YAŞADIĞI DÜNYA VE ÇATIŞMALARI
Hayatın anlamını ararken Kafka’nın temel tecrübesi, yabancı olmak ve varlığın içinde kendine bir yer bulabilme ihtiyacını duymaktı. Günlük’ünde şöyle yazıyor: "Bir yabancıdan daha yabancı yaşıyorum."
Yahudi olması, Almanca konuşması, ve Avusturya - Macaristan imparatorluğu boyunduruğundaki Çekoslovakya’da yaşaması, ondaki yalnızlık ve köksüzlük duygusunu artırmıştır. Viyana egemenliğine karşı protestoların, Yahudi düşmanı mezalimi daha da artırdığı 1897 ayaklanmaları sırasında Kafka ondört yaşındaydı; gençliği boyunca da, Milena’ya Mektuplar’da hatırladığı gibi, okul çocukları arasında ve Yahudi azınlığına "uyuz ırk" gözüyle bakılan çevrelerde bütün şiddetiyle süregelen milliyetçilerin küçük çapta ırk savaşlarını gördü. Konuştuğu Almanca ile Çek nüfusundan ayrılıyordu.
Öte yandan, kendisini Alman dilinin bir misafiri sayıyordu. Prag’da doğduğu şehirde ise kendini yabancı duyuyordu. Yahudi olarak, Almanca konuşan nüfustan ayrılmıştı. Büyük bir tüccar oğlu olarak da. halkın dışındaydı. Prag’ın Yahudi mahallesi yerle bir edilmişti ama bu töre devam ediyordu. "Eski pis, Yahudi şehri, bizler için, etrafımızdaki yeni, temiz şehirden çok daha gerçektir. Bir düşte uyanık yürüyoruz; bizler, geçmiş zamanların hayaletlerinden başka birşey değiliz ."(8) Toplumla kaynaşamamıştır, yalnızdır, kendini bütün tarihî topluluğun dışında hissetmektedir.
Aynı zamanda tinsel (ruhanî) topluluğun da dışında ve ona yabancıdır. Anlayabildiği tek Tanrı, Yahudi geleneğinin korkunç tanrısı, kanunu amansız Yehovah’tır. Yokluğun sınırlarında, uzak bir tanrıdır bu. Çin imparatorunu, Yargıçlar Başkanını, Şato Senyörünü hiç kimse, hiçbir zaman göremeyecektir. Ona göre İsrail tarihi, İnsanın Tanrı ile ilişkilerinin imajıdır: halkı, seçkin bir halktır, ama aynı zamanda üzerine: Tanrı’nın laneti yağan dik başlı bir halk . "İtiraf ettiğim bütün benzersizliklere rağmen ırkıma hiç ihanet etmedim ... Yalnız garip bir karakterim var benim; ve hiç unutmayalım ki bu, ırkımın farklı çizgiledie kendini ortaya koymaktadır." (9) diyor.
Kafka, tam bir Yahudidir, ama aynı zamanda Yahudi topluluğundan kopmuş bir Yahudidir. Kıyasıya eleştirir Yahudi dinini. "Sinagogumuzda" adlı hikayesinde Yahudi topluluğunu, anlamını bir türlü anlamadığı dini inançları ve akideleri körükörüne yerine getiren bir topluluk olarak çizmektedir. Traumühl Sinagogu’ nun üstünden ayrılmayan esrarlı ve korkunç hayvan, müminlerin dualarının körükörüne yükselip durduğu anlaşılmaz ve açıklanmaz hedefi sembolize etmektedir.
Kafka’nın tutumu burada belirsizliğin işaretini taşımaktadır. Musevilik, bir taraftan sosyal, diğer taraftan dini bir topluluk olduğu için bu belirsizlik bir kat daha korkunçtur. Musevilik, yalnızca bir inanç meselesi değil, fakat her şeyden önce, inancın şartlandırdığı bir topluluğun canlı yaşantısıdır. (10) Kafka kendisini bu dinden ayırırken hem gökyüzünü hem yeryüzünü, yani hem Tanrı’yla hem de insanlarla olan ilişkilerini yitirmiştir. Yahudiler, topluluktan kopmuş, bu topluluğun özlemini çeken bir Yahudidir; hep inanç ve onun ölümsüzlüğü arasında parça parça olmuş, uzlaşma tekliği ile en acılı yalnızlığı duymaktadır. Köklerinden kopmuştur: "toprağın, havanın, yasanın yokluğundan" acı çekmektedir. "Bunları kendim için yaratmalıyım, işte benim işim bu. ilk görevim bu."(11) "İnsan bilinçle yaşayınca başkaları ile olan bağlarının ve başkalarına karşı olan görevlerinin bilincine açıkça erişince, eski yurt hiç yeniliğini yitirmiyor’. İnsan, gerçekte, ancak bu bağları ile özgürlüğe kavuşabilir. Ve bu da, bu hayatta bulunan en yüce şeydir. »(12)
Kafka, soyut bir yazar değildir: hiçbir yerden "gelmiyor"a, hiçbir yere "bağlanmıyor"a, hatta belki hiçbir yere "götürmüyor"a benzeyen bu İnsan, delicesine, İnsanların dünyasına kök salmak istemektedir. Bu büyük istekle ilgili olmayan her şey önemsizdir onun gözünde.
