KURDUĞU DÜNYA ÇELİŞMELERİ
Araştırma teması, Dâvâ, Amerika, ve Şato üçlüsünün ortak temasıdır.
Bir mit havası içinde Kafka’nın sorularını ve bunaltılarını yansıtan bu çok büyük eserler, hem peri masallarına hem de destanlara benzerler .. "Kanlı peri masallarından başkası yoktur .. Her peri masalı, kan’ın ve korku’nun derinliklerinden doğmuştur. Bütün masalların birbirlerine benzerliği bundan ötürüdür. Sadece görünüşte farklıdırlar. Kuzey masalları. Afrika masalları kadar hayvan çeşidi bakımmdan zengin değildir. Fakat çekirdek, arzunun derinliği, hep aynıdır."
Bütün peri masallarında kahramanın peşinden koştuğu şey, kendisinin ve halkının hayatını değiştirecek olan sihirli bir nesneyi elde etmektir. Bu nesne gizlidir ya da kötü bir kudretin elindedir. Onu elde etmeye götüren yol, aldatmalar ve tuzaklarla doludur. Galip gelen kahraman, en katıksız varlıktır, dünya işlerinde en az tuzağa düşen varlıktır.
Bütün bunları, değişik olarak Kafka’nın büyük eserlerinde buluruz. Gerçek bir peri masalı olan Dava’da da; Geothe’nin Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları’nı ya da Dickens’ın David Copperfield’ini hatırlatan bir "oluşum romanı" olan Amerika’da; Don Kişot’u ya da Bunyan’ın Pilgrim’s Progress ’ini akla getiren tıpkı bir ortaçağ destanı olan Şato romanında olduğu gibi.
Varılacak hedef sihirli bir nesne değil, gerçeği değiştirecek, gerçeği dış görünüşlerin ötesinde yakalamağa yardım edecek, "kurtuluş" olabilecek bir tinsel görüştür. Pilgirm’s Progress’ ten farklı olarak gökyüzüne layık olmağa imkan veren kanıtlara meydan okuyarak gökyüzünü elde etmek söz konusu değildir. Bunyan’ın romanında kahraman, ne yapacağını bilir ve kendi kendine sorar: Benden istenen şeyi yerine getirebilir miyim? Kafka’da ise, Şato’da olduğu gibi Dava’da da soru başkadır: Benden, yerine getirmem istenen şey nedir? Kahraman, uzun bir araştırma bahasına varolmak iznini elde edecektir.
Kafka’ya göre yol üzerindeki engeller, makineler ile, bürokrasisi ile, içinde her türlü sorumluluğun yoğunluğunu kaybettiği silindiği adsız hiyerarşisi ile sayısız şehrin güç yitirici labirentleridir. Orada yürüyüş, Castille’in moloz yığınında yürüyen üzgün yüzlü şövalye’nin yürüyüşünden daha yorucudur .. Labirent teması, eserde, kâbus motifi gibi gitgide gelişir. Sıra sıra gemi dizileri içinde bir çıkış yolu ya da kaçmak için Brunelda’nın dairesinin anahtarını arayan Karl Rossman; yargıçlarını ararken çatı katlarının geçitlerinde, merdivenlerinde kaybolan ya da katedralin çıkışını bir türlü bulamayan Josef K ... , kardaki ayak izlerinde yolunu şaşırıp şatoya varamayan, üstelik kaldığı hana da dönemeyen Yerölçücü, hep hu acıklı temayı işler.
Bu insan çölünde Kafka, görünmez mahkemede, bıkıp usanmadan Yasa metnini ararken, sıkıntı ve umutla kitapları yargıcın masasının üzerine açarken birinin yapraklarını çevirir ve açık saçık gravürlerden başka birşey bulamaz; bir başka kitabın adını farkeder: "Marguerite’in, Kocasından Çektikleri". "İşte, der K .. , burada okunan yasa kitapları! İşte beni yargılayacak insanlar!" (128)
Adaletin yoksul evlerinde, pis kokan çatı katları arasında yasayı, bir hayat kuralı arayışını sürdürür. Yolu üzerinde karşılaştığı kimseler arasında yüzü, taşıdığı maskeye benzeyen ya da görevine uyan bir tek kişi bile yoktur: Davası üzerinde ona bilgi verebilecek olan kimse, bir avukat değil, görünmez yargıçların hayali portrelerini yapan ressamdır. Gayri insanilik içindeki bu yolculuğun kabusu, ancak ölümle, tiyatro soytarılarının yerine getirdiği ölüm cezası ile biter.
