Sahilden Emirgân'a doğru giderken, Boyacıköy yakınlarında, yanık yağ ve sucuklu tost kokan gazinolar arasından geçen merdivenli bir koridor ve nihayetinde kocaman bir demir kapı görünür. İçeri girince sizi, sanki semâya doğru tırmanan sayısız merdivenler karşılar. Bu merdivenler, Ahmed Hâşim'in tavsiyesine uyulup ağır ağır veya bir çocuk heyecânıyla sür'atle çıkılabilir. Nefes darlığına müptelâ olanların bile, yukarılara rahatlıkla eriştiğine şaşmayınız. Zira basamaklar, çıkanı yormayacak şekilde alçak tutulmuştur.
Merdivenin sonuna yakın, arkanızdaki enfes Boğaz manzarasına mukābil, birden, karşınızda aşı boyalı, alçı pencereli, şahnişli, latîf bir Türk evi beliriverir. Bu şehri saran zevksizlik nümûnesi binaların arasında, onu sanki bir sihirli el buraya konduruvermiştir! İstanbul'da en yeni yapılan, en eski Türk evi işte önünüzdedir (Resim 1).
Vaktiyle saray ve kasırlardan bazılarının Sâd-âbâd, Şeref-âbâd, Hümâyûn-âbâd gibi isimlerle anıldığı gibi, bu eve de, sahibi Mimar Refik Gökkan'ın adından ilhâm alınarak, çocukluk arkadaşı Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver tarafından Refik-âbâd adı verilmiştir!…
Bugün gibi hâtırımda: Yıllar evvel bir yaz günü, Süheyl Bey hocamız bana: "Gel, yarın seninle, benim yarım asırlık dostum Mimar Refik Bey'e gidelim, memnun kalırsın!" teklifinde bulunmuştu. Refik Bey'in ismini, daha önce Necmeddin Okyay hocamızdan da duymuştum. "Aman evlâdım, Mimar Refik Bey'i tanı, evini gör. Zarfıyle, mazrûfuyle görülmeye sezâdır" demişti.
Süheyl Hoca'nın teklifini cân ü gönülden kabûl ettim, ertesi günü kararlaştırılan saatte yukarıda bahsi geçen merdivenleri ağır ağır çıktık. Tam 166 basamak sonra Refik-âbâd'ın kapısına vardık. Refik Bey ve refikası Hayrünnisa Hanımefendi bizi karşıladılar. Lâkin ben, evin içini ve eşyasını görünce, konuşmamı şaşırdım. Hani Sûz-nâk bir şarkı vardır:
Her lâhza seni görmek için âh ederim ben,
Gördükçe de nutkum tutulur, vâh ederim ben!
İşte benim hâlim bunun gibi bir şey oldu! Aradan geçen yıllar, yakınlığımızı artırdı. İçinde, mâzinin güzelliklerini topluca bulduğum bu kâşâneyi, eski san'atlarımızdan hoşlanan okuyucularımıza da tanıtmayı düşündüm ve Refik-âbâd'ın kapısını bir kere de bu maksadla çaldım. Lâkin "kapıyı çalmak" sözü bu dekora göre pek yeni kalır. Onun için, isterseniz "dakk-ı bâb ettim" diyeyim!
Zevk sahibi nice san'atkârımız vardır ki, tasavvurlarını maddî imkânsızlıktan dolayı tahakkuk ettirememiştir. Varlık sahibi nice zenginimizin de zevk ve gâyesi, L salon – salamanjeli (!) kibrit kutusu biçimli lüks katta oturmak ve katını ültramodern takımlarla döşemek olmuştur! Bir tarafa da, şöyle uydurma bir mangal ve nargileyi kondurdu mu, oldu işte Şark köşesi! Ne denir, Yaradan hepsini bir arada vermiyor. Şâir Haşmet'in bir beytini hatırladım:
Cânan bulunur, kûşe-i imkân ele geçmez,
İmkân bulunur, dâmen-i cânân ele geçmez!
Nazar değmesin, Refik Bey cânânı da, kûşe-i imkânı da ele geçiren nâdir bahtiyarlardandır.
Sisli bir sonbahar sabahında, Boğaziçi'nin câzip ve esrarlı görünüşünü, Refik-âbâd'dan birlikte seyrediyoruz. Yıllardır konuştuğumuz mevzuları, sanki yeni duyacakmışım gibi, bir de okuyucularımız için soruyorum. Rıza Tevfik'in (1869-1949) kendisi için söylediği:
Sıhhati yerinde, keyfi yerinde,
Yaşlıca bir gencim, ihtiyar değil!
mısralarına, sıhhati değilse bile keyfi yerinde olmakla uyan yetmişbeş yaşındaki genç muhâtabım, sorularımı sabırla cevaplandırıyor:
- Size klâsik bir sual: Hayat hikâyenizi kısaca anlatır mısınız?
- Efendim, benim çocukluğum haşarı olarak geçti. Hâlâ da öyleyim ya! Burhân-ı Terakkî Rüşdiyesi, Mercan Îdâdîsi derken, Hayskul İngiliz Mektebi'ne başladım. Birinci Dünya Harbi çıkınca burası kapandı. Ben de Sanâyi-i Nefîse (Güzel San'atlar Akademisi) mektebine girdim, altı sene sonra mimar çıktım.
- Öğretim sistemi bugünküne benziyor muydu?
