Mâhir Hoca’ya göre Cenab Şahabeddin
Geçenlerde merhum hocam Mâhir İz Bey'in (1895-1974) -vasiyeti üzere bu satırların yazarına intikal eden- metrûkâtini karıştırırken, gözlerim acele yazılmış birkaç sahîfeye takıldı. Okuyunca anladım ki, 1933-1936 yılları arasında Edremit Ortamektebi müdürü olarak bu şehirde bulunuyorken, 1934 yılının ilk aylarında Balıkesir Halkevi'nde yapılacak olan edebiyat gecesinde kendisinden bir konuşma istenmiş. O da aynı yılın 13 Şubat günü İstanbul'da vefat eden Cenab Şahabeddin'e (1870-1934) dâir duygularını ifâde için neşredilmeden kalan -aşağıda okuyacağınız- notları hazırlamış.
İrticâlî konuşmaları ile herkesi teshîr eden Mâhir Hoca o gün ne kadar konuştu, mahfuzâtından kimbilir daha neler ekledi, bilemiyorum. Ancak Cenab Şahabeddin için sıkça tekrarladığı şu sözünü hatırlarım: "Cenâb'ın nesrini okuyup da zevkıne varabilen kimse, edebiyata vâkıf demektir". Bu, böyle olmakla beraber, kendisi yazdığında, Mâhir Bey'in kaleminin Nazîfâne üslûba bağlılığı hemen anlaşılır. Hattâ, Süleyman Nazif'in (1870-1927) vefatı üzerine, bu elîm hâdiseyi Mehmed Âkif Bey'e (1873-1936) haber vermek üzere Mısır'a gönderdiği, üslûbuyla Nazif'in ruhunu şâd eden bir mektubunu sizlere sunalım:
"Üstâd-ı âlî-cenâbım Efendim,
Arîzam, çok müteessirim ki, bir kara haberle başlıyor. Buna, mektubumun vusûlünden evvel muttali' olarak mütelehhif bulunmanız da muhtemeldir. Dünki gazeteler, sahîfelerini Süleyman Nazîf'in haber-i elim-irtihâliyle kararttılar. Evet, insanın hiç inanmak istemediği bu kazâ, kendisi ve âilesiyle birlikde, bilumum kadirşinasların başına dün nâzil oldu ve merhum, bu gece -ki Leyle-i Regâib'dir- hâk-i Gufrân'a girdi. Cenâb-ı Kibriyâ, Habîb'i hürmetine müstağrak-ı eltaf eylesin.
Aman Yâ Rabbi! Daha bir hafta evvel, bir iki makālesini "Yıkılan Müessese" nâmiyle kitab hâlinde neşretmiş idi. Kim hâtırına getirirdi ki, tahrir ve edebiyat âleminin başlı başına bir müessesesi olan koca şâir birden bire yıkılıversin? Arsa-i belâgatin o yaman şehsüvârı, meydânı ebediyyen terk edince, ne derin bir boşluk hâsıl oldu? Bu imtilâ kabul etmeyen halâ, kimin cezâsıdır Yâ Rabbî?
Edebî, içtimâî, siyâsî hangi bir mevzû vardı ki, haşmet-i beyâniyle ziynetlenmesin? Üslûbu, selsebîl-i âteşîni, dünki ve bugünki nesli aynı sûretle lerzedâr-ı tahassüs etmiyor muydu?
Hâlık-ı levh u kalem, onun nâypâre-i huşk'üne ne feyyaz, ne tarâvetdar bir kudret bahşetmişdi ki, Süreyyâ'dan serâ'ya, zîrden bâlâya külfetsiz akıp taşan efkârını, pürüzsüz resm ü tasvir eder; kārî'i en latîf heyecanlarla berâberinde götürürdü. "Kahr-ı hasm eylemeye elde asâdır hâmem!" fahriyyesinin, ahdinde, bi'l-ittifak en liyâkatli kāili idi. Seciyesi hakkında, kārîlerinin mütâlâatını taglit eden bâzı âsârı, bu irfân-ı millet hâdiminin rubu' asırlık emeğine bağışlanmaz mı? Onu da, biz Cenâb-ı Hâlık'dan niyâz ediyoruz.
Asıl muhtâc-ı tesellî ve tâziye sizlersiniz aziz üstâdım. Vâsıtü'l-ıkdi Hâmid olan kılâde-i san'atı Cenab'la siz üçünüz çerçeveliyordunuz. İşte bu akşam, dest-i kazâ taşın birini toprağa düşürdü. Acaba ayni ayarda bir cevher yerine konabilecek midir? Boş kalan yerini doldurabilecek midir? Heyhât...