Amerika romanı kahramanı Karl Rossman’ın "yeni dünya" ya ayak basmaya, hayatını bütünleştirmeye çalışıp da yolculuklarının sonunda, birçok aldatmadan ve hayal kırıklığından sonra mutluluğun
başlangıcını ancak, hayatın dışarı attığı insanların hiçbir zaman yaşayamıyacakarı şeyleri tasladıkları gezginci bir tiyatronun cambazhanesinde buluşu gibi, Şato’nun Yerölçücüsü de dünyaya bir giriş noktası arayan bir yabancıdır. Geçen yüzyılın başında doğuş halindeki kapitalizmin vaitkâr hülyaları ile Faust’u,
ya da Julien Sarel’i canlandıran kudret, gençlik ve bilgi hırsı yoktur onda; sadece zavallı bir varolmak arzusu.
Yeni zamanların gezgin şövalyesi Yerölçücü, yanına vanlmaz ahlaksız zorba memurların, kurbanlarını mahkum ettiği kölelik, boyuneğme, ahlaki düşüklük ruhu ile bir devri, bir düzeni o kadar güzel sembolize eden bir "anonim şirket" gibi yönetilen bu dünyada, köyünden Şato’suna, yerinden göğüne kadar, hergün biraz daha çamura batar.
Bu dünya, ruhsal hayat gibi toplumsal hayatın da büsbütün yıkıldığı bir dünyadır; bu dünya "ÜçBatı Kontu" nun, üzerinde güneşin battığı uzak Batı kontunun malikanesidir.
Ortaçağ destanlarındaki gibi, eşi görülmemiş bir görev yüklenmiş olan kahraman, Tanrı’sını ararken, kendi kendinin ve insanî bir düzenin peşine düşmüş olan insandan daha az inançsızdır; çünkü Şato’nun sahibi ebediyen yoktur ve büyüklüğü, onda değil, ölünceye kadar son durağı bulmak peşine düşmüş olan kimsenin mutlaktan başka bir ölçü kabul etmeyen, Yerölçücünün bu insanî gücünde aramak gerekir.
Şato sahiplerinin, kölelerinin kanlarıyla ilk gece yatmak hakkına hala sahip oldukları eski bir Alman derebeylik arazisini hatırlatan bir dekarda, daha geniş bir dram oynanır; adsız sermaye toplumunun modern toplumsal şekli altında, şüpheli bir Tanrı’nın sahte memurlarının ve sahte bildirilerinin dinsel şekli altında, efendi ve uyruk ilişkilerinin dramı oynanır; toplumsal ilişkiler dünya üstü ilişkiler haline dönüşür, insanlar arasmdaki yalancı ilişkiler, Tanrı ile ve onun kulları ile ilişkilerin uydurma görünüşünü alırlar.
Yeryüzünün ve gökyüzünün bu sahte düzenine karşı yerölçücü, hayatın gerçek yasasını, insanların yasasını bulmak için esrarengiz bir mücadeleye girer. Bu mücadelede yenik düşecektir.
*
Peki, bu sonsuzluk şövalyelerinin, karşısında başarısızlığa uğradıkla.rı gizli güç nedir? Bu tanıklar, ne uğrunda can vermektedirler?
*
Bu gerçeklik ve bu doğruluk, içinde yaşadıkları mit’in dışında çözülemez, ondan ayrılamaz. Bir eserin anlatımı ile anlamı birbirinden ayrılamaz, çünkü sanat eseri, soyut fikirlerin romanlaşmış bir şeklinden başka birşey değildir; çünkü durumlar, allegorilerden (istiarelerden); kişiler, slogan ya da ahlâki düşünce taşıyıcılarından başka şeyler değildir.