Kafka,"kara" bir yazar değildir. Kaç kereler, umutsuz ve yalnız bir kişi olarak anlatılmış olan bu insan, normal olanı, sıhhatli olanı ve insanlar arasında mutlu bir kaynaşmayı bütün gücüyle dilemektedir . "Bütün yasalarımız ve bütün siyasal kuruluşlarımızın… çıkış noktası, tasarlayabildiğimiz en büyük mutluluğa: birbirimize candan sarılmaya duyulan özlemdir ..." (13) Değişmez bir özlemdir bu : "Ben, kendi vicdanında kendini daima bir kanun-dışı, şehrin duvarlarına saldıran bir yabani gibi hissetmiş olan ben, şerefle karşılanacağım. Etrafıma toplanmış bütün köpekler1n o kadar özlediğim sıcaklıklarında uzanacağım ..." (14)
İşte gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de yabancı olma duygusunun ve bir madde, bir yurt, bir kesinlik, ve bir takım kökler edinmek ihtiyacının aslı budur işte:
"Beni, tanıdığım bütün insanlardan kuvvetle ayıran bir özellik var bende. İkimiz de, batılı Yahudilerden çeşitli tipik örnekler tanıdık; ama bildiğim kadarıyla, hepsinden başkayım ben; biraz büyüterek söylersem, bir dakika rahat verilmiş bana, hiçbir şey verilmemiş bana, her şeyi kendim elde etmek zorunda kalmışım; hem yalnız bugünü ve geleceği değil, geçmişi de; her insanın doğal olarak bir geçmişi var, ben bunu bile kendim elde etmek zorundayım; en zorlu iş de bu belki. .. (15)
Kafka toplumsal ilişkilerini ve Yahudiliğini, ailesi içinde özel bir yeğinlikle yaşamıştır. Babasıyla arasındaki ne marazi ne de anormal olan ilişkiler, kendisi ile Yahudi topluluğu arasındaki gerginliği hem dinsel, hem de toplumsal bakımdan artırmıştır.
Babasıyla olan anlaşmazlığı, psikanalizcilerin ileri sürdükleri tezlerin tam karşıtıdır: Psikanalizcilere göre, babasıyla olan ilk çatışması, daha sonraki çatışmaların tohumudur; oysa babası ile olan anlaşmazlığı, toplumsal gerilimleri özetler ve şiddetlendirir.
Geleneksel Yahudi ailesinde babanın bir kutsallığı vardır. O halde, Kafka’daki tanrı tasarımı,babasıyla olan ilişkilerinin yaşantısından gelmemiş, tersine o kutsal kitabın korkunç tanrısı ile ilişkilerinin geleneksel imajı altında görmüştür babasını. Kafka’nın babasının, dini bütün bir Yahudi oluşu ve bir takım dinî görevleri, bütün bunların anlamını ve ruhsallığını yitirmiş - oğlundan beklemesi bu inancı daha da sertleştirmiştir. Kafka, psikanalizde "umutsuz bir hata" dan başka hiçbir şey görmüyordu. "Bütün bu sözde hastalıklar... İnancın gerçekleridir, zavallılık içindeki insanın bir ana kucağına sığınma çabalarıdır; psikanalizi kendisi bile dinlerin temelini aramaya kalkınca, bireyin hastalıklarını yapan şeyden başka bir şey bulamıyor."(16)
Toplumsal düzeyde Kafka’nın babasıyla anlaşmazlığı, kendi kendine zengin olmuş bir iş adamının, şair oğlu ile olan geçimsizliğidir. Kafka, babasını, üstün bir insan olarak düşünür, fakat onun gibi olmak istemez, istese de olamaz zaten. Babasının işyerinde toplumsal sömürme ve baskı ilişkilerinin ilk tecrübelerini geçirir: "Mağaza, beni ruh hastası etti... özellikle mağazada çalışanlara karşı tutum demek istiyorum... Sen, memurlarına "ödenmiş düşman" derdin, öyleydiler de zaten, fakat bana öyle gelirdi ki, onlar senin düşmanın olmadan önce sen onların "ödeyen düşmanı" idin ... İşte bu, mağazayı. dayanılmaz yaptı benim gözümde; bana senin karşında kendi durumunu hatırlatıyordu ... Bunun içindir ki, ben de mutlaka mağazada çalışanlardan yana oluyordum." (17)
Babası, onun gözünde, zorba, yabancılaşmış ve bireyin benliğini boğan bir toplumun oluruna yürütülmüş bir imajı idi. Toplumsal ilişkilerin tümünün eseri olan yabancılaşmayı o, önce babasıyla olan ilşkileri şeklinde yaşadı: "Hatırlarım: evde olduğu kadar okulda da benliği gittikçe daha çok silmeğe çalışırlardı" Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı nu bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliği yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan, benliğimin bir yanını bastırmağa kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu!" (18)
Babası hakkında konuşurken ve onun kendisini , "korkunç bir ikili hayata" itişinin nedenlerini açıklarken şöyle diyor: "Dünyadan niçin kaçmak istiyordum? Çünkü: babam, bırakmıyordu beni dünyada, kendi dünyasında yaşıyayım ... İşte o günden sonra ben de bu başka dünyanın yurtdaşı oldum ... İnsanoğlu için bir üçüncü toprak olmadığından. Kenan ili, mutlaka umut bağlanan biricik toprak diye belirmiş olmalı gözümde ..." (19)
Kafka, Brod’a bütün eserlerine, "Babanın Dünyasından Kaçış" adını vermek istediğini söylemişti bir keresinde. Fakat buna bakarak, Kafka’nın eserini bir psikanaliz belgesi sanmak yanlış olurdu; çünkü bir kere bu eserde her şey, Oidipus kompleksinde olanın tam tersine, apaçık bir bilinç içinde geçer; sonra "Babanın dünyası" Kafka’nın, uzun zaman, yabancılaşmanın. toplumsal ilişkilerini ve dini ilişkileri yaşayış tarzını açıklamaktadır.
