Temmuz ayı sonunda Heyet Tahrir Şam (HTŞ) ile Ahraru'ş Şam'ın çatışmaya başlamasından sonra İdlib'de dengeler değişti. HTŞ'nin İdlib'de uzun süredir en güçlü ittifak olduğu düşünülse de, çatışmadan sonra bu bir değerlendirme olmaktan çıkıp somut bir gerçekliğe dönüştü. Ancak İdlib'de gerginliğin tam olarak sona erdiği söylenemez. Uzun vadede benzeri çatışma riskleri var.
İdlib'de HTŞ'nin güçlenmesi, Batı ülkelerinin dikkatini, bir süredir 'unuttukları' bölgeye tekrar çekti. Konu önce ABD medyasında ve düşünce kuruluşlarında gündeme getirildi, ardından ABD'nin DEAŞ'la Mücadele Koordinatörü Brett McGurk İdlib'de El Kaide'nin güçlendiğini belirterek bunu ciddi bir sorun olarak algıladıklarını söyledi. İfadelerinde üstü kapalı olarak Türkiye'yi hedef gösterdi. McGurk'un bu sözlerini, uluslararası basında İdlib'deki durumu ele alan yazılar ve benzer eleştiriler takip etmeye başladı. Bu durumda akla iki soru geliyor: El Kaide İdlib'de gerçekten güçleniyor mu? Eğer güçleniyorsa bu durumun nedenleri nelerdir? Bu olguya hangi faktörler ya da aktörler neden olmaktadır?
EL KAİDE'NİN SURİYE'DEKİ VARLIĞI
Suriye'yi yakından takip edenler, bugün Suriye'deki silahlı gruplar arasında El Kaide'nin yer almadığını hatırlatıp hemen itiraz edeceklerdir. Bu tespit doğru; nitekim bugün Suriye'de El Kaide'ye bağlılığını doğrudan ve açıkça ilan eden, onun Suriye kolu sayılan bir örgüt yok. Fakat bu Suriye'de El Kaide'nin bulunmadığı anlamına gelmiyor.
2011 yılından itibaren Suriye'deki çeşitli silahlı örgütlerin ideolojisinde, lider kadroları arasında ve örgütlenme anlayışında El Kaide'nin açık etkisi vardı. Bu etkinin sonucunda, Ocak 2012'de Nusra Cephesi kuruldu. Irak El Kaide'sinin Suriye topraklarındaki liderlik iddiası ve Nisan 2013'te Nusra Cephesi'ni de kapsayacak biçimde Suriye ve Irak'ta DEAŞ'ı ilan etmesi, örgütler arasındaki çekişmeyi alevlendirdi. El Kaide lideri Eymen El Zevahiri araya girerek iki örgütün ayrı topraklarda mücadele etmesini isterken, DEAŞ bunu kabul etmedi ve sonunda Zevahiri Kasım 2013'te Suriye'de El Kaide'nin tek kolu olarak Nusra Cephesi'ni ilan etti.
Eski El Kaidecilerin bir kısmıyla bölgeye yeni gelenlerin çoğunun desteğini alan DEAŞ, Nusra Cephesi'nden çok daha büyük ve güçlü bir hale geldi. Fakat bu süre zarfında Nusra Cephesi de güçlü bir örgütlenme oluşturdu, eleman sayısını artırdı, kritik cephelerde önemli mevziler kazandı, kontrol ettiği bölgelerde diğer gruplarla işbirliği yaparak etki alanını genişletti. Yani DEAŞ'ın güçlendiği dönemde dahi varlığını sürdürdü ve örgütsel olarak sağlam bir hale geldi.
Ancak El Kaide'nin etkisi Nusra Cephesi ile sınırlı değildi. Diğer bazı grupların kurucu kadroları arasında da Afganistan'dan beri El Kaide yapılanması altında öne çıkmış isimler bulunuyordu. Bunun yanı sıra, geçmişte Afganistan'da savaşmış olan, çoğunluğu Orta Asya ve Kafkasya kökenli bazı gruplar da El Kaide'yle yakın ilişkilere sahipti ya da ona biat etmişti.
