Prof. Uğur Derman

Mâhir Hoca’dan izler - 2

(Bu makālenin birinci bölümü geçen hafta neşredilmiştir)

Mâhir Bey'in altmış yıllık meslek hayâtında, belki en feyizli devre, Yüksek İslâm Enstitüsü'nde hoca olarak bulunduğu son 13 yıldır. İlmiyle hiçbir zaman çağdışı kalmayan Mâhir Hoca'mızın düstûru:

Sen çalış, sîneye sığmaz deme, âsâr-ı ulûm,
Bir küçük âyînede aks-i semâ zâhir olur!

beytinde toplanmış gibidir. Talebesini irşad için katlanmayacağı fedâkârlık yoktu; dar düşünen kafaları yumuşatıp, onları uyanan zekâlarıyle kendisine bağlardı. 11 Temmuz 1974 günü Sahrâ-yı Cedîd'i kaplayan ve Hoca'nın fânî varlığını saran geniş sevgi hâlesi, bu râbıtanın en son ve canlı delîli sayılabilir.

Onun, eski edebiyâtımız kadar, Arap ve Fars Edebiyâtı'nın da künhüne vâkıf olduğunu söylemenin, bu nâçiz talebesine düşmeyeceği muhakkaktır. Ancak, memlekette adedi pek azalan klasik edebiyat müntesiplerinin Hoca'ya nasıl bir mevkî ve kıymet verdiklerini de görüp işitmişizdir. Bizden olduğu kadar, Arap ve Fars şiirlerinden de yeri geldikçe okumayı severdi. Ancak, bir kitaba veya deftere bakarak okuduğu sanılmasın! Uzun şiirleri dahi, hâfıza denilen hazînesinden hiç şaşırmadan bulur çıkartırdı. Şiirin mevzûuna göre –ister dînî, ister millî ve hamâsî, isterse garâmî olsun– teatral bir tonla ve arûzun hakkını vererek gür, latîf bir sadâ ile inşad edişini dinlemiş olanlar bahtiyar sayılmalıdır.

Hoca'ya göre şâirlik, gazelde belli olurdu; dolayısıyle şu veya bu şâir üstünde durmayıp, doğrudan doğruya şiire bağlanırdı. Onca, şâir, bilinen bir mazmûnu tekrarlamak yerine, bâkir mazmunlar bulmalıydı. Bu sebeple eski şâirlerimiz hâricinde, Muâllim Nâci devrinin gazel-serâlarına, bilhassa Yenişehirli Avni ve –daha sonra kayınpederi olan– Muhyiddin Râif Yengin beylere hayrandı. Zamânımızda ise, yâr-ı cânı Hâlis Erginer ve yakın zamanda tanıyıp bağlandığı Kemâl Edîb Kürkçüoğlu beyler, bu vâdîde çok beğendiği şâirlerdi. Ayrıca, Adanalı Hayret, Adanalı Ziyâ gibi, pek çok edebiyat mensûbunun ismini bile duymadığı hakîkî şâirler onun hâfızasında taht kurmuşlardı.

Nesir sâhasında, Cenab Şahâbeddin'in zekî ve ihâtalı ifâdesini çok beğenir, "Cenab'ın nesrini okuyup da zevkıne varan kimse, edebiyâta vâkıf demektir" sözünü dâima tekrarlardı. Bununla berâber, yazarken kendi üzerinde müessir olan, Süleyman Nazîf'in üslûbu idi. Sâdeleşmiş Türkçe devrinde ise, Refik Hâlid Karay'ın parıltılı nesrine hayrandı.

Hoca, yetişme çağlarında, o devrin münevver gençlerinin çoğu gibi Tevfik Fikret'in –daha doğrusu "Sabah Ezanı"ndaki îmânlı mısrâları yazan Mehmed Tevfik'in– tesîri altında kalmış, hattâ o yolda şiirler de kaleme almıştır. Ancak, "Târih-i Kadîm"i gördükten sonra, fikren Fikret'ten kopmuş, bu arada irticâlen bir de reddiye söylemiştir. Bununla berâber, onun Türk şiiri diline getirdiği yenilikten dâima takdirle bahs eserdi. Nitekim Fikret'in fikrî harâbesine karşı bir dağ gibi dikilen Mehmed Âkif de bu hakikati: "Nâci gelmese Fikret olmazdı, Fikret gelmeseydi, ben olmazdım" sözleriyle ifade etmemiş miydi?

