göre, yakında yurdumuza baş tâcı olarak tekrar gelirsin!"
Not:
Bu mülâkât 1972 yılında yapılarak Hayat Tarih Mecmuası'nda tarafımdan neşredildi. Mimar Refik Bey (1896-1975) vefat ettikten sonra hanımı da fazla yaşamadı. Önce kıymetli eşyaları, sonra da evi -kendisi oturamadığı için- Gökkanlar'ın tek oğlu Sâmi Bey elden çıkarmak mecburiyetinde kaldı. Yeni sâhibleri Yük. Mim. Bülent Çetinora (1929-2008) evin üst katını aynı üslûbda inşâ ettirdilerse de ben bu hâliyle görmedim.
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde…
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Refik-âbâd'ın tavanı.
Resim 2: 1726 tarihli bir Türk saati.