Bununla birlikte, sahadaki dengelerin değişmesi, 'Suriyelileşme' çerçevesinde farklı gruplar arasındaki birliğin sağlanması ve El Kaide gerekçe gösterilerek İdlib'in sürekli bombardıman altında tutulmasını engellemek için, Temmuz 2016'da Nusra Cephesi adını değiştirip yeni gruplarla ittifak yaptı. Bu değişim sürecinde ortaya çıkan Şam'ın Fethi Cephesi ve onun devamı olarak Ocak 2017'de kurulan HTŞ, El Kaide'ye bağlılık ilan etmedi. Bu çerçeveden bakıldığında, Suriye'de El Kaide diye bir örgüt (bazı eski yabancı mensupları tekrar El Kaide'yi kurma girişiminde bulunsalar da) bulunmuyor.
Ancak bunların hiçbiri El Kaide'nin Suriye'de güçlü bir varlığı olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Şu noktanın altını çizmek lazım: Bugün HTŞ ile El Kaide arasında hiyerarşik ve doğrudan bir örgütsel ilişki bulunmuyor. Hatta HTŞ, Suriye'deki çatışmalar çerçevesinde, bölgede tutunabilmeyi hedeflerken daha Suriyelileşti. Fakat HTŞ'nin önde gelen karar vericilerinin El Kaide'den ideolojik, örgütsel ya da stratejik olarak değil, taktik anlamda uzak olduğu görülüyor.
Özetle, HTŞ'nin lider kadrosu, örgütlenme biçimi, ideolojisi ve stratejik öncelikleri açısından El Kaide'nin uzantısı olduğunu reddetmek son derece yersiz. Aralarında resmi ve organik bir bağ olmasa da HTŞ, hâlâ El Kaide demek ve öyle olması da bekleniyor.
İDLİB'DE EL KAİDE NASIL GÜÇLENDİ?
İdlib'de El Kaide'nin güçlenmesi tartışması, Temmuz ayında HTŞ ile Ahrar arasındaki çatışmayla ortaya çıktı. Çatışma uzun sürmedi; çünkü HTŞ kısa sürede açıkça üstün duruma geçti. Kritik bölgeleri kontrolü altına aldı. Rakibi ise lider kadro ve örgütsel açılardan ciddi ölçüde darbe aldı. Çok sayıda küçük grup Ahrar'dan ayrılarak HTŞ'ye katıldı. Buna karşılık yerel halk tarafından, çatışmanın sürdürülmesine karşı gösteriler düzenlendi. Bazı önemli kişi ve gruplar da HTŞ'yi terk etti ya da ciddi olarak eleştirdi. Çatışmanın uzaması, HTŞ'ye karşı sadece bazı grupların değil, halkın da tepkisini artırabilirdi. Bu nedenle HTŞ kritik bölgeleri ve stratejik geçiş noktalarını kontrol etmesine rağmen, ateşkes yapmak durumunda kaldı. Ateşkesten sonra yaşanan gelişmeler, HTŞ'nin yeni dönemde gücünü zamana yayarak artırma niyetinde olduğunu ve eğer bir müdahale olmazsa, büyük bir ihtimalle de bu hedefine ulaşacağını gösteriyor.
Fakat son çatışmalara kadar olan biteni dikkate almaksızın Suriye'de El Kaide'nin güçlenmesini anlamaya çalışmak resmin bütününü görmemizi engeller. Suriye'de El Kaide'nin güçlenmesine neden olan olguları temelde şu kategorilerde toplayabiliriz: Koalisyon Güçlerinin Suriye'de izlediği politika, muhalif grupların tutarsızlığı ve başarısızlıkları, belli bölgelerde çatışmanın içeriğinin mezhepsel boyutunun ağır basması, örgütün tecrübesi ve sahayı dönüştürme kapasitesi ve DEAŞ'ın zayıflamasının yarattığı boşluk.