Babası ile olan bağıntıları, toplumla ve dinle olan bağınıtıları gibi aydınlıktan uzaktır: onlarda hem sevgi hem korku, hem başkaldırma hem özlem vardır.
*
Uğraşı, onu toplum hayatına daha da çok sokarken, yabancılaşmayı ağırlaştırır, ikiye bölünüşü kuvvetlendirir. Kafka, 1908 den beri bir işçi kaza sigortasında memurdur.
"İkili" hayatı, bir yandan, mesleki tecrübesine uyarak, öte yandan onunla umutsuz bir zıtlık içinde oluşur. Bürokrasi mekanizmasının bir memuru olarak, insanı ezen ve benliğini. yok eden alınyazısının bir dişlisidir. Kendisini yaşatan ve hergün biraz daha öldüren işinde, yabancılaşmanın bir aletidir. Bu adsız ve basamaklı kuruluşa; onun, soyut ve insanlık dışı birtakım yasalar adına insanları ezen - ufalayan mekanik, anlamsız ve sorumsuz, işleyişine katılır. Bir zamanlar hukuk eğitimi onun için bir işkence olmuştu: "Hukuk okudum. Yani, sınavlardan birkaç ay önce, sinirlerimi kurutarak ruhumu, binlerce ağzın benim için çiğneyip hazırladığı odun talaşıyla besledim" diyor. (20)
İnsana yabancı ve onun dışındaki bu kanun, bu yabancılaşma, yalnızca genelin tikele zıtlığını değil fakat iki toplumsal sınıfın çatışmasını ifade etmektedir. Kafka bunu biliyordu. Janouch’a, insanlardan değil düzenin kendisinden doğan kapitalizme özgü yabancılaşma mekanizmasını şöyle anlatıyor: "Kapitalizm, içerden dışarıya,dışarıdan içeriye, yukardan aşağıya, aşağıdan yukarıya giden bir bağımlılık sistemidir. Onda her şey basamaklandırılmış, demire vurulmuştur. Kapitalizm, dünyanın ve insan ruhunun bir halidir." (21)
Bu baskı aletinin içinde bir bürokrat olan Kafka durumunun devamlı ikiyüzlülüğünden acı duyuyordu. Kendisine göre, toplumdaki bütün yabancılaşmaların özetlendiği bu bürokrasi içinde o, durmadan kendi bilincine karşı hareket etmeğe zorlanmış, sürüklenmiştir: Kimi zaman, tiksindiği bir kuruluşu kollayıcı bir rapor ya da yazı yazmağa (22) ; kimi zaman da, doğruluğunda hiç şüphesi olmadığı dilekçeleri geri çevirmeye ya da ustalıkla atlatmaya zorlanmıştır. Kazaları önleme servisine ayrılmıştı; her dosyada yazılanın ötesinde, makinelerin ve kanunların dişlileri arasında ezilmiş, parçalanmış işçilerin insanı dramını sezinliyordu: iş kazası, kol bacak kopması, ölüm, dul kalan bir kadın… Kurbanın, kişiliğini kaybetmiş, ve ezici bir toplumun sırları içinden ele geçmez sorumlulukların peşinde tükendiği, iş sahibi ile bürolar, yargılanan ile yargıç gerçeklik ile yasa ve nihayet emekle sermaye arasındaki ilişkilerde her şeyin birer aldatmaca haline getirildiği bürolar labirenti ...
Kafka bu ortam içinde, babasının işinde fark etmiş olduğu temel ilişkiyi çok daha genişlemiş olarak bulur. Bir kere daha. "çalışanlardan yana"dır.. Brod’a , "Bu işçiler ne alçak gönüllü insanlar!" der. "Bize yalvarmaya geliyorlar. Bir saldırıda burayı ele geçirip altını üstüne çevirecekleri yerde, bize yalvarmaya geliyorlar" (23)
Tepkisi, başkaldırma aşamasında kalır: bu başkaldırma O’nu, anarşist Çek devrelerini, özellikle onların önderi Kacha’yı sık sık ziyaret etmeğe sevkeder. Bu, aynı zamanda ondaki suçluluk duygusunu kuvvetlendiren ahlaki ve dini bir tepkidir : "Neylersin ki, ben bir kanun adamıyım. Bu yüzden kötülükten kurtaramam kendimi" der (24)
Edebiyatta, makinelerin parçaladığı ve kanunun ezdiği emekçilerin dünyasını anlatan eserlere tutku derecesinde bir ilgi duyar. Herzen’i, Kropotkin’i, Dostoyevski’yi. Tolstoy’u, Gorki’yi okur.
