Yusuf'un 'babacığım' diyerek rüyasını anlattığı Hz. Yakub, gördüğü rüyanın ehemmiyetine bu cümleyle dikkatini çekmişti: 'Rüyanı anlatma.' Zaman içinde Müslüman geleneğinde bu cümle sadece rüyaları değil, insanın derununda yaşayabileceği bir çok hal ve tecrübeyi bilhassa Allah-insan ilişkisinde yaşananları mahrem ve sır sayarak ifşa etmemenin kuralı haline gelecekti. Bir lütfu taşıyabilmenin ilk emaresi onu anlatmamak, sırrı kendisine saklayabilmektir. Yusuf'un ilk sınavı buydu. Hz. Yakub 'kardeşlerin sana tuzak kurar' demişti. Yusuf rüyasını kardeşlerine anlatmadı, fakat kardeşleri ona tuzak kurdu, onu öldürmediler belki ama güvensiz bir yerde bırakarak ölümünü beklediler. Müslüman toplumun geleneğinde tedbir ile takdir ilişkisini yorumlayan en nefis deyimlerden birisi bu şekilde ortaya çıktı: tedbir takdire mani değildir.
Hz. Yakub neyi fark etmişti de oğluna 'rüyanı anlatma' demişti? Muhtemelen rüyayı Yusuf'a ihsan edilecek ilahi inayetin alameti saymış, bu yolda yaşayabileceği çetin sınavları fark etmiş, kardeşleri başta olmak üzere bir çok insanın onun sınavının bir parçası olacağını hissederek onu uyarmıştı. Bununla birlikte rüyanın işaretlerini kesin bir şekilde bildiğini düşünmek uygun olmayabilir. Benzer rüyalara göz attığımızda tabirin her zaman kesin bilgi içermeyebileceğini, ilahi tecellinin tabirden başka bir şekilde ortaya çıkabileceğini idrak ederiz.
Yakub'un dedesi Hz. İbrahim rüyasında oğlunu kurban edeceğini görmüş, rüyasının yorumunu yapmak yerine, onu 'tasdik' edip harekete geçerek oğluna gördüğü rüyayı anlattı. Oğlu İsmail -veya İshak- rüyaya teslimiyet ile karşılık vererek 'babacığım beni sabredenlerden bulacaksın, sen sadece sana emredileni yap' diye karşılık verdi. Rüyalar göründüğünde Yusuf ile İsmail'in aynı yaşlarda olduğunu düşünebiliriz: Her ikisi de mesuliyet çağına gelmişler, gördüklerini anlayabilecek, gereğini yapabilecek güce sahip olmalılar. Birisi rüyaya teslimiyet ile mukabele ederken öteki babasının 'anlatma' emrine uymuştu. Lakin Hz. İbrahim'in rüyası onun anladığı anlamda ortaya çıkmamış, oğlunu kurban etmeye niyetlenmişken Allah bir koç göndermekle rüyanın istikametini değiştirmiş veya gerçek anlamını izhar etmişti. Böylece İsmail kurban edilmemiş olsa bile, Allah yolunda can feda etmek isteyen bütün müminlerin imamı sayılmış, 'kurban-peygamber' olmuştu. İbrahim ise rüyasıyla Allah'ın kendisine işaret ettiği şeyi anlamada acele etmiş, daha büyük bir sınav ile Allah'a olan teslimiyetini bize öğretmişti. İbnü'l-Arabi, İbrahim'in rüya karşısındaki durumunu beyan ederken 'rüyayı tasdik etmek ile tabir etmek' farkına dikkatimizi çeker: İbrahim rüyayı tabir etmek yerine tasdik etti yani hüküm ifade eden önerme sayarak getirdiği hükmü icra etmek istedi. Halbuki yapılması gereken, rüyayı tabir etmek idi.