Eser, ancak yazar söylemek zorunda olduğu şeyi başka türlü söyleyemediği için, bu bilgi, içinde çizimleştiği imajdan ayrılamadığı için bir sembol biçimini alır. "Bütün bu sembollcr, aslında, kavranamıyanın, kavranılamayacağını gösterir." (129)
Örneğin, Ceza Sömür’gesi’nin Komutanında, Çin Seddi’nin Hükümdarında. Dava’nın Yargıçlarında ya da Şato’nun Efendilerinde; Baba’nın, Capital’in ya da Kierkegaard’ın Tanrısının basit benzerini aramak boşuna olurdu. Eğer sanat eseri buna indirgenebilseydi, Kafka, bir psikanalizci, ekonomist ya da dinbilimci olurdu ve söylemek zorunda olduğu şeyi açıkça söylerdi. Kaflka bir filozof değil, bir şairdir; bir tezi açmak, ya da ispatlamak görevi ile değil, bize dünyanm tüm bir "görünüm" ünü (vision) iletmek, onun içinde erimeden onu nasıl yaşıyacağınuzı göstermek görevi ile yükümlüdür.
Kafka, bütün büyük mit yaratıcıları gibi, dünyayı imajlar ve semboller halinde görür ve kurar; nesneler arasındaki uygunluk ilişkisini duyar ve duyurur; tecrübeyi, düşü, yapıntıyı ve hatta büyüyü bölünmez bir bütünde birleştirir ve anlamların bu imaj çakışmasında (surimpression) ya da üstüste gelişinde, herbirimize günlük şeylerin bir kesitini, gizli düşünceleri, felsefi ya da dinsel fikirleri ve bir gün daha uzağa gitme arzusunu çağrışım yaptırır.
Şato romanındaki, hele Köy Doktoru ve Çin Seddi’ ndeki kar peysajı, sadece çarpıcı bir plastik imaj değil, aynı zamanda yalnızlığın ve yokluğun (Non-étre) hüzün verici bir düşüncesidir : "Kuzeyin buzları ve sisleri arasında insanın varlığından şüpheye düşülemezdi." Bu buzlaşmış, bu yoğunluğu azalmış çevre, etimizde, "toprağın, havanın, Yasa’nın" yokluğunu yaşatıyor. İmaj, boşluğu, hiçliği "anlatmıyor" ; hiçliğin, boşluğun kendisidir o; bir yokluğun yaşanmış acısıdır.
Bunun için Kafka’mn sembollerini, ayrıntılı bir yoruma vurmak imkansızdır. Sembülün somut gelişimi ile soyut anlamı arasında ucuca bir uyuşma kurmak imkansızdır. Sembolün genel çerçevesi içinde hareket eden, canlı ve bireyselleştirilmiş kişilerdir; ayrıntılara bağlı bir gerçekçilik sembolle çelişmez, aksine, ona hayat verir.
Kafka, Ame’rika adlı romanında, bilinçli olarak Dickens’i düşünmüştür. Picasso, Delacroix’yı ya da Velasquez’i nasıl taklit etmişse O’ da Dickens’i öyle taklit etmiştir: Yaratmak şartlarını ve kanunlarını tamamem bilerek; tarihin yeni bir aşamasında, geçmişdekilerin yerine yeni yeni uyumlar yaratmak isteği ile.
Kafka, Diekens’e borçlu olduğu, daha açıkçası kendisini O’ndan ayıran şeyi biliyordu. İçinden çıktığı toplumun sembolü olan Yasa makinesi, esrarlı dişlilerinin arasında kurbanını acımaksızın ezmektedir. Ama Dickens, kapitalizmin serpilme devresiyle çağdaştır, o zamanlar öncü olan bir milletin yurttaşıdır. Sözleri, halkı arasında geniş bir dinleyici bulmaktadır. Kafka ise, düzenin yıkılışını bizzat yaşamaktadır. ve bunu, Avuısturya - Macaristan İmparatorluğu’nun köhneleşmiş yapısı içinde daha da keskin olarak duymaktadır. Alman dilindeki o Yahudi sesinin bastırılacağını, söneceğini ve yaşadığı sürece ancak çok küçük bir topluluğa ulaşabileceğini bilmekteydi.