Fakat bu anarşistçe başkaldırma ya da metafizik kabahatlilik duygusu O’nu, yalnızca bu lanetli
çevreden kaçma hülyalarına sürüklüyordu. Kimi zaman, kol gücüyle çalışarak gerçek dünyaya, insanların kardeşi olduğu o dünyaya katılmayı hayal ediyordu: 1921 de Janonch’a: "Fikri çalışma, insanı toplumdan söküp alıyor. Zanaat ise, tersine, insanlara götürüyor. Ama ne yazık ki ne bir atelyede ne de bir bahçede çalışabilirim artık!" diyor.
«- Buradaki işinizi terketmek istemiyorsunuzdur herhalde?
«- Neden olmasın? Bir çiftçi, ya da bir zanaatkar olarak Filistin’e gitmek geçti aklımdan.
«- Bütün bunları terkedecektiniz demek?
«- Güvenlik ve güzellik içinde duyguca dopdolu bir hayat bulmak için, her şeyi.» (25)
Hayatının başka bir döneminde, 1911 sıralarında Kafka, bir Yahudi tiyatro topluluğunun yöneticisi olan Löwy ile dostluğunda gerçek bir hayat şekli bulur: yalnız sanatlarına bağlı olarak yokluk içinde yaşayan aktörlerin oyunu, onun durmadan aradığı katıksızlığın hayalidir: sanata kendini toptan bir verişle aydınlığa kavuşmuş, sosyal tinsel bir ortaklıkta yaşanan bir hayat ... Romanlarının yalnızca birinde, mutlu bir son1a biten Amerika adlı romanında, roman kahramanı Karl Rossman’ın insanî macerasının Oklahoma sirkine kapılanması ile bitmesi dikkat çekicidir. Kahraman, orada, kendi benzerlerini, Dostoyevski’nin "ezilmişlerini" ve "yenilmişlerini" bulacaktır; tıpkı herkesin, hayatın kendisine yasakladığı rolü nihayet oynadığı bir estetik cennetteymiş gibi.
Kafka, yabancılaşmanın içinde yabancılaşmaya karşı sonu gelmez bir kavgada kendini tüketiyordu.
Şiir, onun içine kapatıldığı dört duvar dünya ile uyuşmaz bir şeydi. Sanatçı yaratış, yabancılaşmanın tam karşıtıydı.
Bu ikili yaşayış içinde bunalmış insanın acıklı günlüğünü karıştıralım biraz:
"Durumum, dayanılmaz bir şey benim için; çünkü, tek isteğim ve tek eğilimim olan edebiyatla çatışıyor. Bir edebiyatçıdan başka bir şey olmadığım, olamayacağım ve zaten olmak da istemediğim için durumum beni hiçbir zaman kandıramayacak, tersine beni tümden yıkıma götürecektir. Bu da pek uzak değil,
(21 Ağustos 1913)"
"Büyük bir şiir çalışması için içimde herşeyin hazır olduğunu ve böyle bir çalışmanın benim için tanrısal bir erime ve hayata gerçek bir kavuşma olduğunu; oysa büroda aşağılık bir kırtasiyecilik için vücudumdan: öylesi bir mutluluğa kavuşası vücudumdan her gün bir parça et koparmam gerektiğini duymak, korkunç bir şey."
(4 Ekim 1913)
"Hayata, daha doğrusu hayatın devamlılığına katlanmanın imkansızlığı. Saatler birbirine uymuyor. içimdeki saat, iblisce, şeytanca, ne olursa olsun gayrı insani, koşup duruyor, dıştaki ise, sarsıla sarsıla, alışılmış yürüyüşünü sürdürüyor. Bir gün iki saatin birbirinden ayrılmasından ya da parçalanmasından başka ne olabilir ki?"
(16 Ocak 1922)
"Öyle görünüyor ki, bu korkunç ikili yaşayıştan, çıldırmaktan başka bir çıkış yolu yok benim için."
(19 Şubat 1911)
Bir yandan da bir Yahudi olarak, tanrının seçkin fakat darmadağın edilmiş bir halkındıan olan; babasının gözünde "yeteneksiz bir oğul" olduğu duygusunu taşıyan ve kendi kendini bu dünyadan kovup gitgide kendi gerçek vatanı olan bir iç dünyaya sığınan; kendisini kör ve öldürücü bir makinenin hizmetinde bir eşya durumuna sokan günlük işi ile geceleri gündüzki kâbustan kendisinde kalan şeyleri sayıklıyarak eserini yaratan bu uykusuz insanın sanatçı eğilimi arasında parçalanmış Kafka, özlemle peşinden gittiği, sosyal ve ruhsal bir ortaklıkta, hayata bağlanmağa çalışmaktadır durmadan: "Kendini, insani yaratıkların arasında bulmanın mutluluğu." (26)
"Sapasağlam ciğerlerle hizmet etmek imkânını" (27) bütün gücüyle arıyordu.
Bu sürgünsüz sürgün, bu her yerde yabancı insan, bir şeye katılmak istemektedir.
Aşk, bir aracı ve kurtarıcıdır.
Kafka’nın ilk tanıdığı sevgi ana sevgisidir: "Hayatla olan bağ noksanlığını örtmek için o’nun nasıl çabaladığını hissederdim" diyor. (30 ocak 1922)
Kendisinin öldürücü hastalığı olacak olan bu "hayatta bağ noksanlığı" nı Kafka, aşkla dengelemeyi düşünüyordu.
