Prof. Uğur Derman

Fuad Şemsi İnan - 4

(Bu makalenin üçüncü bölümü geçen hafta neşredilmiştir)

Fuad Bey'in sevdikleri arasında Mehmed Âkif'in en ön sırada yer aldığına hiç şüphe yoktur. Vefatından sonra onun hakkında yazdığı neşredilmemiş bir makāleyi metrûkâti arasında bulup neşretmiştim. Bunu sahifelerimize aynen geçirmek vâcib oldu:

"Üstâdın Mısır'dan avdetini haber alabilenler arasında idim. Prenses Emine Abbas Halim de haberdar olmuş, karşılamağa o da gelmişti. Âkif, İstanbul'da -aramızdaki karar veçhile- bende kalacaktı. Prenses Emine Halim –onu cidden minnetdar eden ısrarıyla- kendisine misafir etti.

Hastalığı aşağı yukarı belliydi. Mamafih, doktorlar yine bir kere hastahanede taht-ı müşâhedeye alınmasına lüzum gösterdiler. Bu suretle, oradan Şişli Sağlık Evi'ne, yine Prenses Emine Halim'in misafiri olarak nakledildi. Orada yirmi gün kaldı. Hastalığı teşhis edilmişti: Kanser. Nihayet bir buçuk ay yaşayabileceğini söylediler.

Artık hastahanede yatmasına lüzum kalmamıştı. Buna ne gönül, ne hastahane, ne de sayılı günlerinden haberdar olmayan Hazret razı idi. O da bizimle beraber: "Şöyle bir ağaç altında beş on gün sessiz uzansam –ah bu sızı!- elbet başka olacak… Biliyorum canım" diyordu. Hastalığın ağırlığını hissettirmemek için, elimden geldiği ve gelmediği kadar, eski âdetimi bozmayarak, kendisiyle çekişe çekişe konuşuyordum.

Hastahanede onu ziyarete, bini mütecâviz ehibbası gelmişti. Hastahane müdîri: "Bu kadar ziyaretcisi olan hasta, ne bu hastahaneye geldi, ne de başkasına gelmiştir" diyordu. Bu ziyaretlerden, o merdüm-girîz Âkif ne kadar memnun oluyordu… Yoruluyor, fakat herkese ayrı ayrı, kardeşini, işini, annesini, tarlasını, hastasını soruyor, halleşiyordu. Bir gün, yarı ciddî, yarı şaka: "Yahu, bir de kendini kimseye yüz vermez, selâm vermez diye âleme inandırmışsın. Ya selâm vereydin ne olacaktı, bilmem" diyerek çıkıştım ve güldürdümdü.

Âkif'in vatana, vatanın Âkif'e kavuşmasında asıl sebep, hiç şüphesiz onların arasındaki ezelî alâkadır. Âkif'in o:

Fışkıran hâk-ı remîminden bütün nûr-i nigâh

Nazeninler yâl ü bâlinden nişan her bir giyâh

Servler, Mevlâ'ya yükselmiş birer berceste âh

Hufreler ukbâ'dan inmiş en emin bir hâbgâh!

dediği toprağı da onu çekmişti, diyeceğim. On senedir Mısır'dan ayrılmayı aklına getirmeyen Âkif, son on gün içinde artık bağlasalar duramaz bir hâle geldiğini, hele son bir saati bir asır kadar uzun bulduğunu, kendi de hayret ederek anlatırdı.

Âkif, Mısır'da kaldığı müddet, vatan hasretini ancak iki üç yerde tâdil ederdi: Velînimeti merhum ve mağfur Prens Abbas Halim'in sarayıyla; kendisine lâyık olduğu hürmeti, her arzûsunu icraya vesîle aramak bir nezaketi ve necabeti ile dâima ibzâl ederken gördüğüm Prens Halim Said'in "Zehebiye"sinde.