Tâzim ve hürmetle ellerinizden öperim.
Mâhir"
* Bu mektubda yer alan eski kelimeler için aşağıya lügatçe konulmuştur.
Mâhir İz'in Yılların İzi adlı hâtıra kitabında da bahsi geçmeyen bu Cenab Şahabeddin konferansının vecîz notlarıyla okurlarımızı başbaşa bırakıyorum:
"Muhterem Hanım ve Bey Efendiler,
Söze başlamazdan evvel, iki üç kelime-i şükrânı arza müsâadenizi rica edeceğim.
İlk tahsil hayâtımı bu şirin memleketde geçirdim. Nâçîz bilgilerimin temelleri Balıkesir Îdâdîsi'nde atıldı. Ne garib bir tesâdüfdür ki, hemen otuz seneye yakın bir zaman sonra, ilk feyzimi aldığım diyâra, hem de Halkevi'nden, alenen minnet ve şükranlarımı takdîme imkân buluyorum. Bana bu fırsatı bahş eden muhterem Halkevi reisi, kıymetli arkadaşım Es'ad Âdil Bey'e ayrıca teşekkür borçluyum.
Musâhabemin mevzûu bir biyografidir. Fakat sadede girmezden evvel, târîhe karışan musanna' bir devr-i edebînin, geçenlerde târîh-i edebiyata intikāl eden muazzam bir âbidesini gerek edebiyat mensubları, gerek ihyâ etmek istediğimiz edebiyat gecesi nâmına mevzû'-ı bahs etmek istiyorum: Memleketimizin okur-yazarları arasında Cenâb'ı tanımayan bulunsa bile, işitmeyen yokdur. Cenab ve Nazif, bu iki büyük kalem, yaşadıkları devrin şehkârlarını ibdâ' etdiler. Kendi üslûblariyle kendilerini burada tasvîre yelteniyorum. Bu, benim için bir îlân-ı acz ise de, cür'etimi mâzur görmenizi rica ediyorum. Çünkü açık ve sâde ifâdenin hasâset-i beyân addedildiği devirlerden kalma telakkîlerle perverişyâb olmuş, Garb'ın muhtelif edebî meslek ve menbâlariyle de çok yakından temaslarına rağmen, fikirde değilse bile edâda bir asır evvelki devrin -az da olsa- tesîrinden kurtulamamış iki kalem üstâdına vâkî' olacak hıtâbın kendi üslûblarına yakın bir ifâde ile yapılması, onların ruhlarını şâd eder. İşte bu endîşe ile, tahassüsâtımda arasıra eski kalıbları tercîh etdim.
Nâzenîn-i san'atın berrak sînesine takılı ve şehdânesini Hâmid'in teşkîl etdiği edebiyat gerdanlığının ikinci büyük taşı da düşdü. Bilmem nedense, Cenab'dan bahs ederken Nazif, Nazif yâd edildikçe Cenab hâtıra geliyor. Gelin alıp dâmad vermek sûretiyle olan hakîkî sıhriyetleri çoğumuzun hâtırına gelmez (Süleyman Nazif'in oğlu Said Nazif Ozankan, Cenab Şahabeddin'in kerimesi Reşîka Hanımefendi'yle evlenmişti. Bu konuda tamamlayıcı olarak bkz.: Zeynep Kerman, "Süleyman Nazif'den Oğluna Mektuplar", İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi (1986-1993), c.XXVI, s.263-288). Bizde bu tedâîyi yapan, hiç şübhesiz meslekî karâbetdir. Ancak, kalemlerinin sâhir kudreti, duyulan tesîrlerine nazaran, başka başka tecellî etmekdeydi. Nazif'in elinde kalem bir gürz-i girân idi. Ölüye isâbet ederse, diriltirdi.