Peki, o kadar ilmiyle, irfânıyle Mâhir Bey niçin az eser verdi? Bence bunun bir kaç sebebi vardır: Verimli olması îcâb eden olgunluktaki senelerini, vazîfe şuûruyle dolu bir şekilde, mektep müdürlüğü makāmında tüketen Hoca'nın, fiîlen muallimlik ettiği daha sonraki yıllarda, fikrî yorgunluktan âzâde bir zamânı hemen hemen kalmazdı. Onun bir heyecan kasırgası hâlinde ders sohbetlerinde bulunanlar, bu sözlerimin mânâsını daha iyi anlayacaklardır. Herhangi bir hocanın, birkaç saatte tüketebileceği enerjiyi, Mâhir Hoca –mübâlâğasız– bir ders saatinde harcardı. Üst üste dersi olduğu veya uzun sohbetler yaptığı günlerin gecesinde, eser te'lîfiyle uğraşabileceğini düşünmek bile muhaldir. Zâten elde mevcut birkaç eseri de, sabah namazından sonraki erken ve dinlenilmiş saatlerin mahsûlüdür, denilebilir. Tâtil ayları ise, bütün bir tedris yılının yorgunluğunu gidermek gayretiyle geçerdi.

Hoca'nın bir sohbet adamı oluşu da, fazla eser vermesine mâni teşkil etmiştir, sanırım. Bildiği mevzûda bir suâl sorun, saatlerce anlatsın... Hem de en latîf tarzda... Lâkin şahsını kayıd altına alacak şekilde yazmak, onun için külfet olurdu! Bir plana bağlanmadan, heyecan mahsûlü –âdeta "trans" hâlinde– kaleme aldığı mektuplarında ise Hoca eski "münşî"lerin gıbta edecekleri üslûbunun en yüksek derecesine çıkardı. Kendine has, o Mâhirâne "inşâ" tarzını, eski bir alışkanlıkla muharrirliğe tercih ettiği içindir ki, bıraktığı eserlerin adedi fazla olamadı. Bu hususta sonuncu sebep de, Hoca'nın tevâzuudur. Kendisini din âlimi saymaz; "Ben dînî tahsil yapmadım. Ancak, küçükken bulunduğum Medîne'nin, o gülzâr-ı nübüvvetin feyzi sâyesinde ne öğrendiysem öğrendim" derdi. Fakat, memlekette bu mesleğin adamı olduğu halde "terkib" hissinden yoksun, Âkif merhumun:

Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhâmı.
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm'ı!

anlayışından mahrum bâzı ulemânın bekleneni söylemediğini, yazmadığını gördükçe, bu yolda eser vermeye yanaştı. Tasavvuf, Din ve Cemiyet gibi kitapları bir gāye uğruna kaleme alınmıştır. Ne yazık ki, bâzı mülâhazalarını nakletmeyi tasarladığı İslâm ve Cemiyet'in te'lifine hastalığı mâni olmuştur. Ah! Şimdi aklıma, yine kuvveden fiile çıkaramadığı bir tasavvuru geldi: 1956 yazında olacak; Hoca, düşünce ve ifâde tarzı kadar, seciyesinin de hayrânı olduğu Mehmed Âkif hakkında –ısrarlı teşviklerimden sonra– bir eser hazırlamağa niyet etti. Safahât'ı birkaç Kanlıca celsesinde tamâmen taradık. Kitap, Âkif Bey'in bu ölmez eserinin bir şerhi mâhiyetinde olacaktı. Bu ön hazırlıktan sonra, bir ziyâretimde Hoca, beni gāyet memnun bir şekilde karşıladı ve: "Azîzim" dedi, "Nevzâdın (doğan çocuğun) adı kondu: Mehmed Âkif ve Türk'ün Yedi Askısı!". Sevincimi târif edemem! Nasıl ki Muallâkāt-ı Seb'a Arap edebiyâtının şâheseridir. Âkif'in yedi kitapdan müteşekkil Safahâťı da öyle değil miydi? Yalnız onun koyabileceği bu ihâtalı isim karşısında kendisini heyecanla tebrik ettim. Çünkü böyle bir eseri yazmağa da en ziyâde Hoca muktedir ve lâyıktı. Lâkin çıkarılmak üzere bekleyen kış yorgunluğu, kendisine o yaz mevsiminde çalışma imkânını vermedi. Şimdi ben, Âkif ve Mâhir Bey'lerin yokluğuna olduğu kadar, sâdece ismi konulan ve doğmadan ölen bu eser için de yanıyorum!

