'Ne sabana koşuldu ne yük taşıdı.' (Bakara Suresi)
Bakara suresi Kur'an-ı Kerim'de bir hayvanın ismini taşıyan yegane sure değildir. Nahl (arı), Ankebut (örümcek), Neml (karınca) gibi başka hayvan isimleri taşıyan sureler de vardır. Bununla birlikte Mushaf'ta ikinci, ayet sayısı bakımından ise en büyük surenin 'bakara (inek)' ismini taşıması birçok hikmeti barındırıyordur. Her mümin birçok kere düşünmüştür herhalde: Bu 'bakara' tam olarak nedir, Allah onunla bize neyi anlatır. Gerçek bir hayvan mıdır, yoksa sembolik bir yorumla meseleye yaklaşsak karşılığı nefsimiz olabilecek bir şey midir o? Birçok hayvan kadim kültürlerde ve dinlerde totem unsuru veya takdis edilen varlıklar olarak insanların doğa ile ilişkilerinde kritik bir rol oynamıştır. Mısır'da, Hindistan'da ise inek ve türevleri daha bariz bir şekilde öne çıkmıştır. Fakat surede buna dair bir atıf göremiyoruz. Yahudilerin Samiri'nin etkisiyle buzağıya tapmaları diye bir hadise var lakin o da burada zikredilmiyor. Bu nedenle söz konusu isimlendirmeyi kadim kültürlerdeki putperestliğin reddi veya insanın bilinçaltındaki birtakım sorunlarla ilişkilendirmek güç görünüyor. Kur'an-ı Kerim'de isimlendirme oldukça anlaşılır ve basit bir gerekçeye dayandırılarak müphemlik ortadan kaldırılıyor, tabire, tevile alan bırakılmıyor, bunu da görüyoruz.
Bir cinayetin akabinde İsrail oğulları Hz. Musa'ya başvururlar, daha fazla kan dökülmesin diye onu kimin öldürdüğünü sorarlar. Hz. Musa ise onlara sıradışı-en azından onlar için- bir şey söyler: 'Rabbiniz bir inek kesip bir parçasıyla ölmüşün bedenine vurmanızı istiyor' der. Akabinde adam canlanacak, onlar da öğrenmek istediklerini öğreneceklerdir. İnsanlar Hz. Musa'nın söylediklerinden bir şey anlamazlar, haddi zatında biz de anlamayız. Çünkü onların ilham veya rüya veya başka bir yolla bekledikleri cevap bir mucize olmak üzere başka bir yolla gelecekti.
Bir Müslüman için peygambere sorulabilecek soru herhalde 'bir adamı kim öldürdü?' şeklindeki bir soru değildir. Sahabe neslinden gelen aktarımlarda Hz. Peygamber'e birtakım sorular sorulduğunu biliyoruz. Hurmaların aşılanması gibi dünyevi bahisler kadar salt dini konular da sıkça sorulur, fakat böyle bir soru sorulduğunu bilmeyiz. Hz. Peygamber, önerdiği yöntem verimi artırmayınca, 'siz dünya islerinizi benden daha iyi bilirsiniz' demiştir. Başka hadiseler de aktarılır: Aile hayatında toplumsal ve bireysel ahlaka, gök bilimiyle ilgili konulardan tarih veya ahiret konularına kadar birçok soru sorulurdu. Bununla birlikte sahabe nesli 'az soru sormak ile övülmüştür. Üstelik Hz. Musa'ya sorulan tarzda soru sorduklarını da hiç bilmiyoruz. Çünkü burada kadim toplumlarda kahinlik ile peygamberliğin tam ayrıştırılamadığı bir iptidai tutum vardır. Peygamberler eskiden beri dünyevi birtakım amaçlar ve sorunların çözümünde başvurulan rehberler gibi telakki ediliyordu. Galiba nübüvvet hakiki anlamını ancak İslam dairesinde bulmuş idi.