Yaşanmış tecrubenin mitler yoluyla yansıtılışı da ancak fantastik olurdu.
Kafka, büyük eserlerinde, doğrudan doğruya, kendi iş hayatını anlatmaktan belirli olarak kaçınmıştır: Sadece kendi izlenimlerini yapan nesneleri, arzularının önüne çıkan engelleri ortaya koymuştur. Bunu, bir tespitin, bir tutanağın soğuk inceliği ile yapar. Saçmayı nesnel; betimlemesi, kuruluğu ile can bile sıkar. Gorki’ye karşı duyduğu hayranlığın sebepleri çok şeyler söyler bize: "Gorki’nin, en küçük bir yargı katmaksızın bir insanın karakterinin izlerini çizişini görmek heyecanlandırıyor insanı. Bir gün onun, Lenin hakkında tuttuğu notları okumak isterdim." (130)
Esinlendiği nesnellik örneği budur: "Edschmid, benden bir yapıcı olarak bahsediyor. Oysa, oldukça beceriksiz, orta bir desinatörüm. ben ancak. Edschmid, günlük olayların içine harikulade1iği, ustalıkla koyduğumu ileri sürüyor. Büyük bir hata bu. Günlük şey, kendiliğinden harikuladedir zaten. Ben bunu kaydetmekten başka şey yapmıyorum" (131)
Kafka’nın aynı zamanda tanığı, kurbanı ve yargıcı olduğu toplumsal gerçeklik, ilkel insanların mitler ve büyülerle dolu toplumları kadar inanılmazdır (fantasmagorik). Yabancılaşma, tabiat kuvvetleri karşısında insanın güçsüzlüğündeın doğacağı yerde; bugün yabancı ve düşman kuvvetler şeklini alan toplumun kuvvetleri karşısındaki güçsüzlükten doğmaktadır. Her an bir tufan çıkagelebilir. Ve insanları, eserlerini, düşlerini ve değerlerini silip süpürebilir.
Yabancılaşma dünyasında günlük hayat bu endişe havası içinde, her zaman eli kulağında yıkım havası içinde yüzmektedir. Kafka’nın, doğrudan doğruya kavranabilir, duyulabilir hale getirdiği şey, bundan başka birşey değildir. Bir yorumcuya ihtiyacı yoktur bunun: gerçekliği, olduğu gibi, hiçbir şey katmaksızın nasılsa öyle: yani iyi yağlanmış makinesi ile fakat aynı zamanda her an içinde taşıdığı tehditlerle, insanların kafasında ve kalbinde tutuşturduğu panik, alay, başkaldırma alevleri ile, insanlara zorladığı baskı ve havasızlıkla tanımlarken Kafka, sadece bu tanımlama ile, bir başka dünyanın gerekliliğini zorunluluğunu gösterir bize; bir dünyadan diğerine geçişi gerçekleştiren kendiliğinden. hareketi görmese bile ...
Mekanizmalarının cerrah netliği, fakat aynı zamanda güvensizliği ve sırları ile bu yabancılaşma dünyasının, ben-dışı dünyanın bu bağışlamaz şiirinde Kafka, günlük hayatın görünen dekoru içinde varlıkbilimci (ontologique) bir dram serer gözönüne.
Gayriinsani dünyanın bu duygusuz nesnelleştirilmesi, sorunlarımıza bir cevap getirmez, getireceğini de iddia etmez zaten; fakat onları ortaya koymağa zorlar bizi. Dünyanın, görünüşteki güven verici sahte düzenine, gerçek biçimsiz ve sahteci yüzünü verir, gösterişlilik ve değişmezlik taslayan kurt yeniği içindeki yapıyı yerinden oynatır ve çatlatır. Bu dünyanın kendi içine kapanmadığını duymağa zorlar bizi. Yabancılaşmamızın bilincini verir bize.
