'Biz sana Yahya adlı bir çocuk müjdeliyoruz, daha önce onun adını kimseye vermedik.' (Meryem, 7). 'Allah Adem'e isimleri öğretti.' (Bakara, 30).
İbnü'l-Arabi tahayyülün oluşturucu etkisinden söz ederken Zekeriya Peygamber'in Hz. Meryem'in ahlakına ve dindarlığına imrenerek 'onun gibi bir çocuk' istemesiyle Allah'ın ona Meryem gibi bir çocuk vermesine dikkat çeker. Zekeriya'nın arzusu onun tahayyülü haline gelmiş, tahayyül ise doğacak çocuğun ahlakını şekillendirmişti. Bu yaklaşım metafizikçi sufilerde tahayyül-i vücudi (gerçek tahayyül) yani etkisi dışta gözüken tahayyül diye kavramsallaştırılabilecek bir düşünceye dayanır. Buna mukabil tahayyülün bir de itibarı hali vardır. Mesela Cibril hadisi olarak bilinen hadis-i şerifte Hz. Peygamber 'Allah'a sanki O'nu görür gibi ibadet etmen' diye ihsanı (dindarlığın en üstün hali) tanımladığında tahayyül-i itibarı dediğimiz duruma işaret etmiş kabul edilebilir. Bu hadis Müslüman gelenekte 'sanki öyleymiş gibi ibadet etmek' diye ifade edebileceğimiz insanın bilinçle ve murakabe üzere Allah'a ibadet ettiğini tahayyülü olarak yorumlanabilir. Bu tahayyülün herhangi bir sonucu ortaya çıkmayabilir, Tanrı'nın huzurunu (bulunuşunu) etkileyebilecek bir tesir söz konusu değildir, sadece kişinin halini etkilemekle sınırlı ve şartlama tarzındaki bir tesirden söz edilebilir. Metafizikçiler için tahayyül ise Tanrı'nın insanın karşısına gelişini ve bulunuşunu (huzur) etkileyecek şekilde ikili bir işlev taşır: hem Tanrı orada bulunur, hem insan başka bir hale ulaşır. İtibari tahayyül tasavvufun erken döneminde ihsanı, tahayyül-i vücudi ise metafizik dönemde ihsanı açıklar.
Bu açıklamanın ardından konumuza dönersek, Zekeriya peygamber Meryem gibi birisini 'tahayyül' ederek Allah'a dua edince, Allah aynı özelliklerdeki Yahya'yı verdi. Yahya İbnü'l-Arabi tarafından bazı özellikleriyle Hz. İsa ile karşılaştırılır. Mesela Allah ona 'doğduğu gün ona selam olsun' demiş, Hz. İsa ise 'doğduğum gün bana selam olsun' demişti. Birincisi ikinciden üstün bir sözdür: birincide konuşan Allah iken ikincide konuşan peygamberin kendisidir. Burada onun Hristiyan teolojiye karşı eleştirel bir tutum geliştirdiği anlaşılıyor.
Allah onu Yahya diye isimlendirmiş, ardından ise 'daha önce kimse bu adla anılmamıştır' demiştir. Peki bu ne anlama gelir? Bakabildiğim tefsirlerin dikkati bu ayete pek yönelmemiştir çünkü tefsirde duyarlılık normatif ilkelerden hareketle yükümlülüğün tespiti üzerine kuruludur. Haddi zatında bu husus metafizik bir konu olarak kabul edilebilir. Öyle görünüyor ki bu ifadeye en dikkatle bakan kişi İbnü'l-Arabi idi. Onun yaklaşımını takip ederek, isimlendirmenin sadece ona mahsus oluşunu düşünebiliriz: Bu meyanda isimlendirmenin sadece ona mahsus olması Süleyman Peygamber'in duasında geçen 'Rabbim! Benden sonra kimseye verilmeyecek bir mülk isterim' tabirini hatırlatır. Süleyman peygamber kendisine verilen ihsanın daha önce veya sonra kimseye verilmemesini talep ederken burada ise Yahya adının sadece ona verildiğini söyler: biri talep ederken ötekine talepsiz ihsan söz konusudur. O zaman bunu bir ayrıcalık ve imtiyaz gibi düşünmek gerekir. Muhakkik sufiler herhangi bir üstünlükte Hz. Peygamber'in ihmal edilmesini veya onun geride kalmasını kabul etmez. Böyle bir isimlendirme Yahya'ya mahsus olsa bile, bütün isimlerin mazharı olan Hz. Peygamber'in üstünlüğünü hatırlayarak onu yorumlamak gerekir. Gerçekte el-Muhyi Hz. Peygamber'in mazharı olduğu isim olsa bile, onun dışındaki kimseler için sadece Yahya özel anlamda akla gelir. Nitekim Süleyman Peygamber bahsinde bu karşılaştırma üzerinde durulmuştur. O zaman Yahya'da ortaya çıkan lütuf ile Süleyman Peygamber'de tecelli eden dua ve talep aynı kapsamda değerlendirilebilir. Allah Yahya'ya el-Muhyi ismi ve hayat niteliğiyle ilgili imtiyaz vermiş, bu ismin ilk ve yetkin mazharı onu eylemiştir. Bu da Adem ile birlikte başlayan isim ve insan ilişkisi bahsinin bir mertebesi olmak üzere Yahya'yı düşünmek demektir. Burada Yahya'yı bir Adem sayarak 'Allah Adem'e isimleri öğretti' ayetini 'Allah Yahya'ya el-Muhyi ismini, hayat niteliğini ihsan etti' gibi düşünmeliyiz. Öteki peygamberlerde ve insanlarda da bulunan bir tecelli Yahya'ya bilhassa ve asaleten tahsis edildi.
Bu durum bazı sonuçlar ortaya çıkartmış olmalıdır. Birincisi hadiste zikredildiği üzere ölümü Yahya Peygamberin kurban edecek olmasıdır. Yahya koç seklinde temessül eden ölümü boğazladığında cennet ehli tam bir selamete kavuşur, ölüm endişesi ortadan kalkar, ölümsüzlüğe ererler. Hadis-i şerif haddi zatında insanın cennette başlayan serüveninin en nihayetinde cennete girmekle değil, ölümün kurban edilmesiyle amacına ulaşacağını söyler. İnsanın cennetten çıkmasının nedeni ağaca yaklaşmasıydı. Ağaca ise ölümsüzlük amacıyla yaklaşmıştı. Yahya ölümü kurban ettiğinde artık insanın ölüm korkusu ortadan kalkar, cennet dar-ı selam yani korkulardan uzak bir yer haline gelir. Allah'ın Yahya'ya 'doğduğu gün, öldüğü gün ve diriltileceği gün ona selam olsun' demesi de bununla ilgili olabilir.
Tekrar başa dönersek daha önce kimsenin böyle bir isimle isimlendirilmemiş olması ne emektir diye sormuştuk: Öyle görüyor ki burada bir ilahi isimle hakiki anlamıyla isimlenmenin ve ismin tam mazharı haline gelmenin kast edilmiş olması mümkündür. Bu durumda el-Muhyi yani hayat veren ismi yaşar yani hayat bulan anlamıyla Yahya Peygamberde tecelli eder, Yahya da bütün hallerinde hayatın tecellisi haline gelir.
Allah Zekeriya'ya şöyle demişti: 'Kezalik: İşte Allah böyle yapar.' Gerçekten de tam da öyle yapmış demek ki: Allah hayatı kısır bir ana ile erkekliği gitmiş pir-i faniden hayatı izhar etmiş, ölümü öldüreni yaratmıştır.
Ekrem Demirli