Âkif'in Prens Abbas Halim'e râbıtası, Prens'in ona muhabbet ve hürmeti bir ayrı fasıldır. Âkif'in gıyabında Prens'e -sanki lüzum varmış gibi- Akif'in rabıtasını şerhe kalkıştığım olurdu. On iki senede, bu bir nevi gıybet, hatâ kabîlinden, galiba iki üç kere tekerrür etmişti. Paşa cennet-mekân, her defasında, kendisine mahsus îman dolu belâgatiyle: "Bu onun talihi değil, benim talihim. Âkif beni elbet bulurdu, ama ben Âkif'i nasıl bulurdum?" demişti. Âkif, Abbas Paşa'nın ölümünü duyduğu zaman bana yazdığı mektupta -bu cümleler onundur-: "Naim'in vefâtını haber aldığım zaman, üzerime bir duvarın yıkıldığını zannettim. Paşa merhumun gaybûbeti ise, on dört yaşımda tattığım öksüzlük acısını bana ikinci defa tattırdı" diyordu. Paşa, son nefesinde, Kelime-i Şehâdet'den evvel Âkif'in:

Değmesin mâbedimin kalbine nâmahrem eli

……………

Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber…

mısralarını okuyacak kadar, onun mânâsına âşıktı.

Abbas Halim Paşa'ya latîfe olarak yazdığı, -henüz intişâr etmeyen- bir mektubunu buraya nakletmeden geçemeyeceğim:

"Ey bâd-i sabâ, ahde vefâ böyle mi sizde?

Yelkenle koşarken, hani kırlarda, denizde,

Hâtırlamadın Heybeli'den geçmeyi, heyhat!

Gûyâ edecekdin hani, takdim-i tahiyyât,

Hilvanlıların sevgili Abbâs'ına bizden,

Ey bâd-i sabâ, kurtulamazsın elimizden.

Biz neyse, fakat şâirimiz var ki belâdır.

Söz anlatamazsın; ukalâdır, sükalâdır!

Asrın hani yüz kıble değişdirse şuûnu,

Tek ibre bilir kendisi, ancak, o da burnu!

Bin söyle, onun doğrusudur vichesi;

Her hatvede sürçer, yıkılır, sulha yanaşmaz.

Düşkünse bu gün, kimse değil, kendisi bâdî,

Beyninde sekizbin senedir körpe mebâî,

'Er geç dönecek bunlara dünya' diye bekler,

Zulmetde pinekler gibi âvâre sinekler…

Yâhû, bu tuzaklarla beşer avlanacak mı?

Yirminci asır akbabalardan da bunak mı?

İdrake bakın sonra ömür altmışa gelmiş.

Aklın yeri başmış, yaş olaymış, ne güzelmiş!

Yetmez gibi vâız kesilip etdiği kem küm,

İster edebiyyâta kadar, bulsa, tehakküm!

Hulyâ mı dedin, hem de ne dîvânece hulyâ,

Ahlak ile zincirleyecek san'atı gûyâ!

Bir yosma ki çıplak, daha mûnis, daha dilber,

Endîşe-i nâmûs ile örtünse, ne derler?

Endîşe-i san'atle eder belki tahammül,

Endâmını rû'yâ gibi örterse de bir tül,

Bir tül ki, şafaklarla seherler gibi şeffaf,

Bir tül ki, durulmuş suların kalbi kadar sâf;

Bir tül ki, esîri mi, nedir târ ile pûdu,

Örterken açar büsbütün âvâre vücûdu,

Artık bunu ölçüp biçecek terzi, tabîî,

Dört peşli giyen çulha değil, zevk-ı bedîî.

Ey zevk-ı bedîîye kıyan şâir-i mecnûn,

İflâs-ı karîhayle bunaldın mı? Oh olsun!

Kumlarda sürün, inlere gir, dağlara tırman,

Kābil mi senin bir daha ilhâma kavuşman?

Evrâd oku, efsûnlu, mürekkebli sular iç;

Bin bekle, bin uğraş, o peri gelmeyecek hiç!

Lâkin gelecek -evlere şenlik- sıra derler

Bakkal, kasap, eczâcı, hekim, kahveci, berber,

Ev sâhibi, ekmekçi, manav, sebzeci, fulcu;

Silkip dökecek her biri koynundaki borcu.

Sen dil dökeceksin, edebilsem diye, heyhat!

Karşındaki yâranla bir ay sonra mulâkât.

Bîhûde o diller, o nefesler, o emekler;

Yârân seni terk etmeyecek, gitmeyecekler.

Ey san'ate zencir düşünen şâir-i evhâm,

Hasret misin ilhâma? Evet, al sana ilhâm…

Ey, seçme zebânîleri karşısında cahîmin,

Boy boy gezedursun, kimi kâfir, kimi mü'min,

Döndükçe nazarlar sana, şimşek gibi çaksın…

Kurtul, göreyim şimdi, nasıl kurtulacaksın?

Feryâdına kimdir koşacak? Kim kimi dinler,

Buhran diye inlerken ufuklarla zeminler?