"Burada, beni bütün varlığımla anlayacak kimse yok. Böyle birisi, örneğin bir kadın, olsaydı her yerde elim ayağım olurdu. Tanrıyı içimde bulurdum." (Carnets, 1915)
Hayatının son yılında" Dora Dymant’ın yanında kavuşacağı bu mutluluk, bu hayata tüm sarılış, aşka ve evliliğe evrensel bir anlam veriyordu.
"Kadın ya da daha kesinlikle söyleyecek olursak evlilik, dolayısı ile kendini açıklamak zorunda olduğun hayatın temsilcisidir." (28)
"Hayatın yeniden kazanılmış birliğinde aşkın, insanî ve dinî birer öğesi vardı. Bunun ikisi bir tek şeyi meydana getiriyordu, çünkü kutsal demek, bölünmez şekilde dünyasal ve ilahi topluluk demekti ."
"Cinsel aşk, tanrısal aşkı gölgeler; fakat kendi içinde, bilinçsiz olarak tanrısal aşkı taşımasaydı, cinsel aşk tek başına beceremezdi bunu." (29)
Kafka’nın iç hayatının acıklı diyalektiğinde aşk da bir anlam belirsizliğinden kurtulamıyor. Gerçeğe bir yaklaşıyor, bir ondan uzaklaşıyor; hem hayata sarılışın şartıdır, hem ona engeldir; hem hedeften döndürücü bir kışkırtıcıdır, hem hedefe ulaşma aracıdır.
Günlük’ünde ve Cahiers’de birçok kereler Kafka, evlenme ya da evliliği red sebeplerini tartar. Düşüncelerinin derininde, aşkın aynı ikircil anlamı bulunur hep.
Aslolanın peşinden gitmek, yalnızlığı, bütün gücünü bir araya toplamayı gerektirir : "Bana daha çok yalnızlık gerek; yapabildiğim bütün şeyler, yalnızlığın bir sonucundan başka şey değildir. Bir başka varlığa bağlanmak, anda kaybolmak korkusu. O zaman artık hiç yalnız olamazdım."
(21 Temmuz 1913)
Kaybolmak korkusuna, çılgınca bir kökleşmek umudu karşılık verir: "Çok kere ancak yazarken olduğum gibi atılgan, maceracı, kudretli, şaşılacak derecede heyecanlı!... Bir kadının yardımı ile her şeyin karşısında böyle olabilseydim! ..."
Üç yıl sonra, aynı iç diyalog, aynı sallantı : "Tek başıma, bütün gücümü toparlıyorum. Evlensen, herşeyin dışında kalıyorsun, kendini çılgınlığa bırakıyorsun, kendini rüzgarlara terkediyorsun ..."
(20 Ağustos 1916)
Kadın, aslolanla, en kuvvetli bağdır, aynı zamanda ondan uzaklaştıran bir baştan çıkarıcıdır. Romanlarının sembolik biçimi altında Kafka’nın kahramanlarında, kadına karşı hep bu ikili, bu belirsiz, tutum vardır; Dava’da Joseph K... avukat M. Hild’in hizmetçisi Leni ile olan ilişkilerini, yargıcına dair bir sırrı keşfetmek için kullanmak ister; fakat bir kusurun, yırtıcı bir kuşun pençesine benzettiği kızın elini şöyle bir öper öpmez Leni, " Artık benimsin" der. Şato ’da, Yer ölçücü, Frieda’nın aşkıyla, şatonun efendilerine ulaşmayı umar ama sonunda başarısızlığa uğraması, kadından uz1aklaştırır onu.
Belki de aşk karşısındaki bu ikili tutumda, Kafka’nın hayat ile inanç karşısındaki iki temel davranışı karşı karşıya gelmektedir.
Kierkegaard mı, Hegel mi?
Ya, Tanrı’nın adaleti ile ortak ölçüsü olmayan insanın çabalarının. hiçbir değeri yoktur ve tüm cinsel bağlılık bir alaydan, bir "oyalanma"dan başka bir şey değildir. Ve Kafka da, Kierkegaard’ın Régine’den ayrılışı gibi, nişanlısı Félice’ten ayrılır.
Ya da insani aşk (her insanca davranış gibi) Tanrı aşkındadır, sonun sonsuzlukta oluşu gibi. O zaman son, hiç şüphesiz, bir tehlikedir: onda tuzağa düşebilir ve kaybolabiliriz. Ama sonsuzluk ancak ve ancak son’da gerçekleşir ve bütüne varmanın tek yolu son’un tamamlanmasıdır. Kafka da, Félice’e iki kere aşık olmasında (iki kere nişanlanmıştı aynı kızla), Milena’da bulduğu büyük umutta ve en sonunda Dora ’nın yanında bulduğu mutlulukta tüm varoluş ve hayata katılış olanağını deniyordu.
Aşkınlık mı, içkinlik mi? (immanance) Kafka’da bu, iki din ya da felsefe tezinin karşılaşması değil, tüm eti-kanı ile, tüm hayatı ile yaşadığı bir dramdır.
Kimi zaman Janouch’a: "Cinsel hazlar, kavrayış dikkatimizi körletiyor" diyecektir (30)
Kimi zaman Milena’ya: "Sevdiğim, sen değilsin, daha çok kendi varlığımdır; seninle elde ettiğim kendi yaşayışımdır" diye yazacaktır.(31)
Gerçek bir yaşayışın araştırılmasında aşk ve evlilik, başarılması önemli bir deneydir: Neş’e, durmaksızın yaşanılıp geçilecek bir andır.