Kafka’nın anlatımında, alışılmış dünya düpedüz sürüp gider, ama daha başlangıçtan itibaren, alışılmamış bir olgu herşeyi başka bir ışık altında gösterir. Ve bu sarsma bizi uyandırır: rahat küçük burjuvalardan kurulu bir ailede, yumuşak başlı, bir ticari mümessil olan evin oğlu, birdenbire bir hamamböceği oluverir; Değişim’dir bu, nesnelerle, insanlar arasındaki tüm ilişikilerin değişimidir. Kamuoyu önünde olduğu kadar yasa önünde de kusursuz olan, imzaya yetkili memur Joseph K. .. , görünür hiç bir sebep olmarksızın, uykudan kalkar kalkmaz tutuklanır; çok geçmeden serbest bırakılır. Ama ne olursa olsun sanıktır artık; hayatının bütün normal akışı altüst olmuştur; kurumlarla, insanlarla bütün ilişkileri altüst olmuştur. O andan itibaren hayatı, bir başka mantığa uyarak, alışılmış mantıktan temelli kopmuş bir halde akar gider; ve bu Kafkavari durum değiştiriş o kadar az keyfidir ki, kendimizi başka bir ülkede, fakat ilgi duyarak yaşıyor hissederiz. Bize gelince, alışkanlıkların, sözleşmelerin ve uyuşmaların aldatıcılığından uyanır, bir cins hesaplaşmaya itiliriz. Kendimizi, artık, toplumsal ve alışılmış tarafından yönetiliyor hissetmeyiz; hareketlerimize, alışkanlığın süredurumundan (inertie, atalet) başka bir doğrulama bulmaya zorlanırız.
İçinde insanlara karşı, aralarında en kötüleri için bile: "Bunlar uyurgezer, yoksa aşağılık kimseler değil " (132) diyecek kadar güven duyan Kafka’nın kendisini adadığı uyandırıcılık ödevi budur işte.
İlk sorunun kıvrımlanmasmdan, ilk uyanıştan sonra Kafka, bizim geriye dönmemize engel olur. Onun koparma, sökme kudreti, hırsların olduğu kadar hatıraların da görenekçi devamlılığından devamlı olarak kopma arzusunda kendisini gösterir: "Bizi tutan, geçmişimiz ve geleceğimizdir." (133) der. Kafka, bu bağı koparmak ve bizi tasarısız (dessein) ve izsiz bir hale (présent): bir yörünge üzerinde bir geçiş noktası değil, kendi kendimizi, yeniden bulma gibi devamlı bir doğru olan hale yerleştirmek için didinir durur, Yaşamanın alışılmışlığından kopmuşuzdur artık. Olaylar, her günkü edilgin gerçeklikte olduğu gibi birbirine bağlanmaz artık: geleneksel oldukları için mantıkî denilen eski püskü elbiselerinden soyulmuşlardır; ne kendilerinden önce nedenleri, ne kendilerinden sonra açıklamaları vardır artık. Görenekçi kıyaslamaların surları yıkılmıştır artık, tıpkı Rameau’nun Yeğeni’nin diyalektik alayında olduğu gibi.
Günümüzdekinin aynı bu düş ve kabus içinde keyfiliğin ve alışılmamışın etkisiyle altüst olmuşuzdur. Artık "geçmişteki bir şeye" dönüp başvuramayız .. Usa fazlasıyla uygun şeylerin birbirini tutmazlığı bizi şimdiki zamanda varolmağa çağırır. Sorumluluk duygusunun bir uyanışıdır bu.
Makineleşmiş hayatın yabancılaşmasına, Kafka daima bitmemiş bir dünyanın ve bizi daima askıda bırakan alayların uz1aşmaz devamsızlığı ile karşı koyar.
Dünyayı kopye etmeğe ya da açıklamaya değil, emin yetersizliğini apaçık göstermek ve bizde, bu dünyanın dışına çıkmak, kaybolmuş bir ülkeyi aramak gibi önüne geçilmez bir ihtiyaç uyandırmağa çalışır.
İşte Kafka bizi buraya kadar getirir ve bırakır.
Bizi Cehennemin çemberlerinden geçirmiştir; sonsuz bir tünelin öbür ucundaki ışığı göstermiştir bize, ama sonra kılavuzumuz bizi terketmiştir. Onun ülkesi yabancılaşmanın ve yabancılaşma bilincinin ülkesidir.