Ihvân-ı safânın kimi medyûn, kimi müflis;

Gök kubbenin altında ne tek his, ne de mûnis!

Bir tâne paşam var… o da, gördün ya, pamuklar

Düşkün diye, gitmiş, Yakacıklarda uyuklar!

Hâmiş:

Ey bâd-i sabâ, öyle değil, sen beni dinle:

Son cümleyi yazdınsa, çizip kendi elinle,

Hâmiş de, kenar bir yere çek, söyleyeyim, yaz:

Elbet Paşa'mın nüsha-i sânîsi bulunmaz,

Tek nüsha çıkarmış, çıkarırken onu hilkat,

Tezhîbi de, tehzîbi de bambaşka, hakîkat.

Şîrâzesi din, dîni salâbetle mücehhez;

Servetçe düşer belki, fakat kendisi düşmez.

Allâh'a dayanmış, O'nu sağlam bilir ancak,

Bilmez ne demektir, pamuk ipliğne dayanmak".

Âkif'in buradaki 'hâmiş'i, cidden bir şâheser-i hakk u hakîkattir. Bir medhiye, ender olarak bu kadar yerinde ve bu kadar hakk olur. Fakat edebiyatımızda hiçbir 'hâmiş' bu kadar güzel olmamıştır.

Prens Halim Said, Âkif'in İstanbul'a avdetini dâima teşvik etmişti. Bilhassa iki senedir bu teşvîkātı her türlü vaadlere terfîk ediyordu. Prens Üstâd'ı İstanbul'a avdete teşvîk ederken, ben de Alemdağı'ndaki Baltacı'nın ormanlarını, sularını, sessizliğini, bir vatan timsali gibi canlandırmaktan hâlî kalmazdım.

Konuştukları vakit, Prens'in Âkif'e karşı gönülden gözlerine taşan nur-ı takdir ve tebcîli asla unutamayacağım. Edebiyatda, felsefede, ictimâiyatda on beş bin cildlik kütüphanesinin cidden sahibi olan Prens Halim'e, Âkif, bilhassa hastalığında, bir dağ-ı derûn oldu. Bana kaç kereler: "İnsan bu kadar aza kanaat etsin de, o da olmasın! Isyân edilecek şey…" demişti. Bu derûnî ısyân-ı necabetin verdiği acıyı hastalığında bir defa daha dile getiren Prens'e, Âkif'in de böyle düşündüğüne emin olarak: "Âkif eğer bizim umduğumuz derecede ise, bu yokluk, bir eksik bir fazla demektir, ne kıymeti var? Değilse, eksik kendinde demektir, o düşünsün" demiştim. Prens de pek zeki, pek hâl-âşinâ gözlerle: "Evet, ancak böyle düşününce ısyân durur" dedi.

Hastahaneden ümidsiz çıkardığımız Âkif'i doktorların yine her gün görmesi lâzımdı. Prenses Emine Halim, Heybeli'ye gitmişti. Ben İstinye'de oturuyordum. Derhal en merkezî bir nokta olan Mısır Apartımanı'nda bir dâire ihzâr ve oraya naklettik. Artık her gün beraberdik; bir hasta bakıcı bulduk. Böylece bir hafta kadar geçti. Ölüm o kadar yakında ki, tabib-i müdâvîsi bu bir hafta içinde bir kere bile uğramadı. Ölüm muhakkaktı, fakat avunmak da lâzımdı. O sırada, aklımdan zâten çıkarmadığım azîz ve mükerrem dostum, memleketin cidden şâyân-ı hürmet genç üstâdı Burhaneddin Osman Bey'e bir kere gelip muayene, daha doğrusu tesellî etmesini rica ettim. Burhaneddin geldi, hastayı kemâl-i ciddiyetle muayene; kanını, idrarını bizzat tahlil etti ve hastalığının "siroz" olduğunu; hasta, vereceği ilâçları alabildikçe bir sene, hatta iki sene yaşayabileceğini kat'iyyetle söyledi.

Burhan, herkese telkîn ettiği îtimâdı Üstâd'a da telkîn etmişti. Âkif fazla olarak onu pek de sevmişti. Burhaneddin tebdîl-i havanın da faide vereceğini söyledi. Baltacı Çiftliği'nin tam vakti gelmişti. Prens Halim'e keyfiyeti açtım. Prens, kemâl-i memnuniyetle Baltacı Çiftliği'nin Üstâd'ın emrine âmâde olduğunu bildirdi.