Son yıllarda Hoca'yı en çok üzen bir mes'ele, hem de resmî kuruluşlar eliyle Türk dilinin maksatlı bir şekilde bozulmak istenişiydi. Türkçenin Sırları isimli kitabı dolayısıyle –kendisinden bir ay sonra rahmetli olan– dostu Nihad Sâmi Bey'e nasıl kıymet biçeceğini bilememişti. Buna mukābil, Eski Türk Edebiyâtı'nı meslek edinen bir yakınının, Prof. Fâhir İz'in kitaplarında –ne sebeple bilinmez– uydurma dile yer verişi onu perîşan eylemişti, hayret ve teessür ile gözlerinden süzülen yaşlara şâhid olmuşumdur.

Hoca'nın kütüphânesi, hâfızası ve bâzı notlar aldığı defterleriydi. Bu kadar imkânı bulunduğu halde kitap toplamayışına, genç yaşında şâhidi olduğu hâdise mânevî bir engel teşkil etmiştir: Bilhassa yazma kitap bakımından zengin bir kütüphâneye sâhip bulunan ve arzu ettiği eserleri kâtib tutup istinsah ettirecek kadar kitap seven babası Abdülhalîm Efendi, 1917'deki büyük Fâtih yangınında evi yanarken dışarı çıkmış ve alevlere bakarak: "Kitaplarım!" diyebilmiş; o emsâlsiz kütüphânesinden geriye bir kül yığını kalmıştı. Hoca bu hâdiseyi hatırladıkça, çok sevdiği şâir Üsküdar'lı Tal'at Bey'in eviyle birlikte yanan şiirleri için söylediği:

Evimin yandığına yanmadım amma Tal'at!
Yandı bin beyt-i metînim, ana hâlâ yanarım!

beytini tekrarlardı. Ömrünün son yılında, azîz Hocamız tam bir sabır imtihanı geçirdi. Daha önce, eserlerinde "sabır" bahsini ehemmiyetle ele alarak bu bâbda görüşlerini sıralamıştı. Ciğerlerine musallat olan o menhus illetden sonra, evvelâ nazarî bir şekilde anlattığı sabr'ın âdeta amelî bir şerhini yaptı. Geçirdiği en sıkıntılı günlerde bile şikâyet yerine Rabbine hamdetti, karşısındakileri üzmemek gayretiyle çırpındı.

Şimdi hatırıma şâirini bilmediğim bir beyit geldi:

Meclis-î irfâna bir şeb mûm olan ehl-i hüner,
Mahv eder kendini ammâ, subh-i maksûda erer!

Hoca, bir veya birkaç değil –hakîkî Türk kültürü nâmına dâimî bir karanlığa itildiğimize göre– her gece yeni bir irfan meclisinin projektör kudretindeki mumu idi. Bu vasfı o dereceye varmıştı ki, nihâyet bir mum gibi eridi, eridi ve bu âlemin irfan meclisleri 9 Temmuz 1974 günü onun ışığından mahrum kaldı. Ebedî âlemdekiler bahtiyardırlar ki, bu meclisler şimdi belki orada kurulacak...

Prof. Uğur Derman

Resim 1: Mâhir İz Hoca 70 yaşındayken

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.