Onun ülkesi dil ülkesidir. Ama dil, mülkiyet dünyasınm dilidir; varolmak dünyasını sadece işaret ya da imâ edebilir. Onu göstermesi ya da anlatması kabil değildir.
Kafka, yabancılaşmanın dışına çıkmaksızın, duyum dünyası ile yabancılaşma dünyasmın bir bütün meydana getirebileceğini umar. Dil, bir tutsak olarak kalır orada. "Dil, duyum dünyasının dışındaki şeyi açıklamakta, daima, ancak ima tarzında kullanılabilir, yoksa analoji tarzında değil; çünkü duyum dünyasına uygun olarak, o ancak mülkiye ve onun. ilişkilerini ilglendirir." (134)
Olsa olsa bir eksiklik, bir yokluk telkin edilebilir: Mallarme’nin ya da Reverdy ’nin bazı şürlerinde olduğu gibi Kafka’nın sembolleri, yokluğun sembolleridir. Mülkiyet (l’avoir) yoktur, bir varlıktan başka şey yoktur: Son soluğu, soluksuzluğu isteyen bir varlık. "Belki mülkiyeti olduğu, ama varolmadığı söylenince, cevabı, kalbin sarsıntısmdan ve atılışından başka birşey değildir." (135)
Kafka bizi yabancılaşmanın sınırlarına kadar getirdi
Yorulmak bilmeden saldırdı bu sınırlara ama aşmayı beceremedi hiç bir zaman. Eserlerinden çoğunun, hele en büyük üçünün bitirilmeden kalmış olması hiç de bir rastlantı değildir: Kafka yabancılaşmanın bütün alanlarında dolaştıktan sonra vadedilmiş ülkenin varolmak ülkesinin kıyısına kadar varmış, fakat içine girememiştir. Davranışı, olsa olsa varlığını doğrulamaktadır. "İskender zamanında Hindistanın kapılarına ulaşılmazdı, ama kralın kılıcı hiç olmazsa yönünü gösteriyordu. Bugün o ünlü kapılar çok daha uzağa ve çok daha yükseğe götürülmüşlerdir; ve hiç kimse yön de göstermiyor artık; bir çok insan kılıcını kapıyor ama sırf boş yere sallamak için; onları izlemek isteyen bakışlar şaşırıyor." (136)
Onun sanatı, içindeki olumsuzlamalarla bile, sonsuzluğun yaşanmış tecrübesini bize duyurmak ister, Bitmemiştik, onun yasasıdır.
Kafka, eserlerinin herbirinde, bugün bilgilerin olayları açıklamak için yaptıkları gibi, bir çeşit "örnek" yaratır. İşte bunun içindir ki, birçok anlamlar çıkartılabiliyor onlardan: örneğin, Dava’daki adli alegori (istiare) tıbbi ya da psikiyatrik terimlerle, dini ya da mistik terimlerle yorumlanabiliyor; fakat. bu
çözümlemelerden hiçbiri, ne de onların tümü, eserin anlamını açıklamıyor: çünkü, bir kere resimde ya da şiirde olduğu gibi edebiyatta da, bir sanat eserinde sembol, sembolleştirdiği şeyden ayrılamaz. Açınlayıcı mit’in özelliği, yorumlamaya değil, görünüme, yaşanmış tecrübeye bağlı olmaktır; sonra, insani ilişkilerin bir bütününü tanımlamadan başlayarak "örnek" in yaratılması, bütün açıklamaların sınırlarını aşan bir gerçekliğin işareti ve "şifre" sidir. Çünkü gelecek, mit’in mikrokozmasında yansımaktadır.
Şiir, hiç şüphe yok, varolan gerçekleri mit haline, henüz ortaya çıkmamış olanın "şifre" si haline çevirme sanatıdır; aşkınlık kelimesi, aynı zamanda dinbilimsel bir anlam kükmasaydı, şiir, "aşkınlığın" yaşanmış tecrübesidir, diyebilirdik. Bir "öte-dünya"nın dinsel özlemini duyurmak değil söz konusu olan, bu dünyanın sonsuzluğunun açık anlamını vermektir bize. Bütün soy sanatçılar gibi Kafka da sonsuzluğun bu boyutunun bir tanığıdır.
