Biz ne için savaşmıştık?
İçinde bulunduğumuz günlerde; tarihi geleneğimizdeki "sefer" aylarının sınırına girdik, "zafer" aylarının ortasına doğru gidiyoruz. Anmalar, kutlamalar yaparak; önemli olayları ve durumları, yeniden idrak ediyoruz.
İşte bu noktada; cevizin yeşil kabuğunu soymalı, tahta kabuğunu kırmalı, bize lazım olan içini bulmalıyız. Seferlerin ve zaferlerin, temel dinamiklerini oluşturan ruhu yakalayarak; geçmişten geleceğe, sağlam "geçiş köprüleri" kurmalıyız.
Bizim bir "millet", bir de "ümmet" kimliğimiz var. Bu ikisinin sentezi yahut bileşkesi olan değerler; ahlakımızın ve ahvalimizin muhtevasını oluşturuyorlar.
Tevhit dinlerinin tebliğcisi ve temsilcisi olan peygamberler; "hakkı, hukuku, adaleti tesis etmek ve barışı, huzuru, güveni temin etmek" için uğraştılar. Âlemlerin ve içindekilerin rabbi olan Allah'ın kurduğu dengeyi, düzeni korumak; onu bozmak isteyenlere karşı koymak için savaştılar.
Bu, iyiliği yaymanın ve yaşatmanın yollarından biriydi. Her sefer; kötülerin kötülüklerine son verme seferiydi.
26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle, Anadolu'yu yurt edinmemizi sağlayan Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan; seferden önce ordusuyla birlikte Cuma namazı kılıp dua etmiş, beyaz bir elbise giymişti. Askerlerine hitaben; "Bugün ben de sizlerden biriyim, isteyen gelsin, istemeyen kalsın. Ya şehit, ya gazi olacağız; ölürsem, bu beyaz elbisem kefenim olsun" demişti.
Selçuklu İmparatorluğu'nun dağılmasından sonraki toparlanışın siyasi ve askeri lideri, Osman Beydi. Paramparça olmuş Türk beyliklerini, "tevhit inancı" ile irşat ve ıslah edip; Osmanlı İmparatorluğu'nun çatısı altında birleştirdi.
Çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet Han'ın en büyük ideali; "Peygamber (SAV)'in övgüsüne layık komutan" olmaktı. Bizans'ın küfrüne ve zulmüne son verip; Konstantinopolis'i İstanbul yaparak, "İslam beldesi" kılmaktı.
Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılış sürecinden sonraki toparlanmamız; üç yıl, dört ay süren "İstiklal Harbi" ile oldu. Misakımilli sınırları içinde, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu.
İstiklal Harbi'nin hemen öncesinde, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'nın yenilmediği tek cephe olan "Çanakkale Muharebesi" vardı. En güçlü saldırının ve en destansı savunmanın yapıldığı 18 Mart 1915 günü; "Çanakkale geçilmez" sözü, tarihe altın harflerle yazıldı.
Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy; Çanakkale şehitlerine ithaf ettiği şiirinde, dirilişin ve direnişin sembolü olan o günü veciz bir şekilde özetledi. Onları, Bedir muharebesinin cennet ehli aslanlarına benzeterek; "Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber; / Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber" dedi.
Çanakkale'de yakılan istiklal ve istikbal meşalesi; 15 Mayıs 1919'da başlayıp 9 Eylül 1922'de biten İstiklal Harbi döneminde, karanlık gecelerin ardından gelen bir güneşe dönüştü. Müstevlilerin hevesleri kursaklarında kaldı; Anadolu'yu parçalayıp bölüşme hayalleri suya düştü.
Bütün bu süreçlerde; bir "ana ruh" vardı. Şanlı ve şerefli ecdadımız; "dini, devleti, vatanı, milleti, namusu, hürriyeti, hakkı, adaleti korumak" için savaşıyorlardı.
17 Mart 1920'de, Mustafa Kemal; bugün "siyasal İslam" diye tanımlanan dili ve üslubu kullanarak, "Âlem-i İslam'a Beyanname" göndermişti. Hilafet Merkezi İstanbul'un işgal altında olduğunu ve İslam ordusunun zor durumda kaldığını belirterek; yardım ve destek istemişti.
Bu beyanname, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara iletildi. Arkasından, ciddi düzeyde maddi ve manevi destekler geldi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi; 23 Nisan 1920 günü, Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra, dualarla ve tekbirlerle açıldı. Yeni devletin ilk anayasasına; "dini İslam, dili Türkçedir" diye yazıldı.
Mehmet Akif Ersoy'un, "o artık milletime aittir" deyip Safahat adlı eserine almadığı ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın "Bu marş, bizim inkılabımızın ruhunu anlatıyor" dediği İstiklal Marşı; TBMM'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunup oylandıktan sonra, "Milli Marş" oldu. İngilizce, Almanca, Fransızca, Macarca, Farsça dillerinde tercümeleri yapılıp yurt içinde ve yurt dışında dağıtıldı; törenlerde, meydanlarda, mitinglerde tekrar tekrar okundu.
Milletçe, hep bir ağızdan; "Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet; / Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklal" demiştik. Böylece; "kime, neye karşı ve niçin savaştığımızı" cümle âleme ilan etmiştik.
Şimdi dönüp; uğrunda savaştığımız değerlerin neresine düştüğümüze bakmalıyız. Tek dişi kalmış canavarın, kanlı ve kirli pençesinden kurtulup; "celladına âşık olan mahkûm" sendromundan çıkmalıyız.
23 Nisanları, "çocuk şenliği" olmanın ötesine götürüp; aslına uygun olarak analım ve anlamlandıralım. Meclis'in açılışını ezanlarla, Kur'anlarla, dualarla, tekbirlerle yâd edip; İstiklal Marşı'nı, yazıldığı günün ruh haliyle, yeniden okuyalım ve okutturalım.
Yeni nesiller; seferlerimizin ve zaferlerimizin ana ruhunu, motivasyon kaynağını bilsinler. Olacaklarsa, bu mirasın varisleri olsunlar.
Zekeriya Erdim
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir. Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
- Savaşın kartalı, barışın güvercini (09.03.2022)
- Hangi dala tutunalım? (06.03.2022)
- Halil İbrahim Sofrası (27.02.2022)
- Vasiyetler ve varisler (25.02.2022)
- Hangi seçim selamete götürür? (16.02.2022)
- Çocuk deyip geçmeyin (08.02.2022)
- İtirazım var (04.02.2022)
- Tarihi esere tahta çakan bir nesil (01.02.2022)