KOALİSYON GÜÇLERİNİN SURİYE POLİTİKASI
Koalisyon güçleri Suriye'de baştan itibaren son derece değişken bir politika izledi. Bölge ülkelerinin ve bölge dışı ülkelerin askeri, siyasi ve ekonomik olarak Suriye'deki çatışmalara müdahil olduğu artık açık bir gerçek. Bu süreçte, Şam yönetimine destek veren ülkeler sadece siyasi açıdan değil, askeri açıdan da koordineli çalıştı. Aralarında zaman zaman anlaşmazlık, sürtüşme ya da çıkar çatışması olsa da, Beşşar Esed'e destek verenlerin siyasi amacı belliydi. Ellerindeki askeri kapasiteyi de buna göre yönlendirdiler. Oysa karşı koalisyon siyasi hedeflerde ortak olmadığı gibi, araçlarını da tam olarak koordine etmedi.
Birçok muhalif grup, farklı devletler tarafından, yerel çıkarlar çerçevesinde silahlandırıldı. Hatta bazı gruplar kısa aralıklarla taraf değiştirerek başka devletlerin himayesine girdi. Bu süre zarfında en çok konuşulan konulardan biri, ABD'nin 'eğit-donat' projesi çerçevesinde muhaliflere eğitim vermesiydi. Milyonlarca dolarlık bir projeyle yüzlerce kişinin eğitilmesi ve sahaya inmesi planlanıyordu. Ancak bu şaşaalı projenin sonucu büyük bir fiyasko oldu. Sahaya inen ABD destekli ilk grup, Nusra tarafından ilk kez Temmuz 2015'te etkisiz hale getirildi. Ardından birkaç küçük girişim daha oldu. Fakat onlar da başarısızdı. Elbette silah, para ve eğitim desteği alanlar sadece bu gruptan ibaret değildi. Bu süre zarfında, silahlı muhalif gruplara ne rejimi yenebilecek ne DEAŞ'la ne de Nusra ile mücadele edebilecek, planlı ve ortak bir stratejiye dayalı bir destek verildi. Desteğin maddi karşılığı devasa olsa da, sahadaki etkinliği çok sınırlıydı. ABD'nin başını çektiği uluslararası koalisyonun desteklediği operasyon odalarına girmek, zamanla birçok grup için kısa süreli ihtiyaçlarını karşılama taktiğine dönüşmüştü. Aralarında ciddi gruplar ve liderlerin de olduğu bazı aktörler, zamanla bu odalardan ayrıldılar ve farklı önceliklerle bir araya geldiler.
Öte yandan, koalisyonun siyasi hedeflerindeki belirsizlik de grupların dağılmasına neden oldu. Koalisyon bazen Esed yönetimine 'kesin' karşı olduğunu söylerken bazen de karmaşık mesajlar verdi. Sonunda gelinen noktada, rejimle savaşan gruplara ABD'nin desteğini keseceği açıklandı. Zaten 2015'in ikinci yarısından itibaren ABD için Suriye'deki en gözde grup YPG haline geldi. Rejime karşı savaşmaları halinde gruplara desteğin kesileceğin söylenmesi, destek miktarının azaltılması ve bazı bölgelerde YPG ile doğrudan ya da dolaylı ilişkiler kurulmasına ilişkin telkinler, grupların çoğunun tavırlarını değiştirmelerine neden oldu. Sonunda Suriye'deki muhalif silahlı gruplar dört başlıkta toplanabilecek tavırlar benimsedi: Bir kısmı rejimle anlaşıp onun safına katıldı, bir kısmı YPG'ye yanaştı, bir kısmı kendisine yeni 'patron' arayışına girdi, bir kısmı da hem YPG hem de rejimle savaşmaya devam edecekleri beklentisiyle HTŞ veya Ahrar gibi gruplara dahil olmaya başladı.