Hazret, bu suretle, Prens'in gönderdiği hususî otomobille Baltacı'ya kadar gitti, bir hafta orada kalarak tekrar apartımana geldi. Burhaneddin Bey muayene edip rejimi tâyin etti, tekrar aynı sûretle çiftliğe döndü. Bu gidiş gelişler üç ay kadar sürdü.

Âkif'in çiftlikte geçirdiği günler, hayatının en âsude günleriydi. Koca çiftlik onun malı, bütün müstahdemîn ona hizmetkâr idi. Ara sıra gülerek: "Ben, bizim kadına 'Allah bana sonunda bir gürlük verecek' derdim. İşte oldu, oldu!" derdi.

Nihâyet kışa doğru, bu kadar metânetine rağmen artık verilen ilâçları zorla alır oldu. O metîn adam -ancak hükm-i ecel diyeceğim- pek tuzlu bulduğu için, o tek çare-i hayatı redd ü tehîre vesîleler çıkarmağa başladı. Beş ay zoraki ömrü temdîd edilen o zinde pehlivan vücud, şimdi bir hastabakıcının inâyet-i imdâdına muhtaç olarak kalkar oturur hâle gelmişti.

Havalar soğudu, ben de yazın oturduğum İstinye'den indim. Mısır Apartımanı'nda bir dâire tuttum, şimdi çiftlikten geldikçe bana misafir oluyordu.

İlâçları alamadığı için, karnında biriken suyu ameliye ile çekmek icab ediyordu. Bu, bir,iki,üç kere yapılabilecek ve hasta ölecekti. Za'fı vefâtından bir ay evvel çok şiddetlenen Hazret, artık bir daha çiftliğe dönemeyecek hâle geldi. Ağırlığını kendisine duyurmamak için: "Havalar soğudu, doktor gitmeni muvafık görmüyor" dedim. Sözümü îtirazsız kabul etti.

Artık odasından bile dışarı çıkamıyordu; yavaş yavaş eriyor, bütün hayatı gözlerinde toplanarak her gün biraz daha vücuddan düşüyordu. Hastalığında bir iki defa en çok sevdiği beyti sordumdu. Her defasında:

Ne bāna yāradı cismim, ne yâre yâr oldu

İlâhi, ben bu bir āvuç türâbı neyleyeyim?

ilâhisini okudu. O kendisinin kimseye yarayamadığına kāildi. Fesübhânallah!

Son güne gelmiştik. Yağışlı, soğuk, kemiklere işleyen bir Kânûnıevvel günü, sıksık yanına girip çıkıyor, her zamanki gibi yine latîfe etmeğe çalışıyordum. Her çıkışımda gözlerini açarak: "Gidiyor musun?" diye soruyordu. Gözlerinde "Beni bugün yalnız bırakma!" mânâsı vardı. "Havaya baksana! Nereye gideceğim? Berbat… Biraz müsaid olsa, dediğini yapmak için inâdına çıkacağım!" diyordum.

Her saat Burhan Bey'e telefonla vaziyeti anlatıyordum, artık ümidi yoktu. Bir aralık doktora ihtiyaç gördüm, rica ettim, geldi baktı; yapacak bir şey kalmamıştı. Doktor gittikden sonra krizler geldi, kendisine telefon ettim "Hareket ederse ölüm muhakkak!" dedi. Biraz sonra hastabakıcı halecanla geldi. Yerinden kalkmaya çalıştığını söyledi, "Aman geliniz!" dedi, gittim yalvardım, hâtırımı yanımda kırmayacak gibi durdu; gözlerini gözlerime dikti. Dayanamadım, dışarı fırladım…

Yanında şimdi Kur'ân okuyorlardı, aradan beş dakika geçmedi. Onu Besmele'yle kaldırıp Besmele'yle yatıran, öldükten sonra yüzünü açıp açıp öpen ve daha sonra her pazar, mezarına giderek rast geldiği fakire Kur'ân okutup para veren hastabakıcısı Rus kadını ağlaya ağlaya geldi…

Rahmetullâhi Aleyhi Rahmeten Vâsia

27 Kânûnievvel 1936

Pazar, saat 16,30

Ne bāna yāradı cismim, ne yâre yâr oldu

İlâhi, ben bu bir āvuç türâbı neyleyeyim?"

(Devamı gelecek hafta…)

Prof. Uğur Derman

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu'na aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.