'Ben insanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.' (Zâriyât, 56)
Günlük hayatın telaşından imkan buldukça aklımıza gelen sorulardan birisi var oluş gayemizdir: Bütün bu olanın bitenin anlamı ve gayesi nedir? Böyle bir soruyu bize düşündüren şey, zihnimizin belki doğuştan sahip olduğu 'sebep-sonuç' ilişkisiyle düşünmesiyken onu düşünmeyi unutturan da yaşamanın güçlüğüdür. Yeryüzünde yaşamak gerçekten de çetin iştir. Bir ayet-i kerimede 'Biz insanı güçlükte yarattık' denildiği gibi, hayatımız her merhalesinde bitmez tükenmez güçlüklerle çevrilidir. Dünyaya gelmek meşakkatlidir, yaşamak meşakkatlidir, besin bulmak meşakkatlidir, öğrenmek meşakkatlidir, ahlaklı olmak ise en meşakkatli olanıdır. Bu güçlükler dahilinde insanın başını kaldırarak evreni temaşa etmesi ve oradan bireysel varlığına intikali kolay değildir. Bu nedenle Aristoteles yüksek düşüncelerin ancak maişet telaşı olmayan Mısır mabetlerindeki rahipler arasında ortaya çıktığını söyler. Düşünebilmek için bedenin yıkıcı ve yorucu etkilerinden korunarak zihnin ve ruhun saf ve berrak kalması lazımdır. Düşünmek, bedenin mücbir etkilerinden ve tahakkümünden soyutlanarak ayağa kalkma eylemidir.
Kur'an-ı Kerim var oluşumuzu bütün cihetleriyle izah etmeden yükümlülüklerimizi göstermek üzere bir var oluş maksadını beyan eder: Allah'a ibadet. Bu ayet-i kerime üzerinde dikkatle durmak gerekir: İbadeti var oluş gayesi olarak kabul edince, bu kez kendi kendimize şunu sorarız: Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah yarattığı varlıkların ibadetini niye istesin ki? Hem ibadeti anlamsızlaştırmadan hem Allah'ın müstağnilik ilkesini ihlal etmeden soruya cevap bulabilmek için ibadetin müspet bir eylem olmadığını, onun daha çok selbi bir eylem olabileceğini hatırda tutmak gerekir: Biz iman ederiz, bu, dışta görülen ve somut neticeleri olan bir eylem değil, bir idraktir. Namaz kılarken bir şey yapmayız; bedenin dünyasının dışına çıkarak ayakta 'dururuz', rükuda 'dururuz' ve secdede 'dururuz.' Namazın hareketleri durmaktan ibarettir: durarak hareket etmektir namaz kılmak. Oruç da öyledir: Oruç tutarken insan bir şey 'yaparak' ibadetini ifa etmez, bir şey yapmayarak ve yaptıklarını bırakarak oruç tutar. Oruç tutarken sadece bırakırız ve dururuz: yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır oruç. O zaman oruç tutmak bedenin zaruri ihtiyaçları ile araya mesafe koyarak insanı insan kılan temel niteliği olan akla ve idrake vakit kazandırmak demektir. Başka bir anlatımla insan ibadet ederken haddi zatında ruhun ve zihnin imkan alanını genişletmekten başka bir iş yapmaz. Bu nedenle ibadetin en önemli kısmı tefekkürdür ve tefekkür ibadetin niyet kısmını teşkil eder. Hz. Peygamber bunun için 'Ameller niyetlere göredir' dedi.
İbadet ile eylemsizlik, eylemsizlik ile düşünme arasındaki irtibatı kurduğumuzda, ibadetin öteki yorumlarına varmak mümkün olabilir. Tefsir ilminin kurucu ismi sayabileceğimiz Abdullah İbn Abbas ayet-i kerimeye 'beni bilsinler (marifet)' anlamı vererek ibadet ile marifet arasındaki irtibatı tesis eden ilk isim oldu. Haddi zatında Hz. Peygamber'in Allah'ı bilmekle ilgili duaları, özellikle 'Rabbim! Benim sendeki bilgimi ve hayretimi artır' anlamındaki ifadeleri ayet-i kerimenin yorumu sayılabilir. 'Allah'ım! Seni hakkıyla bilemedik' itirafı ise var oluş gayesinin bir menzilinin olmadığını bize göstermekle zihnimize bitimsiz bir yol gösterdi. Her halükarda ibadet Allah'a ve O'nun lehine bir şey yapmak değil, O'nu bilmek, O'nu ve fiillerini müşahede etmekle varlığa katılmak ve var oluşa gözümüzü açmak demektir. Daha sonra gelişen metafizik düşünce marifet ile sevgi arasındaki irtibatı keşfederek ibadet, marifet ve sevgi esaslı dini hayatın yorumunu yaptı. Buradaki akıl yürütme anlaşılabilirdi: Allah'a ibadet edebilmek için O'nu tanımalıyız: O'nu bir kez tanıyınca severiz, sevdikçe daha çok ve istekle ibadet ederiz. O zaman var oluş gayemiz yeni kavramlar kazanarak 'bilmek ve sevmek için yaratıldık' tarzında muhakkik metafizikçilerde işlenen bir dil ortaya çıktı.
Peki bu hitap kimedir? Ayet-i kerimede sözü edilenler iki sorumlu varlık türü olmak üzere cinler ve insanlardır. Müslüman bilginler cinleri de insanlar gibi 'maddi yönleri ağır basan' varlıklar sayarak 'sakaleyn', yani iki ağır varlık türünden biri kabul eder. Meselenin bu kısmı üzerinde durmayacağız. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus İbnü'l-Arabi'nin ayet-i kerimeden hareketle insanın kemali hakkındaki tespitleridir. İbnü'l-Arabi ayet-i kerimede geçen ins ve cin tabirlerini sözlük anlamlarından hareketle insanın iki yönü anlamında yorumlar: İns veya ünsiyet insanın görünen kısmı demekken cin ise görünmeyen-batınî kısma işaret eder. Birinci kısımla bedenimiz, organlarımız, duyularımız Allah'a ibadet etmek üzere yaratılmış, her birinin varlık gayesi Allah'ı bilmek, O'nu tanımaktır. Bu meyanda gözün gayesi O'nun kemalinin delillerini görmek, kulağın görevi sözünü duymak, burnun vazifesi Rahman'ın nefesini koklamak, ayağın, elin, öteki azaların vazifesi O'nun iradesi mucibince hareket etmektir. Buna mukabil insanın batını da Allah'a ibadet ve O'nu tanımakla var oluş gayesine erer. Bu itibarla aklımız, kalbimiz vs. her bir idrak gücümüz Allah'ı tanımak, Onu sevmekle varlık gayesine ererken insan da yeryüzünün varlık gayesi olur. Allah yeryüzünü gayesini idrak etmiş insana mekan olsun diye yarattı, yeryüzü onun varlığı anlamını bulurken, varlığı da onun varlığına bağlıdır.
'İnsanın ölümü âlemin ölümüdür.'
Ekrem Demirli