MUHALİF GRUPLARIN TUTARSIZLIĞI VE BAŞARISIZLIKLARI
Muhalif grupların sorunları sadece dış desteğe bağlı olarak ortaya çıkmadı. Pek çoğu önemli liderlik sorunları yaşadı. Önde gelen bazı gruplar, liderlerini kaybettikten sonra bir daha toparlanamadı. Zaman içinde birçok grup bölündü ve kendi içinden benzerlerini yarattı. Rejimin çıkarıldığı alanların bir kısmında güvenlik ve düzen hiçbir zaman sağlanamadı. Hırsızlık, yağma ve başıbozukluk toplumda önemli rahatsızlıklara yol açtı. Ancak bunun da ötesinde, muhalif gruplar için daha büyük bir problem ortaya çıktı: Suriye'de rejim karşıtı siyasi hareketler ile askeri gruplar arasında gerçek bir koordinasyon kurulamadı. Siyasi hedefi belli olmayan silahlı hareketler, bir süre sonra yerel derebeyleri gibi hareket etmeye başladılar. Bu hareketleri zaman zaman dış müdahalelerle dengelendi. Ancak Nusra'dan HTŞ'ye kadar, El Kaide'nin belkemiğini oluşturduğu örgütler, diğerlerinin tersine ne istediğini biliyordu. Temel hedefleri, Suriye'deki çatışmayı kendi kurmak istediği düzen doğrultusuna çekmek ve Suriye'de El Kaide'nin beklentileriyle uzlaşabilecek ve uzun vadeli olarak ona ev sahipliği yapabilecek bir rejimin kurulmasıydı. Bu nedenle, ön plana çıkmaktansa geride kalıp yönlendirici olmayı tercih ettiler.
El Kaide'nin varlığının Batıyı karşılarına almalarına neden olduğu söylemi başlangıçta tutarlıydı ve El Kaide'nin görünür varlığını törpüledi. Fakat Rusya, ABD ve bölge ülkelerinden gelen "Yabancıları çıkarın", "Onlar Suriyeli değil, DEAŞ'lı ya da Kaide'ci" söylemine muhaliflerin destek vermesi ya da boyun eğmesi, HTŞ açısından önemli bir avantaj ortaya çıkardı. İdlib'de yabancıların genele oranı epey düşük. Silahlı militanların sayısı birkaç bin düzeyinde. Ancak Orta Asya ve Kafkasya'dan yalnız ya da aileleriyle gelen bu grupların gidecekleri bir yer yok. Silahlı muhalif gruplar bunların ayrılması ya da ayıklanması konusundaki mevzubahis baskıyı kabul edip sahaya yansıtınca, HTŞ bu grupların tam olarak desteğini aldı. HTŞ ile bu unsurlar arasında, geçmişten bugüne süregelen ilişkiler zaten vardı. Ancak bu gelişme, HTŞ'nin bölgedeki güç dengesini bozmasında tahmin edilenden büyük bir etki yaptı.
Öte yandan, muhaliflerin tek tutarsızlığı siyaset ile çatışma dengesini tutturamamak değildi. Astana Görüşmeleri muhalifler arasında ciddi bölünmelere yol açtı. Rejim ile görüşmelere başlamak, halkın desteğini kaybetmelerine neden oldu. Astana Görüşmeleri, halk arasında rejimin geri dönmesini kabul etmek anlamına geliyordu. Silahlı grupların bir kısmı pazarlığa girmeyi kabul etse de diğer kısmı rejimle mücadeleyi bir varlık nedeni olarak algılıyor. Rejimle barışmak yerine HTŞ'ye yakınlaşanların sayısı azımsanmamalı. Bu süreçte Ahraru'ş Şam da Astana görüşmelerine katılmadı ama dolaylı olarak sürecin içinde ya da yakınında olduğunu herkes görüyordu. Dolayısıyla muhalif gruplar, kendi yetersizlikleri, tutarsızlıkları ve yabancı ülkelerin etkileri gibi nedenlerle sağa sola savruldukça, HTŞ pozisyonunu koruyarak daha çok destekçi buldu.
ÇATIŞMANIN MEZHEPSEL BOYUTUNUN AĞIR BASMASI
Suriye'deki iç savaş bölgeden bölgeye kimlik bağlamında farklılaşabiliyor. Örneğin YPG ile DEAŞ arasındaki çatışmanın stratejik ve coğrafi boyutu ön plana çıkıyor. Fakat Halep, Lazkiye ve İdlib civarındaki çatışmalar nerdeyse tamamen mezhepsel bir boyuta dönüştü.