Aşk ve evlilik, gerçek varoluş ile bir ilinti olabilir. Bu da Kafka’yı Varoluşçuluk yönünden yorumlamayı önler: hürriyet ilintidedir yoksa kopuş’ta değil.
Kafka kendini: "İçinde, atalara, karı-koca hayatına ve torunlara karşı büyük bir arzu duyan atasız, kadınsız ve torunsuz "bir kişi" olarak tanımlıyor.(32)
Bir tek gerçeğin. iki yüzü: yalnızlığının bilinci ve gerçek bir topluluğun hayatında kök salmak arzusu, onda, sıkı sıkıya birbirine bağlıdır! "Evlenmek, bir yuva kurmak, doğacak bütün çocuklara, kucak açmak bu kararsız dünyada onları yaşatmak ve hatta olursa, onlara birazcık yol göstermek ... işte, inanıyorum ki, bir erkeğin varabileceği mutluluğun en son derecesi budur." (33) Onbir Oğul hikayesi, bu ataerkil aile özlemini anlatır.
Eğer Kafka, bu ilk işi başaramamışsa bu, kendisine bir aile kurma olanağını verecek, hayata kök salma kudretinden yoksun görmesindendir kendini. "Evlenmek. .. önce güven ister" yoksa birinin yalmzlığını, bir başkasınınkine eklemek, asla bir yuva değil, tersine, bir zindan yaratır. (34)
Böylece, nişanlısından ayrılışı özel bir anlam kazanıyor. Berenice’ten ayrılışın tersi. Kafka, Günlük’ünün bir sayfasında şöyle yazıyor : "Bir genç kızı seviyordum, o da beni seviyordu. Yine de onu terketmem gerekti." Bu ise şeklen Tacitus’un formülünü ve Racine’in trajedisini «İnvitus İnvitam dimisit’i hatırlatır:(35) Gerçekte Titus’ü Bérénice’ten ayıran, dünyanın baskısıdır; insanın, yetkisine ve görevine olan yenilmez bağlılığıdır; toplumsal hayatta ve onun en dokunulmaz değerlerinde kök salmış olan her şeydir. Kafka’yı nişanlısından ayıran şeyse, kendisini boşlukta, köksüz, hiçlikle yüzyüze sallanır hissetmesidir.
Aşkını ayakta tutmak için gerekli gücü ancak, bir topluluğa katılmakta bulabilirdi. Onda ilk noksan
olan şey de budur: "Benzeri ile bağ, bir yakarış bağıdır, insanın kendisi ile bağıdır, çaba bağıdır: çaba kudreti de yakarışta bulunur" (36)
Toplumsal ve dini durumunun çelişik1iği, babası ile çatışması, eğilim ve uğraşın yabancılaşması yüzünden Kafka’nın hayatında açılmış olan uçurumu, yalnızlığın ve aşkın trajik diyalektiği daha da derinleştirmiştir.
*
Bu dram, Kafka’yı önce hastalığa, sonra ölüme sürüklerken - kelimenin tam anlamı ile vücut bulacaktır : "Kendi kendimi paraladım ... Dünya - ki Félice’tir o - ve, ben çözülmez bir çatışmaya girmişiz, elbirliğiyle vücudumu paralıyoruz." (37)
Bu nişanlanmalar, bu öldürücü çatışmayı daha da derinleştirmekten başka bir şeye yaramadı. Kafka, açıkça biliyor bunu: hastalığın ilk vurduğu günlerden beri (15 Eylül 1917) "Ciltteki yara, yangısı Félice, derinliği ise doğrulama (justification) olan bir yaranın sembolünden başka bir şey değil" diye yazıyordu. (38)
Daha sonra Milena’ya şöyle açıklar: "Ciğerlerimdeki hastalık, manevi hastalığın yatağından taşmasından başka birşey değil. İlk iki nişanlanmamdan beri - dört beş yıldır - hastayım." (39)
Kafka, sürekli bir gerilim, bunaltı ve korku içinde yaşıyordu. Varlığının ta derinlerine kadar
saldıran bir korkudur bu. Bir ezici sorumluluğun farkındaydı: hayatın anlamını açığa vurmak, gerçeği söylemek, gerçek olmak ve bu ödevi yerine getirememek. İnsanların çoğu bireysel sorumluluğun farkında olmaksızın yaşarlar; bütün mutsuzluklarımızın esas çekirdeği işte burada gibime geliyor ... Günah, kendi öz görevi karşısında insanın gerilemesidir. Anlayışsızlık, sabırsızlık, ihmal işte günah bu. Yazarlık ödevi, bir kenara bırakılmış ve ölümlü olan şeyi sonsuz hayata götürmek; rastlantıyı, yasaya uygun bir gerçek haline değiştirmektir. Yazarın ödevi, peygamberce bir ödevdir.(40)
Kafka kendi sorumluluğunun gittikçe daha çok farkındaydı. Kendisini peygamberce bir ödev yüklenmiş kabul ediyordu: fakat kudretsiz, yani suçlu bir Peygamberdi o.