Öyle görünüyor ki Hz. Musa'nın bir peygamber olarak algılanması ile onun bir toplumsal rehber veya lider seklinde algılanması arasında toplum gidip geliyordu. Her şeyden önce dile getirilen husus toplumlarda kahinlerin ve büyücülerin veya başka insanların yapıp ettikleri işlerdi. Arap toplumunda kahinler böyle işler için başvurulan kimselerdi. Bu meyanda kayıp mallarını, yitirilen değerli eşyanın, ölülerin durumu kadar kervanın ne zaman yola çıkacağı, en karlı zamanın tespiti gibi insanların hayatında önem taşıyan sorular kahinlere sorulur, onlar da 'astrolojiden' devşirdikleri kader bilgisiyle insanları yönlendirirdi. Halihazırda bu yaklaşım dünyanın birçok yerinde cari olan bir yaklaşımdır. O zaman bu hadisede kahinlik ile nübüvvetin arasında insanların telakkileri gidip gelmektedir. Allah ise beklentilerini tahvil edebilecek bir cevap ile zihinlerini başka bir istikamete taşıyacak bir mucize ile nübüvvet telakkilerini sınamış oldu.
Kabiliyet ve Ezilmişlik: Müslüman Aydınların Büyük Sorunu
Allah bakaranın özelliklerini nitelikleri meyanında en sonunda 'sabana koşulmamış ve yük taşımamış' dediğinde, dikkatimiz tamamen başka bir noktaya doğru evrilebilir. Sabana koşulmamış olmak ve yük taşımamış olmak, yorulmamış, yıpranmamış, ezilmemiş, bakir ve taze kalmak olmalıdır. Burada ima edilenleri başta İbn Haldun'un bedavet teorisi olmak üzere birçok düşünürün insanın gelenek ve toplumla ilişkisinde bireyselliğini, yaratıcılığını ve özgünlüğünü korumasına dair yaklaşımları ekseninde okumak mümkündür. Başka bir anlatımla ayet-i kerimede bir hayvanın değerini anlatmak üzere zikredilen iki nitelik, insanlar ve toplumlar için de geçerli olabilir, her insan kendi özgünlüğü ve bireyselliği hakkında buradan sonuçlar devşirebilir. Gerçek bir zihin kendini az çok koruyabilen bir zihin olmalıdır. Haddi zatında sadece bireyler değil toplumlar da sabana koşulur, çift sürer ve yorulur ve yıpranırlar. Çift sürmek bir yandan tecrübe edinmek, iş görmek gibi müspet bir anlam taşırken aynı zamanda yıpranmışlığı da beraberinde getirir. Bunun için kritik ve temel soru şudur: Bir iş veya ilişki hangi noktaya kadar tecrübe ve birikim kazandırır, ne zaman yıpranmışlığa yol açar, ezilmişlik hissiyatı izhar eder? Bunu belirginleştirmek, insanın kabiliyetini korumasının esas yollarından birisidir.
Bir insanın özgünlüğünü, yaratıcılığını ve teşebbüs cesaretini koruyabilmesi ahlaki sorumluluktur. Meseleye sembolik anlamıyla bakarsak, yük taşımak ve sabana koşulmanın bize yüklediği izler, her birimizi süreç dahilinde ikna eder, yük taşımanın ötesinde bir imkan aramayı unutturur, alternatif düşünmek hususunda korkutur, cesaretimizi yitirmeye yol açar, ufkumuz daralır, özgüven silinir gider. Hepsinden önemlisi de varlığı başka ve yeni bir zaviyeden bakabilme talebi silinir, bize verilenlerin dışında bir dünyayı aramak ideali ortadan kalkar. Çağdaş dünyanın başarılarını hayranlıkla izleyen Müslüman toplumların ve bilhassa aydınların en büyük sorunlarından birisi budur: sabana koşulmuş olmanın getirdiği özgüven, beklentilerini ve umutlarını yitirmeleri, bireyselliklerini ve cesaretlerini ezmiş olmalarıdır. Hz. Musa'nın çevresindeki insanlar kelimenin hakiki anlamıyla çift sürmüş ve sabana koşulmuş olmanın yol açtığı yorgunluk, bıkkınlık ve yıpranmışlık ile kabiliyetlerini değersizleştirmiş ve örselemiş insanlardı. Musa onlara şehri ve oradaki tarihlerini unutturmak için çöllerde dolaştırdı. Buradaki amaç belli idi: Hafızalarını değiştirerek kabiliyetin ve bireysel yeteneklerin olduğu kadar var olma heyecanının küllerinden doğmasını beklemek. Bu yöntem halihazırda cari ve geçerli bir yöntemdir: İnsanlığa gerçek hizmeti edebilecek olanlar, yıpranmamış, ezilmemiş ve kabiliyeti örselenmemiş kimseler olacaktır.
Ekrem Demirli