İran'ın Şii milisleri sahaya sürmesiyle birlikte, çatışmanın mezhepsel boyutu her şeyin önüne geçti. Bugün İdlib'deki grupların birçoğu için çatışmanın nedeni demokratikleşme, Suriye'de insan hakları, yeni bir uzlaşının sağlanması gibi talepler değil. Mesele, düşman olarak gördüğü mezhepsel grubun hakimiyetine karşı bir savaşa dönüşmüş durumda. Çatışmanın dini kimliğinin ağır bastığı bir ortamda El Kaide'nin güçlenmesi şaşırtıcı bir gelişme değil.
DEAŞ'IN ZAYIFLAMASININ YOL AÇTIĞI BOŞLUK
DEAŞ'ın kısa zamanda hızlı bir biçimde yükselmesi, Suriye çatışmasında radikalleşmenin en önemli göstergelerinden biriydi. DEAŞ güçlü iken El Kaide geride kalıyordu. Şimdi DEAŞ'ın gerilemekte olduğunu herkes görüyor. Hatta bitirilmek üzere olduğu söyleniyor. DEAŞ, gittikçe yaygınlaşan radikalizmin ulaştığı bir aşamaydı. Elbette El Kaide'den farklı bir ideolojik yapıya, örgütlenmeye ve liderliğe sahipti. Fakat DEAŞ'ın boşalttığı alanın, Suriye'de ya da Irak'ta, PYD'nin iddia ettiği tarzda bir yönetim veya ideolojiyle doldurulacağını sananlar ya iyi niyetli değil ya da gerçekten çok saf. Suriye ve Irak'taki çatışma, galiplerle birlikte mağluplar da üretiyor. Bu zafer/yenilgi ilişkisi, birlikte yaşama iradesinin oluşacağı yeni bir ortaklık zemini yaratmıyor. Tam tersine, ABD'nin başını çektiği koalisyonun olanca gücüye uyguladığı bir şiddet aracılığıyla kabul ettirilmeye çalışılıyor. Irak'ta merkezi hükümet, Suriye'de ise ordu ya da YPG, Rusya'nın veya ABD'nin korkunç ateş gücü desteğiyle girdikleri alanlarda yaptıklarının da bu güçler tarafından hoş karşılanacağını düşünüyorlarsa, Irak'ta 2003-2010 dönemine ilişkin gelişmeleri bir kez daha gözden geçirmeleri gerekir.
DEAŞ zayıflar ve geri çekilirken, onunla aynı olmayan fakat benzer bir kitleye hitap edebilecek, örgütlenme becerisi yüksek, lider kadrosu tecrübeli ve askeri olarak da güçlenen El Kaide'nin bu boşluğu kapatması ihtimali daha yüksek.
Özetle, ABD ya da koalisyonun diğer yetkilileri, El Kaide'nin güçlenmesini üstü kapalı olarak ya da açıkça tek bir faktöre ya da aktöre bağlamaktansa, Suriye'deki çatışmanın son 6 yılının muhasebesini iyi yapmalı. El Kaide'nin güçlenmesi, çatışmanın gidişatının Suriye'deki toplumu radikalleştirmesinin; koalisyon ülkelerinin silahlı grupları her gün başka bir hedefe yönelik olarak kullanıp zayıflatmalarının ve proje sona erince de insanları umursamadan proje sarfiyatı olarak görmelerinin; operasyon yürüten devletlerin belirsiz ve tutarsız siyasi hedeflerle araçlar arasındaki uyumsuzluğun yaratacağı operasyonel sonuçları öngörememelerinin; gittikçe mezhepsel kimliği ağır basan bir çatışma ortamında, ABD'nin Suriyeli muhalifleri İran, Şam ve PKK/YPG arasında tercihe zorlamasının; muhalif olarak sahaya sürülenlerin kötü uygulamalarının halkta yarattığı tepkinin; Rusya ve Batı devletlerinin, sahadaki gerçeklerden ziyade, başkentlerde yapılan analizlerle sonuca ulaşmaya çalışmalarının ve son olarak Afganistan ve Irak'taki çatışmalardan ders almamalarının ortak sonucu olarak görülmeli.
Doç. Dr. Serhat Erkmen
[Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Doç. Dr. Serhat Erkmen aynı zamanda 21. yy Türkiye Enstitüsü Ortadoğu ve Afrika Masası'nın başkanıdır]