Atın hasta olduğunu kim, nasıl söylesin?
Yönetim, organize sistematiği içinde hareket eden tüm yapılar; ana kurgu ve konsept olarak, insan organizmasına benzerler. Başlar yönetme, gövdeler yürütme, boyunlar ise başlar ile gövdeler arasında sağlıklı ilişki ve iletişim kurma görevlerini üstlenirler.
Baş büyük gövde küçükse, "hidrosefali"; baş küçük gövde büyükse, "mikrosefali" adı verilen patolojik bir durumdan söz edilir. Boyun görevini yapmıyor yahut yapamıyorsa, o zaman da kısmen ya da tamamen "felç" durumu var anlamına gelir.
Sağlıklı, huzurlu, güvenli organizmalarda; bu üç argan, "denge" ve "uyum" içinde çalışırlar. Yaratılış, var oluş gayelerine; bir bütün olarak ulaşırlar.
Dolayısıyla, her birinin varlığı, diğer ikisinin varlığına mecburdur. Birinde arıza meydana geldiğinde, ister istemez, ötekiler de hasta olur.
Bugün ülkemizde ve toplumumuzda mevcut sosyal, siyasal, bürokratik yapıların büyük çoğunluğunda; ortak bir arızanın olduğu görülüyor. Başlar ile gövdeler arasında sağlıklı bir iletişimin, ilişkinin ve iş birliğinin olmadığı, kalmadığı fikri; giderek yaygın bir kanaat ve kabul haline geliyor.
Yukarıdakiler; bir "koruma" yahut "kuşatma" çemberinin içine giriyorlar. Aşağıdakiler; "ulaşamıyoruz, konuşamıyoruz, derdimizi anlatamıyoruz, sözümüzü dinletemiyoruz" diye söyleniyorlar.
Bu durum bazan iç yapıların bozulması, dejenere olması; bazan da dış müdahalelerin sonuç alması ile oluşuyor. Sebep ne olursa olsun; bu safhadan sonra sistem sağlıktan hastalığa, hastalıktan ölüme doğru çalışıyor.
İşte bu noktada; uyarıcı, ıslah edici mekanizmaların bir hekim hassasiyeti ile harekete geçmesine ihtiyaç var. Erken teşhis ve tedavi fırsatını yakalayanlar kurtuluyor, kaçıranlar "doktor ne yerse yesin dedi" noktasına geliyorlar.
Peki bu duruma düşmemek için ikaz görevini kim, nasıl yapacak? Atların hasta olduğunu, tedavi edilmezlerse öleceklerini padişahlara kim, nasıl anlatacak?
Sorunun cevabını bulmak için, o meşhur hikayeyi hatırlayıp örnek alalım. Gerekirse vezirlerden, müşirlerden ümidimizi kesip; "mahallenin delisi" olabilecek birilerini bulalım.
Malum, bizim tarihi ve kültürel geçmişimizde; "at, avrat, silah" çok önemlidir. Her birisi için gerekirse can alınır, can verilir.
Rivayet edilir ki; devrin padişahının, çok iyi bir atı varmış. Binicisinin niyetini anlar, muradını kavrar; ona göre koşar, zıplar, kişner, çifte atarmış.
Şanı, şöhreti, uzak diyarlara kadar yayılmış. Padişahın atını canı gibi sevdiği, cümle alem tarafından duyulmuş.
Günün birinde, at hasta olup yatıvermiş. O kadar ki, tez zamanda amansız bir ölüm-kalım mücadelesi içine girmiş.
Memlekette gösterilmedik baytar, denenmedik tedavi yöntemi kalmamış. Fakat hiç birisi, kır atın derdine deva olmamış.
Bu duruma çok üzülen padişah; kah öfke ile kabarıp naralar atıyor, kah içine kapanıp derin düşüncelere dalıyormuş. Etrafında bulunan herkese; "Atımın iyi olduğu müjdesini getirene ağırlığınca altın verir, ölüm haberini getirenin boynunu vurdururum" diyormuş.
Derken vade gelmiş, at ölmüş. Geriye bu kara haberi kimin ve nasıl vereceği, cellatın hangisinin boynunu vuracağı meselesi kalmış.
Herkes çaresizlik içinde kıvranıp dururken, saraya deli-dolu bir adam gelivermiş. Atın ölümünü söylemenin kolay ve güvenli bir yolunu buluvermiş.
Apar topar padişahın huzuruna götürmüşler. "Efendim, bu adamın atınız hakkında söyleyecekleri var" demişler.
Adam saf saf, "Padişahım şu sizin kır at var ya" diye söze başlamış. Padişah merak ve heyecan içinde, "Eee, ne olmuş ona?" diye karşılamış.
"Ahırın önünden geçerken gördüm de boylu boyunca yatmış kalkmıyor, ayaklarını dümdüz uzatmış çekmiyor, gözlerini kapatmış kimseye bakmıyor, burun deliklerinden nefes girip çıkmıyor" demiş. Padişahın öfkeden kanı tepesine fırlamış; "Öldü desene be adam!" diye kükremiş.
Adam, "Vallahi billahi ben öyle bir şey demedim, onu siz söylediniz" diye bağırmış. Böylece hem atın ölümünü haber vermiş, hem de birilerinin boynunu vurulmaktan kurtarmış.
Şimdi insanların atları değil ama arabaları, uçakları, gemileri, katları, yatları, mevkileri, makamları, kadroları, kurumları var. Çoğunluk tabanda gövdeyi oluştururken, az bir kesim de baş olup modern zamanların padişahlığını yapıyorlar.
Partiler, sendikalar, vakıflar, dernekler, cemaatler, teşkilatlar, holdingler, kamu kurumları; başkanlarının, liderlerinin, patronlarının, yöneticilerinin kıymetlisi. Bu kalbur üstü takım, doğal olarak, toplumun tüm kesimlerinin yol ve yön belirleyicisi.
Onlar ekşi elma yeseler, bizim dişlerimiz kamaşır. Tavanda oluşacak küçük sarsıntılar, tabana zelzele şiddetiyle ulaşır.
Devlet, millet işleri; vatan tahtasında satranç oyunu oynamak gibidir. Şah düşerse, bütün oyun kaybedilir.
Gidişatta bir arıza varsa; atların, kalelerin, fillerin ve dahi piyonların safları sıklaştırıp koruma kalkanı oluşturmaları vacip olur. Mahallenin delileri uygun bir yolla uyarı görevlerini yerine getirirlerse, umulur ki bir hal yolu bulunur.
Atların hasta olduklarını söylemeyenler, öldüklerini söylemek zorunda kalabilirler. O zaman muhtemelen iş işten geçer, Allah indinde de kul indinde de sorumlu olabilirler.
Bunun için bir samimiyet, bir de meselelere vukufiyet gerekiyor. Kocaman bir gövde, başlar ile sağlıklı bir ilişki ve iş birliği içine girmek için; boyun damarlarından, görevlerini yerine getirmelerini bekliyor.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Toplumsal mutabakatın önündeki engeller (19.08.2019)
- Kelebek vadisi (14.08.2019)
- Uğruna canım kurban (11.08.2019)
- Türkiye’nin eğitim politikalarını TED mi belirliyor? (09.08.2019)
- İçimizden hayra çağıran bir topluluk bulunsun (05.08.2019)
- Marifet iltifata tabidir (01.08.2019)
- Türkiye’de kim misafir, kim ev sahibi? (29.07.2019)
- ABİDE yetmez MABİDE de gerekir (24.07.2019)