Benzer bir durum Hz. Peygamber'in hayatında gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber rüyasında, Mekke'ye gireceklerini ve Allah'ın fetih ihsan edeceğini görmüş, fethi ise rüyayı gördüğü seneyle ilişkili sayarak sahabesine yola çıkmalarını emretmişti. Sahabe büyük bir heyecanla Mekke'ye doğru yola çıkmak üzere hazırlıklarını yapmış, uzun bir aranın ardından Kabe'ye kavuşmak için yola çıkmıştı. Yolda erken İslam tarihinin en önemli hadiselerinden birisi sayılabilecek hadiseler yaşandı. Mekkeliler bu kadar kalabalık bir cemaatin şehre girmesini otoritelerine karşı bir hareket sayarak Müslümanları engellemek istediler. Fakat aynı zamanda 'haram aylar' olduğu için savaşa da istekli değillerdi. Uzun görüşmelerin ardından Hudeybiye'de bir anlaşma yapılarak müminlerin -o sene geriye dönmeleri şartıyla- gelecek sene üç günlüğüne umre yapmalarına izin verildi. Fakat müminler barışı kabule bir türlü yanaşmıyor, Hz. Peygamber'in tutumuna -İsmail gibi- teslim olmak yerine ayak sürüyorlardı. Bunun nedeni ise Hz. Peygamber'in kendilerine bildirdiği rüya karşısındaki duyarlılıkları idi. Rüyadakinin aksine bir hadise ile karşılaştıklarında ise gerçekte sarsılan gururları nedeniyle değil, ayet-i kerimede ihsas veya işaret edilen hükmü korumak için tereddüde düşmüşlerdi. Başka bir ifadeyle onlar ayet-i kerimenin gereğine göre hareket etmek istemiş, canlarını bu uğurda teslim edebileceklerini göstermiş, bununla birlikte ilahi takdir başka şekilde tecelli ederek rüyanın gerçek anlamını izhar etmişti.
Demek ki rüyanın tabiri mutlak bir hüküm taşımayabilir. Sufilerin tasavvufi tecrübeyi anlatmak üzere kullandıkları bazı kavramlar ve deyimler zaman içinde Allah ve insan ilişkisinde insanın yaşayabileceği büyük gerilimi azaltır, bazen ortadan kaldırır. Sanki peygamberler başta olmak üzere, bütün kamil insanlar, Allah ile ilişkilerinde gerilim hiç yaşamamışlardır gibi olur. Böyle bir telakki, hakikati anlamaya yardım etmediği gibi imanın ve teslimiyetin ortaya çıkartabileceği gerilimi ve hepsinden önemlisi bu gerilimle başlayacak büyük değişimi tezyif eder. İmanın insanı değiştirici rolü bu tereddüde ve belirsizliğe bağlıdır. İmanın zihnin ihata ettiği bir düşünceden çok, meçhul tarafı ağır basan (gaybi) bir eylem olması insanda her zaman bir boşluk bırakır. Bu boşluk, ilahi iradenin ne yanda tecelli edeceği hakkında sürekli tereddüde, sürekli kaygıya yol açarak onu teslimiyet, rıza ve sabır ile beklemeye mecbur bırakır. Hz. Yakub için 'sabr-ı cemil' bu idi. O zaman gördüğü Hz. İbrahim için büyük bir mesele idi: Allah'ın tam olarak neyi murat ettiğini bilmiyor, sabırla anlamın tahakkuk etmesini bekliyordu. Hz. Peygamber'in Mekke'ye girmekle ilgili gördüğü rüyanın anlamı belirsizdi.
Hz. Yakub için de aynı durum geçerli olmalıdır: Yusuf'un gördüğü sadece bir rüya idi, Yakub ise rüya üzerinden hakikati sezmişti. Haddi zatında işin bu kısmında rüyanın sahibi Yakub idi; bir tür mürşit ve mürit ilişkisiyle bakarsak, rüya Yakub için görülmüş, fakat Yusuf tarafından yaşanacaktı. Fakat onun sezdiği şey kesin olarak bir bilgi içermiyor olmalıdır. Bu nedenle de Yusuf'un durumu hakkında umut ile endişe arasında bir hal yaşayacaktı.
Ekrem Demirli