Cenâb'ın elindeyse, bu darbeye mâruz bulunanın, ölmese bile, üstünde nakış işleyen bir iğne gibiydi. İş arasında kendini iz'âc eden olursa, onu bir dikkat-i mahsûsa ile batırırdı. Fakat semdâr olmadığı için, açdığı yara iltiyam bulmakda gecikmezdi. Ona 'müstehzî idi' derler. İstihzâyı zekânın hukūk-ı tabîasından saydığı için bu esnâda gücendirmezdi. Bir de en müfrıt istihzâsında bile şemme-i nezâhet eksik olmazdı. O, bu îtibârla vicdânen müsterihdi. Hayâtında en çok ürkdüğü gılzat ve huşûnet idi. Rikkate, zarâfete, nükteye meftundu. Bu, onun san'atdaki ekānîm-i selâsesi idi. Sevgi, onun özünü teşkîl ediyordu.
"Aşk olmasa, mânâsı nedir fasl-ı bahârın,
Aşk olmasa doğmazdı yine şi'r ü terâne.
Gerçi sevişenler de bu gamhânede ağlar,
Lâkin dökülen gözyaşı, elmas gibi parlar."
demişdi.
Şi'r ü edebiyata olan intisâbını oğluna yazdığı mektubların birinde -aşağı yukarı- şöyle anlatır: "Bahçede çiçek toplar, kelebek kovalarken şâir oluvermişim". Evet, topladığı çiçeklerle vücûde getirdiği gülistan -hiç şübhesiz- devrinin İrem bahçesidir. Kovaladığı kelebeklerse, hâlâ orada uçuşuyor. Kim bilir, şu beyti hangi kelebek için bir zifîrî karanlıkda söylemişdir:
"Bu karanlıkda sevgilim, ikimiz,
Bir siyah gözde çifte yaş gibiyiz."
Onun rûhunun derinliğini şerha çabalamak, ruhlarda şerha açmak demekdir.
Şâhikayı dağ eteğinden bu kadar görebiliyorum. Ne tırmanabilmeye kudretim, ne de uçarak yükselmeye kanadım var; onun mânevî varlığı önünde hürmetle eğilirim."
* Mâhir Bey'in yazdığı mektubun lugatçesi:
* Arîza: Küçüğün büyüğe gönderdiği mektub.
* Vusul: Erişme.
* Muttali': Haberdar.
* Mütelehhif: Kederlenmiş.
* Haber-i elim-irtihal: Üzücü ölüm haberi.
* Kazâ: Allah'ın takdîrinin, kaderin vuku bulması.
* Hâk-i Gufran: Gömülenin İlâhî affa uğrayacağı umulan toprak.
* Cenâb-ı Kibriyâ: Allah.
* Habib: Sevgili, burada: Hz. Muhammed.
* Müstağrak-ı eltaf: Lütuflara gark olan.
* Arsa-i belâgat: Söz sâhası.
* Şehsüvar: En yaman at binicisi.
* İmtilâ: Dolmak.
* Halâ: Boşluk.
* Haşmet-i beyan: Anlatış büyüklüğü.
* Selsebîl-i âteşîn: Harâretli akıcılık.
* Lerzedâr-ı tahassüs: Hisleri titreten.
* Hâlık-ı levh u kalem: Kalemi ve onun yazacağı yeri yaratan, Allah.
* Naypâre-i huşk: Kuru kamış parçası, kamış kalem.
* Feyyaz: Feyizli. * Tarâvetdar: Tâze.
* Süreyyâ: Ülker yıldızı.
* Serâ: Yer, toprak.
* Zîrden bâlâya: Aşağıdan yukarıya.
* Efkâr: Fikirler. * Kārî: Okuyucu.
* Kahr-ı hasm eylemek: Düşmanı kahreylemek.
* Hâme: Kalem.
* Ahd: Devir, zaman.
* Bi'l-ittifak: İttifakla.
* Kāil: Söyleyen.
* Taglit eden: Yanıltan.
* Rubu': Çeyrek.
* Vâsıtü'l-ıkd: Gerdanlığın büyük orta taşı.
* Kılâde-i san'at: San'at gerdanlığı.
* Dest-i kazâ: Takdîrin eli.
Prof. Uğur Derman
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Mâhir Hoca’dan izler - 2 (22.10.2021)
- Mahir Hoca’dan İzler - 1 (15.10.2021)
- Unutulan bir Mevlevi: Murtazā Elker - 2 (08.10.2021)
- Unutulan bir Mevlevî: Murtazâ Elker - 1 (01.10.2021)
- Toygartepesi’ndeki ev - 2 (24.09.2021)
- Toygartepesi’ndeki ev - 1 (17.09.2021)
- Boğaziçi’nde eski bir Türk evi - 2 (10.09.2021)
- Boğaziçi’nde eski bir Türk evi - 1 (03.09.2021)