"Bu bir görevdir. Yaradılışım gereği, kimsenin bana vermediği görevden. başka şey yüklenemem. Ben ancak bu çelişme içinde yaşayabilirim. Herkes gibi tabii; çünkü insan yaşayarak ölür." ( 41)
Peygamberin ödevi, Yasa’yı bildirmektir. Kafka’ysa olumsuz bir Mesih’ten başka bir şey değildir: vadedilmiş ülkeyi gösteremeden, dünyanın iç düzensizliğini ve saçmalığını ortaya koyan bir olumsuz peygamber. Dışına atıldığı bu dünyanın ağırlığı altında ezildiğini hissetmektedir. Bu kaostan dışarı çıkış yolunu göstermemektedir. Bu kaosun varlığı onu suçlamakta ve mahkum etmektedir. "İnsanlık, şekil veren yasadan ayrılırsa, çözülürse ancak renksiz, şekilsiz ve dolayısı ile adsız bir yığın olur. Ama o zaman yüksek ya da alçak diye bir şey kalmaz, Hayat, ancak basit bir varoluş’a düşer; artık ne dram, ne kavga ... yalnız, düpedüz maddenin yıpranması ve düşüş vardır." (42)
Bu terkedilmiş dünya, ölüme doğru ağır ağır akmaktadır.
Kafka şöyle ekliyor: «Kutsal kitabın da Museviliğin de evreni orada değildir." Fakat bu hareketi tersine çevirebilecek, ondan ileri bir yürüyüş çıkartabilecek olan Tanrı bile onu belirleyemeyecektir.
İnsanların uykusu, ödevlerini unuttukları ölçüde deliksiz olur. "Kesin olarak ödevlerini kim biliyor? Hiç kimse. İşte bunun içindir ki hepimizin vicdanı kötü; çabucak kendi kendimizi uyutarak ondan kaçmağa çalışıyoruz.... Belki de benim uykusuzluklarım kendisine hayatımı borçlu olduğum bu ziyaretçinin korkusundan, başka bir şey değildir... Belki içimdeki büyük ölüm korkusu, bu uykusuzlukların arkasında gizlemiyordur. Belki, uyuduğum sürece beni terkeden ruhumun bir daha geriye dönmemesinden korkuyorum. Belki uykusuzluk, kuvvetli bir günah bilincinden, aniden gelebilecek bir hüküm karşısında duyulan korkudan başka bir şey değildir. Belki uykusuzluğun kendisi bir günahtır. Belki doğaya karşı bir başkaldırmadır ... Günah, her türlü hastalığın tohumudur. Onun yüzünden ölümlüyüzdür." (43)
Uykusuz, Kafka, düzenli olarak kendini harab etme pahasına Nöbetçi ve Uyandırıcı olarak kalmıştır. Yabancılaşmanın düşsüz uykusuna, uykusuz düşleriye karşı koymuştur. Ölünceye, Tanırının yokluğu ile öldürülünceye kadar.
*
İşte Kafka’nın dünyasının çelişmeleri, kendisini ölüme götüren çelişmeler, bunlar.
Tanıklığı yalnızca bireysel bir anlam taşıyan olağanüstü bir varlık mıdır söz konusu? Onun eseri, gerilemekte olan toplumsal sınıfların ruhsal durumlarının yankısı, özellikle, hem bugünkü durumunu hem de geleceğini tehlikede gören ve bunaltısına mutlak metafizikte temel bulmağa çalışan bir küçük burjuva tedirginliği midir?
Kafka’nın, olağanüstü bir insan olduğuna şüphe yok. Fakat bu olağanüstülük "Şair, toplumun orta kişisinden, daima daha küçük, daha zayıftır. Bunun içindir ki o, dünyada, varoluşunun ağırlığını başkalarından çok daha şiddetle, çok daha kuvvetle duymaktadır." (44) deyişindeki gibi, sanatçının olağanüstülüğüdür.
Yine hiç şüphe yok ki Kafka’nın dünya anlayışı, sınıfının şartları ile belirli, bu sınıfın ufukları ile sınırlı. Sonsuz, çelişmelere ve kararsızlıklara mahkumdur. Bu durum Kafka’nın, yabancılaşmanın nedenlerine saldırarak onunla savaşmasına engel olmuştur.
Ona ancak, "düşünde, bir görüntüyü kovmak için elini sallayışı" gibi savaşmak gücünü vermiştir. Fakat bu yabancılaşma dünyasının kâbusunu anlatma gücü ile, bu yabancılaşma dünyasının üzerine abanmış yükleri bir kenara atan uyanıklığı ile; tıpkı fırtınada çakan bir şimşek gibi, bize, bir başka dünyanın var olabileceğini göstermiş ve bu dünyaya karşı önüne geçilmez bir özlem duyurmuştur. Bütün bunların bir anlamı vardır: Kafka, "insaniyetten" sözde metafizik bir durum çıkarmaksızın bireyi ve onun bağlı olduğu sınıfı aşmış ve - yabancılaşmış bir şekil altında da olsa - devrimizin büyük bir yasasının bilincine ermiştir.
Kafka’nın eserinde ortaya çıkan , insanın alınyazısına dair büyük soru, çağımızın insanının itirafı değerindedir.