- Mektebe yeni girenler, (mimar, ressam, heykeltraş, hakkâk) önce bir yıllık hazırlık sınıfında resim dersi alırlardı. Mimarîde, Grek-Roma etüdleri birinci, Kompozisyon ikinci, Rönesans üçüncü, Türk Mimarîsi dördüncü sınıflarda öğretilirdi. Bu şekilde mezun olunuyorken, mütareke yıllarında Bizans mimarîsi için de bir yıl konulunca, hazırlık sınıfıyle birlikte mektep altı yıl oldu.
- Peki, millî mimarîmizle ne zaman ilgilenmeye başladınız?
- Biz, Türk mimarîsini Kemâleddin Bey'den (1870-1927) öğrendik. Hattâ ben, imtihanda Selçuklu mimarîsinden proje yaptım ve mezun olduktan sonra, bir müddet hocamızın -kemerli mimarîye çok yer veren- klâsik tarzına uydum. Bir, iki sene geçip de Ankara'ya gidince, Vali Haydar Bey beni Belediye'ye inşaat müdürü olarak aldı. Baktım, ortada ne proje var, ne bir şey! Yüz ev ihale edilmiş. Haftada aşağı yukarı 10-12 tip proje hazırladım. Yenişehir'in ilk temelleri tarafımdan atılmıştır. İşte bu sıralarda, daha çok, eski Ankara yapılarından ilhâm alarak Kemâleddin Bey'in neoklâsik yolundan ayrıldım. Sonra, ev hususunda dâima Ankara ve Anadolu'nun muhtelif yerlerindeki sivil mimarî örneklerinin tesirinde kaldım.
- Klâsik bir Türk evine sahip olma arzûsu ne zaman doğdu?
- Eskiden beri, hattâ resme ilk başladığım zamanlar kartpostallara bakarak eski ev resimleri yapardım…
RESSAMLIK
Sözünü kesmek cür'etinde bulunarak:
- Sizin ressamlık tarafınız da mühim, dedim.
- Ha, öyle bir meşgalem vardır. Sulu boyayı Karaköy Palas'ı yapan Mimar Monceri'den öğrendim. Daha önce, hocasız olarak yağlı boya çalışırdım. Sulu boyadan sonra tekrar yağlı boyaya başladım. Zaten sulu boya bilene, yağlı boya yapmak zor gelmez…
Yandaki odanın duvarlarını dolduran tablolar gözümün önünden bir bir geçti… Realist tarzda dokümanter tablolar yapan Mimar Gökkan, bu çalışmalarıyle İstanbul'un yok olan evlerinden âbidelerine kadar bir hayli eseri hiç olmazsa unutulmaktan kurtarmıştır. Hattâ geçmiş yıllarda, Turing Klüp'te de bunları sergilemişti…
San'atkâr mimarımız, sözüne devam etti:
- Ne diyordum? 1930 yılında, bir antika toplama merakı başladı bende… Refikamın eniştesi Müfid Bey'in (Ord. Prof. Dr. Ârif Müfid Mansel'in babası) bu hususta üzerimdeki tesiri büyüktür. Eski ve kıymetli Türk eserlerinden buldukça almağa başladım.
Evin içindeki her köşe bu sözün isbâtı… Duvarlar en meşhur hat üstadlarının seçme eserleriyle dolu… Şeyh Hamdullah'lar (1429-1520), Hâfız Osman'lar (1642-1698), Yesarî Es'ad (ö.1798) ve Kādıasker Mustafa İzzet (1801-1876) efendiler bu çatı altında toplanmanın huzûru içindeler… İşte sedef ve fildişi kakmalı şâhâne bir yazı takımı, üzerinde A.H. amblemi var. İnce marangozluk san'atında, amatörlükten ileri bir güçle çalışan Sultan II. Abdülhamîd'in eseri… Şurada II. Sultan Mahmud devrine âid Türk ampiri bir koltuk ve göz dolduran bir mangal…
Eski içtimaî hayatımızda mangalın mühim yeri vardır. Ne demişler: "Mangal kenârı, kış gününün lâle-zârıdır". Şimdi, yerini kalorifere bırakmanın yanıklığı içinde, o lâle bahçesi artık külden ibâret…
Yerde, XVII. asır Uşak ve Bergama işi halılar, yanda yekpâre bakırdan mâmûl büyük saksılık… Küçüklü, büyüklü muhtelif şamdanlar… Bir sehpa üstünde XVI. asır Buhâra örtüsü, onun üzerinde kalemtraş, makta', kâğıt makası gibi, dedelerimizin hüner gösterdikleri yazı âletleri… Sultan III. Selim ve II. Mahmud devri nargileleri… Yine duvarda Sultan II. Mahmud devrine âid bir Üsküdar çatması (üstü çiçekli bir kadife cinsi), eskiden tütün çubuklarının üstüne sıralandığı Edirnekarî çubukluk… Hâsılı, ne tarafa baksanız, geçmişimizin iftihar edilecek kültür ve san'atını anlatmağa hazır…
(X) (Yazının devamı gelecek hafta…)
(X) Resim 1: Refik-âbâd'ın görünüşü.
(X) Resim 2: Refik Bey'in fırçasından annesi ve babası.
(X) Resim 3: Refik Bey'in fırçasından yapılan evin "baş oda" tablosu.
(X) Resim 4: Revzenleriyle câzip bir görüntü kazanan evin baş odası.
(X) Resim 5: Refik-âbâd'daki târihî mangal.
(X) Resim 6: Refik-âbâd'ın Yekpâre bakırdan büyük saksılık.
(X) Resim 7: Türk ampiri koltuk ve duvardaki hilyenin altında Üsküdar çatması.