Bütün insanî olanakların bu sonsuzluğu, kapıları ve kapalı perncereleri sarsan bir varlık gibi orada, sanattadır. Gerçek sanat, onu duyurma yoludur. Büyük mitler, daima bu varlığı ortaya çıkarmak ve aynı zamanda ona karşı arzu uyandırmak görevini yüklenmiştir. Bugünkü haliyle, dünyanın kapalı çemberini kırmak, içinde bulunulan zamanın akılcı aydınlık analizini aşan şeyden vazgeçmek demek olan bu istekte, dinbilimsel hiçbir şey yoktur.
Hayatın anlamını aramada ve onu daima daha yüksek bir yasaya göre kurmak arzusundaki bu bütünlük
gereksinmesi bizi, olacağımız şeyle, yani halen yoksunu olduğumuz, kendimiz hakkında bilemeyeceğimiz şeyle, düşünmekten ve söylemekten vazgeçmesek bile henüz düşünemiyeceğimiz ve söyleyemiyeceğimiz şeyle mücadeleye sokar.
Alabildiğine insanca olan bu aşkınlığın dili, mutlak’ı olumlu bir şekilde ifade edecek hiç bir dil olmadığına göre, mutlak’ın da varolmadığını söylemek durumunda kalan - olumsuz tanrıbilimin yanıltıcı yöntemlerini, geleceğe açık büyük bir hümanizmanın terimlerme aktarmak zorunda kalacaktı.
Kafka, Tanrı’nın adını anmaktan kaçınır. Hayata daha güzel bir Yasa araştırmak, bulmak ve kurmak yolu ile varolan düzeni aşmak gibi özel olarak insanî olan bir gerekliliğe bu adı hemen hemen hiç bir zaman vermez. Gerçek aşkınlığın dilini konuşmak için insanın ufkunda, Jaspers’in "Başarısız1ığın şifresi" dediği şeyi çizer. "Başarısızlıkta varlığını deniyor " gibidir durmadan. (137) Bütün olanakların, elden. gelenlerin yol kavşağında olmazlık (saçmalık) ve umutsuzluk, kendileri ötesinde bir başka yasa belirtir ve bizde, ona hayat vermek için önüne geçilmez bir gereksinme doğurur.
Kafka’nın büyüklüğü, gerek dünyadan ayrılmaz bir mit dünyası yaratabilmiş olmasındandır. Sanatta gerçek, insanın varlığı ile, günlük gerçekliği değiştiren bir yaratıştır. Tıpkı, aynı devirde yaşayan kübist ressamların, en ufak günlük şeyler içindeki şiiri bilinçli bir başkalaşımla ortaya koyuşları gibi Kafka da bu dünyadan aldığı maddelerle, bu maddeleri başka kanunlara göre yeniden kurarak fantastik bir dünya yaratmıştır. Kafka’yı, Picasso’nun resmi üzerinde olan yargısını kendi eserine uygulamaktan daha iyi bir tanımlama yolu olamaz. JANOUCH, Prag’da ilk kübist ressamlar sergisinde, Picassso hakkında şöyle demişti : "Picasso, nesneleri isteyerek deforme ediyor."
Kafka, "Sanmıyorum," demişti. 0, henüz bilincimizin alanına girmemiş olan deformasyonları tespit etmekten başka birşey yapmıyor. Sanat, tıpkı bir saat gibi "ileri giden" bir aynadır".
Notlar:
(128) Dava, s. 40 (Şipal çevirisi, ATAÇ. 1964)
(129) Çin Seddi’nde "Des Symboles" s. 130
(130) JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 79
(131) Aynı eser, s. 51
(132) JANOUCH, Kafka m’a, dit, s. 82
(133) Tentation au village’da "Fictions" s. 49
(134) Préparatifts….’te "Méditations sur le péché" s, 43
(135) Aynı eser, "Cahiers in-octavo" s. 80
(136) Değişim’de «Le nouvel avocab Gallimard, s. 109
(137) Karl Jaspers, Philosophie, lll, 237
Roger Garaudy
Çeviren : Mehmet Doğan
Hür Yayınları – 1965