Bir Köpeğin Araştırmaları’ndaki kahraman, " Araştırmalarımda gerçekten bu kadar yalnız mıyım?" diye sorar. "Burada, kendim için değil onlar için konuşuyorum" der, Dava’nın kahramanı. La Muraille de Chine’deki kahraman, "Büyük çoğunluk adına konuşuyorum" der. Şato’daki Yerölçücü, uyandırdığı büyük korkuya ve güvensizliğe rağmen, köydeki insanları umuda ve güce kavuşturan bir haklı davanın taşıyıcısıdır. Dava’nın son sayfasında Joseph K ... ’nın ölüm cezasının yerine getirilişi anında "çalkan bjr ışık gibi" bir pencere açılır ve bir adam ölüm mahkumuna bir işaret yapar; Kafka sorar: "Kimdi bu? Yardım etmek isteyen biri mi? Bir tek kişi mi? Yoksa hepsi mi?"
Bu, yabancılaşmanın. kendisini mahkum ettiği durumu reddeden insandır. O, Odradek gibi, mekanik ve saçma bir otomat olmayı reddeder. Hayatın bütün insanı boyutlarına uzanmak istemiştir o.
O, Dava’daki Joseph K ... , ya da Şato’daki Yerölçücü gibi, engellerden, isterse alabildiğine artsın, yılgınlık getirmeyen bir insandır.
O, "en son durağı aydınlığa çıkarmak" isteyen ve özellikle ne insanları, ne kurumları ne de onların kendi eylemlerini alışılmış, geleneksel ölçülere vurmayı kabul etmeyen, tersine hepsini bu son durakta karşılaştırmak isteyen bir insandır.
O, vazgeçmeyen, halin umutsuzluğunu hiçbir zaman bir kendini bırakma olarak kabul etmeyen bir insandır. Doğru ve temiz, insanların büyük Yasa’sına uygun bir varlık bulunabileceğine dair yıkılmaz. İnancı ile ve daima sağlığa, büyüklüğe, hayata karşı duyduğu aşkla her şeyin anlamını arar.
Sporcu. kürekçi, yüzücü, binici olan Kafka, hayatın karanlık tarafını aramaz; hayranlık duyduğu, hayata sımsıkı bağlı insanlara, "bu dünyanın gerçek yurtdaşlarına" Carnets’ de şöyle seslenir: "Umutsuzluğa düşme, hatta umudunu yitirmediğin şeylerden bile; sen, olanaklarının sonunun geldiğini sanırken bakarsın yeni güçler belirir. Yaşamak denilen şey de budur ..
"Yağmura bırak kendini; bırak yağmurun çelik okları vücudunu delip geçsin ... ve herşeye rağmen orada kal; seni ansızın sonsuz ışığına boğacak olan güneşi dimdik bekle."
Peki, dünyasının ve hayatının öldürücü çelişmelerinin ötesinde Kafka’nın, üzerine titrediği bu güneş neydi?
Notlar:
(8) JANOUCH, Kafka m’a dit, s.581
(9) La Muraille de Chine’de "Recherches d’un chien/ Gallimard, s.232
(10) JANOUCE, Kafka m’a dit, s. 163: "Kutsal Kitap’taki halk, bir yasa etrafında toplanmış bir bireyler topluluğudur. Ama bugün kütleler; bu toplanmaya karşı duruyorlar, yüzlerini aynılığa dönüyorlar. Çünkü bir iç bağlılıkları yok."
(11) Milena’ya Mektuplar, s. 221
(12)JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 91
(13) La Muraille de Chine’de "Recherches d’un chien" Gallimar’d, s.270
(14) Aynı eser, s. 270
(15) Milena’ya Mektuplar, s.248
(16) Aynı eser, s. 247
(17) Préparatifs .. .’de "Lettre au pére," s. 178-9
(18) Journal intime, s. 237-241
(19) Aynı eser, s. 541
(20) Préparatifs d’une, ncoe’da "Lettre au pére» s. 195
(21) Journal intime, 10 Ekim 1911 "Kurumun hem lehinde, hem aleyhinde ... bilgiççe bir yazı yazdım…" s. 131
(22) JANOUCH, Kafka m’a dit s. 141
(23) Max Brod, Franz Kafka(Ideés, N.R.F.) s. 132-133
(24) JANOUCH, Kafka m’a dit s. 26
(25) JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 15
(26) Milena’ya Mektuplar, 2 Şubat 1922 s. 207
(27) Aynı eser, 13 Şubat 1922. S. 211
(28) Preparfsiat ...’te "Cahiers in-octavo" (23 Ocak 1912) s. 105
(29) Journal intime, s. 269
(30) JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 175
(31) Milena’ya Mektuplar s. 109
(32) 1 Kasım 1911, 17 Ekim 1922, 19 Ocak 1922 tarihli Günlük.
(33) «Lettre au pére», Preparatifs ..... .’te. s. 196
(34) Milena’ya Mektuplar, s. 265
(35) Titus’ün, "Bérénice’i "kendinin ve onun arzusuna rağmen "Roma’dan gönderişini anla,tan mısra" ( ç.n.)
(36) Journal intime s. 280
(37) Aynı eser, s. 223
(38) Aynı eser, S. 223
(39) Milena’ya Mektuplar, s. 61
(40) JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 114 ,ve 162
(4ı) Journal intime, s. 222
(42) JANOUCH, Kafka m’a dit, s. 161
(43) Aynı eser, s. 64 ve 137
(44) JANOUOH, Kafka m’a dit, s. 17
Roger Garaudy
Çeviren : Mehmet Doğan
Hür Yayınları – 1965